"Tılsım" gizli sır anlamındadır; buna göre, "tılsım-ı muğlak" kapalı, muğlak olan, bilinmeyen sır, "tılsım-ı hayretfeza", son derece hayret edilecek bir sır demektir.
Enenin çok acayip bir tılsım olarak tavsif edilmesi, kâinattaki bütün sırları açabilecek mahiyette olması, ama kendisinin de bir sır olmasından ileri geliyor. Kendisi bin bir esmayı keşfedebilecek mahiyette olduğu halde, bu azim hikmet ve mana boyutu keşfedilemediğinden kâinatın kapıları da kapanıyor. Yani kişi eneyi veriliş gayesine göre istihdam etmezse, Allah'ı tanımak gibi büyük bir hayırdan mahrum kalıyor.
Örneğin bir adam göz ilminde çok ileri derecede profesör olabilir, Allah'a iman edip, onda tecellî eden esmayı okuyamazsa, eneyi esma kapılarını açan anahtar mahiyetinde kullanamazsa bu kapı kapalı kalır. "Bir gözlük için bir ustaya ihtiyacım varsa, bu göz için kâinatı yaratan sonsuz kudret sahibine ihtiyacım vardır." diye düşünebilseydi, enenin kıyaslama yapmasıyla sır perdesini aralamaya başlayabilirdi.
Bu manadan mahrum olan maddi ilimlerde ne kadar terakki etse de karanlıktan kurtulması mümkün değildir.
"Kâinatın tılsım-ı muğlâkı" şu ve benzeri sorulardır:
1. Bu kâinatı kim yarattı ve niçin yaratıldı?
2. İnsanlar ve diğer mahlûklar nereden geldiler, nereye gidiyorlar ve necidirler?
3. İnsanın vazifesi nedir ve bu âleme niçin gelmiştir?
4. Âlemdeki bu kadar değişmelerin hikmeti nedir?
5. Niçin bu kadar çok mahlûk var?
6. Bu mahlûklara yapılan onca masrafın sebebi nedir?
7. Hayatın mânası ve hikmeti, ölümün sırrı ve hakikati nedir?
RİSALE-İ NUR'DA İSTİNBAT İFADESİ
Ene, künûz-u mahfiye olan esmâ-i İlâhiyenin anahtarı olduğu gibi, kâinatın tılsım-ı muğlâkının dahi anahtarı olarak bir muammâ-yı müşkilküşâdır, bir tılsım-ı hayretfezâdır. O ene, mahiyetinin bilinmesiyle, o garip muammâ, o acip tılsım olan ene açılır ve kâinat tılsımını ve âlem-i vücubun künûzunu dahi açar. (Meyve Risalesi)
On üç asırda yedi vech ile i'câzını muhafaza eden ve, Yirmi Beşinci Sözde ispat edildiği üzere, kırk adet envâ-ı i'câzıyla mu'cize olan Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın ihbârât-ı kat'iyesidir. Evet, o Kur'ân'ın nefs-i ihbarı, haşr-i cismanînin keşşafıdır ve şu tılsım-ı muğlâk-ı âlemin ve şu remz-i hikmet-i kâinatın miftahıdır. (29. Söz)
Şu kainatın tılsım-ı muğlâkını açan "Âmentü billâhi ve bi'l-yevmi'l-âhir" ruh-u beşer için saadet kapısını fetheden ne kadar kıymettar iki tılsım-ı müşkülküşâ olduğunu; ve sabır ile Hâlıkına tevekkül ve iltica ve şükür ile Rezzâkından sual ve dua ne kadar nâfi ve tiryak gibi iki ilâç olduğunu; ve Kur'ân'ı dinlemek, hükmüne inkıyad etmek, namazı kılmak, kebâiri terk etmek ebedü'l-âbâd yolculuğunda ne kadar mühim, değerli, revnaktar bir bilet, bir zâd-ı âhiret, bir nur-u kabir olduğunu anlamak istersen, şu temsîlî hikâyeciğe bak, dinle... (7. Söz)
Hem hiç mümkün olur mu ki, bu kâinatın Sahibi, şu kâinatın tahavvülâtındaki maksat ve gaye ne olacağını müş'ir tılsım-ı muğlâkını, hem mevcudatın "Nereden? Nereye? Necisin?" üç sual-i müşkülün muammasını bir elçi vasıtasıyla açtırmasın? (10. Söz)
Hüsn-ü sîret ve cemâl-i suretle mümtaz bir zâtı görüyoruz ki, elinde mu'ciznümâ bir kitap, lisanında hakaik-âşinâ bir hitap, bütün benî Âdeme, belki cin ve inse ve meleğe, belki bütün mevcudata karşı bir hutbe-i ezeliyeyi tebliğ ediyor. Sırr-ı hilkat-i âlem olan muammâ-i acibânesini hal ve şerh edip ve sırr-ı kâinat olan tılsım-ı muğlâkını fetih ve keşf ederek, bütün mevcudattan sorulan, bütün ukulü hayret içinde meşgul eden üç müşkül ve müthiş sual-i azîm olan "Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?" suallerine mukni, makbul cevap verir. (19. Söz)
Elhak, bütün bu câmiiyet içinde şu intizamla beraber, geçmiş yirmi dört adet Sözlerde izah ve ispat edildiği gibi, cehl-i mürekkebin menşei olan âdiyat perdelerini keskin beyanatıyla yırtmak, âdet perdeleri altında gizli olan harikulâdeleri çıkarıp göstermek ve dalâletin menbaı olan tabiat tâğutunu burhanın elmas kılıcıyla parçalamak ve gaflet uykusunun kalın tabakalarını ra'd-misal sayhalarıyla dağıtmak ve felsefe-i beşeriyeyi ve hikmet-i insaniyeyi âciz bırakan kâinatın tılsım-ı muğlâkını ve hilkat-i âlemin muammâ-yı acibesini fetih ve keşfetmek, elbette hakikat-bîn ve gayb-âşinâ ve hidayet-bahş ve haknümâ olan Kur'ân gibi bir mu'cizekârın harikulâde işleridir. (25. Söz)
Hem şu kâinatın Hâkim-i Hakîmi, şu kâinatın tahavvülâtındaki maksat ve gayeyi tazammun eden tılsım-ı muğlâkını ve mevcudatın "nereden, nereye ve ne oldukları" olan şu üç sual-i müşkilin muammâsını bir elçi vasıtasıyla umum zîşuurlara açtırmak istemesine mukabil, en vâzıh bir surette ve en âzamî bir derecede, hakaik-i Kur'âniye vasıtasıyla o tılsımı açan ve o muammâyı halleden, yine bilbedâhe o zâttır. (31. Söz)