Röportaj: Abdurrahman Iraz-Nurettin Huyut- Risale Haber
Hacı Mirza Mehmet Demir Kimdir?
Rumi 1341’de yani Miladi 1925’te Siirt’e bağlı Beşiri kazasının Tilmiz köyünde dünyaya geldi. Babası o yörenin ağalarından idi, ağaoğlu olması hasebiyle çocukluğunda çalışmadığını ifade ediyor. Okul okuma imkânı da olmamış, çünkü o dönemde okunacak okul yokmuş…
Daha sonra şartlar değişmiş baba vefat ettikten sonra çalışması gerekmiş ve TPAO’da işe girip değişik kademelerinde görev yapmış. Süresi dolunca da bazı nedenlerle zoraki emekli edilmiş hem de asgari ücret üzerinden. 29 yıldır emekli olarak yaşıyor. Evli ve on çocuk babası. Hacı Mirza, ilk defa Risale-i Nurları Batman ve yöresinde tanıyıp tanıtan şahsiyetlerden biri. Bir Risale-i Nur sevdalısı.
BEDİÜZZAMAN BİZE KENDİMİZİ DE TANIMAMIZA NEDEN OLDU
Bediüzzaman ismini ilk defa nerede ve nasıl duydunuz?
Benim büyük oğlum Mustafa Demir’in doğduğu yıl olan 1958 tarihinde duydum. Ve benim Üstadı duymama ve tanımama da o çocuk vesile oldu. Daha dört aylıkken hastalandı, Batman’da doktor olmadığı için Diyarbakır’a götürmüştük. Tosunoğlu adında bir çocuk doktoru vardı. Onda muayene ettirdik, yazdığı ilaçları aldık. Ve orada bir arkadaşa misafir idik onlara gittik.
Ev sahibi bana dedi ki, “Ulu Caminin Şafii bölümünde Molla Said Meşhurun kitapları okunuyor sen onu dinledin mi?” “Hayır” dedim. Ama merak ettim. Çünkü hayli methetmişti… Hatta o yüzden bir gün fazla kaldım orada…
Tavsiyesi üzerine ikinci gün ikindi namazını kılmak üzere Ulu Camiye gittim ve Şafii bölümünde Allahu alem Mehmet Kayalar abinin oğlu idi orta okul talebesiydi galiba… Namazdan sonra kalktı Mektubat’tan 19. Mektubu okudu. Hiç unutmuyorum “kurt” ile ilgili bahsi okumuştu. Ben o dersten çok etkilenmiştim, ağlamıştım, hatta benim gibi orada başka ağlayanlar da vardı.
Yani, kısacası o gün hem Üstadın ismini duymuştum hem de aynı gün onu tanıma imkanı bulmuştum. O zamana kadar biz kendimizi dahi doğru dürüst tanımıyorduk. Bediüzzaman bize kendimizi de tanımamıza neden oldu.
Biz daha önce insan nedir? İnsan kimdir? Bu dünyaya neden gelmiş? Bizi yaratan bizden ne istiyor gibi sorulara cevap veremiyorduk. Bediüzzaman’ın eserlerini okuduktan sonra bunları öğrendik.
Risale-i Nurları o günlerde okumak ve taşımak çok zordu. Yasaktı, evde bulunduramıyorduk, cebimizde taşıyamıyorduk… Zorluklar içerisinde bu eserlerdeki hakikatleri öğrenme imkanı bulduk.
Ben (Iraz) ortaokul talebesi iken TPAO (Türkiye Petrolleri) sitesinde bulunan okulda okuyordum. Oraya gidip geliyordum. Bir gün yine oraya giderken yolda siz büyük bir insanla karşılaşmış gibi önünüzü düğmeleyerek bana yaklaşıp “selamünaleyküm” dediniz. O zaman için hatta bugün için çok yüksek medenice bir davranış idi. Ben şaşırmıştım etrafıma bakmıştım “acaba başka birine mi söylüyor?” diye içimden geçirmiştim. Ama kimse yoktu o zaman bana söylediğinizi anlamıştım. Bana “nasılsınız kardeşim” demiş ve benim hal hatırımı sormuştunuz. Ve o hareketinizden dolayı o günden beri sizin hayranınızım. Benim Risale-i Nurları tanımamda sizin o davranışınızın etkisi çok büyüktür.
Biz bu eğitimi ve gücü Risale-i Nurlardan almıştık. Onun manevi gücüdür ki, bizim gibi bir köylüyü en yüksek seviyede medeni bir insan gibi davranmaya sevk etmiştir. Bizi ahlaken en yüksek seviyede insanlarla görüşmeye sevk ediyor.
Siz ve H. Mehmet Uçar siyam ikizleri gibiydiniz. Batman’da sizi bilmeyen tanımayan ve sevmeyen yok gibiydi. Çok kibar ve çok kültürlü, herkesin yardımına koşan insanlardınız. Hatta rahmetli babam sizden sitayişle bahsediyordu. Sizin çok değerli bilgiler anlattığınızı söylerdi. Bu durum sizce nasıl oluşmuştu ve asıl sır neydi?
Bu tamamen Risale-i Nurun tesiri iledir ve onun bereketi iledir. Ondan aldığımız terbiye ve eğitim bunu gerektiriyor. Biz bu gün de herkese -dünyevi uhrevi- iyilikten başka bir şey düşünemiyoruz. İnsanlara karşı şefkat ve merhametten başka bir yaklaşımımız olamıyor, olamaz.
Bir de bugün sadece Batman’da değil Türkiye’nin her yerinde Nur Talebeleri sizi tanır ve bilir. Ve sizden hep sitayişle bahsediyorlar. Bir de sizin gibi tanınan ve rahmete gitmiş olan Ali Uçar var. Ona Risale-i Nurları sanırım siz tanıtmışsınız. Bu tanıtma olayı ve onunla tanışmanız nasıl oldu bizimle paylaşır mısınız?
O zaman hacı Mehmet Uçar TPAO’nun yemekhanesinde çalışıyordu. Şefik Keskin adında çok değerli bir idare amiri vardı. Dinine ve mukaddesatına bağlı bir beyefendiydi. Bir gün bana dedi ki burada bir namaz kılan var. Tabii o dönemde gençlerde okul okumuş insanlar içinde namaz kılan az olduğu için hemen dikkat çekiyordu. Gittim onunla tanıştım ve o günden beri Hacı Mehmet Uçarla beraber hizmet ediyoruz.
O dönemde ben her Cuma günü köye babamın mezarını ziyarete gidiyordum. Bir bisikletim vardı. Ona biner köye gider gelirdim. O günün şartlarında köylü çok cahil idi. O nedenle onlarla muhatap olmak bile zordu. Bir köye gidildiğinde ya imamla ya da öğretmenle muhatap olabilirdiniz.
Bir Nur Talebesi malum bir topluma girerse ne yapar? İlk iş olarak davasını anlatmaya çalışır. Fırsat kollar bulunca hemen anlatır. Ben de acizane biraz sohbetten sonra iman hakikatlerinden anlatmaya başladım. Ali Uçar şiddetle karşı çıkmıştı. Ama Risale-i Nurlardan misaller vererek karşı çıkıyordu. Bazı yanlış şeyler ezberlemiş ve Risale-i Nurlarda onlar varmış gibi anlatıyor. Ben kendisine “bu söylediklerinizin çoğu Risale-i Nurlarda yoktur” diyorum. Ama bir türlü anlaşamıyorduk.
Sonra Risale-i Nurun bir kerameti birden aklıma bir soru geldi. Dedim “sen bu anlattıklarını nerde okudun benim bildiğim bunlar Risale-i Nurda yoktur.” Dedi “ben bunları Çetin Özek’in Risale-i Nurun İçyüzü adlı kitabında okudum.” Öyle deyince ben rahatladım. Meselenin nereden geldiğini artık öğrenmiştim.
Çetin Özek bir hukuk adamıydı. Ve dehşetli bir solcuydu. “O halde” dedim “sen o kitabı getir, ben de senin bahsettiğin ve sayfa numaralarına kadar verdiğin yerleri içeren kitapları getireceğim ve karşılaştıracağız. Şayet senin söylediklerin doğru çıkarsa söz veriyorum ben artık bu kitapları okumayacağım. Değilse sen Bediüzzaman’ın külliyatını okuyacaksın… Tamam mı?” “Tamam” dedi.
Duran adında bir okul müdürü ile birlikte Batman’a geldiler. Birlikte gidiyoruz gittiğimiz yol biraz ıssız ve karanlık olduğundan biraz da ürkmüştü, kendisini acaba kötü bir yere mi götürüyoruz diye de endişe etmişti.
Neyse vardık ve anlattıkları yerleri bir bir kendisine gösterdim. Çetin Özek gerçekten çok yanlış ve iftira dolu şeyler yazmıştı. İnsan okuyunca veya duyunca tüyleri diken diken oluyordu. Bu kadar çok çarpıtma olur mu diye.
Ali Uçar bunları görünce Çetin Özek’in kitabını bana verdi biraz da kızarak “al abi bu kitap sende kalsın” dedi ve o gün sabaha kadar kitap okudu.
Biz yine de onunla ilgilendik beraber olduk. Bazı yemekli derslere davet ettik… Onda da hayli yüksek bir kabiliyet vardı, Risale-i Nur denizinin içine de girince birden inkişaf etmiş oldu.
Bir gün beraber dershaneye gitmiştik, fakat baktık kapısı kapalı, o da “abi ben okula gideceğim” dedi ve okuluna gitti. Okulda üç kadın öğretmenle teneffüste başörtüsü üzerine tartışmaları oluyor. Onları ikna ediyor. O üç kadın bunun üzerine örtünüyorlar. Ve onların beyleri ile de görüşüyor onları da ikna ediyor. Onlar da dini hayata giriyorlar. Yani ikna kabiliyeti çok yüksek idi…
Daha sonra “ben Risale-i Nurları iyi anlamam için Arapça ve Farsça öğrenmem gerekir” demişti ve bu iki dili de öğrenmişti. Hafızası çok kuvvetliydi. Van’da ve Batman’da çok güzel hizmetleri olmuştu. Hatta bir gün bir köy imamına “bana kamet duasını öğretir misin?” demiş, hoca da olur demiş ve hoca daha sonra bize, “bir defa okudum o tekrar etti ve ezberlemiş oldu, maşallah ne kadar yüksek bir hafızaya sahip” diyordu. O hoca Ali Uçar için köydeki imamlığını bırakıp Batman’a gelmişti. O kadar ona hayran olmuştu…
Ömrünüzün hemen hemen tamamı Risale-i Nur hizmetleri ile geçti, davanız için çok çalıştınız. Bu günlere kadar geldiniz. Bir arzunuz yerine gelecek deselerdi ne isterdiniz? Sizin en büyük hayaliniz ne idi?
Biz Risale-i Nurları tanıdıktan sonra cemaat bir çok gazete yayınlamıştı. Mesela ilk önce İstiklal Gazetesi çıkıyordu, daha sonra İhlas Gazetesi çıktı, İttihat çıktı ve daha sonra Yeni Asya çıktı. Ben o dönemlerde çıkan bu gazeteleri her gün alır götürür Cuma günler cami avlusunda tablacılar gibi bağırarak satardım.
Cumadan sonra gider dükkan dükkan dolaşır satmaya çalışırdım. Yeni Asya günlük çıkınca onu da onbeş sene boyunca bu şekilde dükkan dükkan satmıştık.
Bunu niçin yapıyorduk? Bunu yapmamızın en büyük nedeni Risale-i Nurlardaki hakikatleri bu gazeteler aleme ilan ediyordu. Bizim de amacımız hayalimiz bu hakikatleri herkese duyurmaktı. Yani İ’lay-ı Kelimetullahı yaymaktı. Ondan başka ne gibi bir hayalimiz olabilirdi ki, bizim en büyük emelimiz buydu; iman hakikatlerini herkese anlatmaktı.
Üstadımızın ifade ettiği gibi “Biz ümmet-i Muahammediyeyi sahil-i selamete çıkaran bir gemide çalışan hademeleriz” evet biz kendimizi öyle biliyor ve öyle çalışıyorduk. Tek amacımız bu milletin imanını selamette görmekti en büyük gayemiz.
Siz ağa çocuğu idiniz, bir çok insan sizin hizmetinizde idi ve sizin maddi olarak o günün şartlarına göre pek bir şeye ihtiyacınız yoktu. Hatta okuyup öğrenmeye de ihtiyacınız yoktu. Çevrenizdeki insanlar sizin için zaten her şeyi yapıyordu. Bütün bunlara rağmen her şeyi bırakıp Risale-i Nura nasıl koştunuz, sizi ona sevk eden neydi?
Aziz kardeşim, Risale-i Nur’u tanıdıktan sonra her şey bir anda silinip gitti, ağalık da gitti, büyüklük de gitti, şımarıklık da gitti bir anda biz kendimizi Risale-i Nura talebe bulduk.
Mesela şu anda olsa belki öyle davranamazdım. O dönemde her şeyi bir anda terk etmiştik. Amerika’nın servetini verselerdi gözümüz görmezdi. Çünkü, bizim gözümüz Risale-i Nurdan başka bir şey görmüyordu. Ondan başka gaye yoktu, maksat yoktu, düşünce yoktu. O bizi her şeyiyle tatmin ediyordu. Onunla en yüksek seviyede bir mutluluğu yakalamıştık. Çok sıkıntı çektik, hapislere düştük eziyet çektik ama bunların hepsinde ayrı bir lezzet vardı. Hiçbir şey bizi bu halden uzaklaştıramıyordu. Müthiş bir haz vardı, bir lezzet vardı. Allah’a çok şükür…
Üstadı ziyaret etme imkanı buldunuz mu?
Yok hayır görmek mümkün olmadı, o günün imkansızlıkları ve bizim cehaletimiz buna engel oldu. Zaten ben Risale-i Nurları 1958’de tanıma imkanı bulmuştum. Fakat daha sonra çok arzu ettim, keşke görseydim diye ama bu defa da Üstad hayatta değildi.
Onu görme arzum öyle fazla idi ki bir gün onu rüyamda görmek nasip oldu. Üstad oturmuş, yorganını göbeğine kadar çekmiş, etrafında da birkaç genç vardı bana “gel, gel” diyordu, ben yanına gidiyordum ve başımı kolunun arasına alıyor göğsüne koyuyordu ve başımı öpüyordu. O rüyadan sonra biraz rahatlamıştım, merakım gitmişti ve sevinmiştim.
Çok uzun bir hizmet hayatınız var. Bu uzun hizmet hayatınızda size en çok acı veren şey neydi? Şu anda da o acı hala devam ediyor mu?
Beni en çok üzen şey, mesela okumuş profesör olmuş bir insan görsem veyahut da çalışmış bir tarikat şeyhi olmuş biriyle tanışsam ama Risale-i Nurları tanıyıp okuyamamış olsa işte o beni çok üzüyor.
Hatta ben bugünkü Diyanet İşleri Başkanına bir mektup yazdım. O mektubumda dedim “Efendim, benim Üstadım Bediüzzaman hazretleri Gönüllü Alay Komutanı olarak harbe iştirak etmiş. Hatta şöyle bir ifadesi var. “25 milyon Türk Milleti namına bir Said değil bin Said feda olsun, Kur’anımız yer yüzünde cemaatsiz kalırsa cenneti de istemem, orası da bana zindan olur. İmanımızı selamette görürsem cehennem alevleri içerisinde yanmaya razıyım çünkü vücudum yanarken gönlüm gülgülistan olur” diyor. Ebubekir-i Sıddık misali” gibi… Bu şekilde bir çok meziyetini saydıktan sonra dedim ki, “benim çok acip ve garibime giden bir hususu size takdim etmek istiyorum. O da şudur: Maalesef hiçbir hocanız, Risale-i Nurlardan bahsetmiyor, acaba Zat-ı Aliniz mi yasaklamış, yoksa devlet mi müsaade etmiyor? Sizce ondan bahsetmemenizin bir mesuliyeti yok mu? O Zat, bu asrın müceddididir. Onu halka tanıtmanız gerekmez mi?” diye sormuştum.
Yani onların böyle ilgisiz kalmaları beni çok üzüyor ve bana en çok acı veren bu okumuş yazmış değerli ilim adamlarının ve din adamlarının Risale-i Nurlara sahip çıkmamasıdır. Hatta o mektubuma cevap da göndermişti. Bazı mazeretler söylemişti, kendilerinin kanunlara tabi olduklarından bahsetmişti…
Ben Sayın Ali Bardakoğlu’nu seviyorum. Güzel şeylerden bahsediyor. Konuşunca güzel konuşuyor ama nedense bu milletin imanını kurtaracak olan ve hatta bugün Kürt ve Kürtçülük sorununu en güzel bir şekilde ortadan kaldıracak olan bir esere böyle lakayt kalıyor. İşte o durum beni üzüyor.
Bakıyorum tanıdık bir insan düne kadar pek bir şeyi yoktu. Ama bugün kırk elli dükkan sahibi olmuş. Ne güzel ama iş davaya sahip çıkmaya gelince bakıyorum çok ketum davranıyor. Bir miktar bu hizmetlere destek olsa onu da minnet ederek yapıyor. İşte bunun gibi şeylere üzülüyorum.
“Aziz kardeşim!” diyorum. “Allah’a şükür kazanıyorsun, her şeyin var bir yerine birkaç ev ve araba sahibisin hatta her çocuğuna araba almışsın, ev almışsın Allah hayırlı ve güle güle kullanmayı nasip etsin, ama bari bu davana da yardım et onu da düşün zekatını vermekle yetinme biraz fazla ver ve ahretine de hayır ve hasenat gönder.”
Ama istediğim gibi olmayınca da onlar adına üzülüyorum. Beni üzen bu gibi şeylerdir.
Peki, bir de şöyle soralım… Sizi en çok sevindiren şeyler nelerdi? Veya en çok sevindiren bir olaydan bahseder misiniz?
Beni en çok sevindiren şey; benim on tane çocuğum var. Bu on çocuğumun onunun da Risale-i Nur hizmetlerinde bulunuyor olmaları beni çok sevindiriyor. Her biri bir hizmetin başında bulunuyor. Hepsi Nur Talebesi olmak için çaba gösteriyor.
Bir gün ben rahmetli Bekir Berk abiye, çocuklarımdan beşini yanıma alarak bir resim çektirmiş ve onu bayram tebriği olarak göndermiştim. O da o resmi çerçeveletmiş ve odasına asmıştı. Kendisi öyle söyledi. Bekir abi çok fedakâr bir insandı Allah ondan razı olsun. Âmin… O olay beni çok sevindirmişti…
Bir gün bir emniyet müdürü beni yanına çağırıp bana bir tokat atmıştı. Demişti, “Ulan, ağalık sende, Kürtçülük sende, Nurculuk sende, seni ne yapacağız…” Dedim “Vallahi yalandır, ağalık, Kürtçülük bende yoktur, hatta kokusu da yoktur, ama Nurculuk desen o vardır. Beni vursan da umurumda değildir.” Gerçi daha sonra onu sulh mahkemesine şikâyet ettim, dava açtım. Tarih 1962 idi, rapor almıştım ve onu dava etmiştim. Mahkeme lehimize karar vermişti ama dayağı da yemiştik…
Sizi otuz kırk sene geriye götürseler. Ve hayata yeniden buradan devam et deseler neyi yapmak isterdiniz?
Bu davanın temelini atan insanlar, o temeli ihlâs ve samimiyet üzerine attılar. Canhıraşane, azami fedakârlıkla bütün duygu ve latifelerini bu davaya tahsis ettiler. Maddedir, istirahattır, gelecek endişesidir, hiçbir şeye aldırmadılar ve kimseyi dinlemediler. Gece gündüz bu hayal ile kalkıp bu hayal ile oturdular ve bu hayal ile yaşadılar.
O nedenle -elhamdülillah- bu davanın temeli sağlam atıldı. Hem şimdi, malum bu hizmet artık dünyanın her tarafına yayıldı ve dış devletlerde devam ediyor. Nereye girse orada çok büyük takdir topluyor. Herkes çok beğeniyor. Onun etrafında pervane oluyor. Her tarafta artık profesörler, bilim adamları ve en güzel insanlar bu davayı yaymaya ve yaşamaya çalışıyor. Nereye gitsek pırıl pırıl insanlarla dolu…
İşte bunları görünce diyorum keşke ben geçmişte biraz daha fazla çalışsaydım. Bu davaya daha çok hizmet etseydim. O dediğin dönemlerde insanlar perişandı, herkes cahil idi, hiçbir şey bilmiyordu, nasıl yaşayacağını bile bilmezdi, Risale-i Nur bir kurtarıcı gibi geldi ve hepimizi o cehalet bataklığından kurtardı ve medeni birer insan yaptı. Cesaret verdi bize, mücadele ruhu kazandırdı. Daha biz ne isteyebiliriz ki, Yani Allah her şeyi en güzel şekilde yapmış bizi bir hizmette istihdam etmiş daha fazla ne isteyebiliriz ki, bundan daha büyük saadet olabilir mi?
Ben okul okumamış bir insanım, ama içimde çok büyük ve feveran eden duygular var. Bütün insanlığa bu hakikatleri haykırmak istiyorum, ama ifade edemiyorum. İfade etmekte zorlanıyorum. Aklımdan hayalimden geçen şeyleri sizlere anlatamıyorum. Ben bütün bu enerjiyi ve heyecanı elbette Risale-i Nurlardan alıyorum. Bizim başka bir kaynağımız yok. Kur’an ve onun bu asırdaki bir mü’cize-i maneviyesi olan Nur Risaleleri…
Bir hatıramı sizinle paylaşmak istiyorum. Askerde bir gün çavuş bana dedi ki, “git bak bakalım su ısınmış mı? Isınmamış mı?” Ben o zaman Türkçe bilmiyordum. Anlamıştım ne söylediğini ama gidip hamama bakan kişiye anlatamıyordum. Anlatıncaya kadar hayli uğraşmıştım. “Kızmış mı? Kızmamış mı?” diyorum. Hatta o zamanlar bazı arkadaşlar benim kötü Türkçemle alay bile ediyorlardı. Kelimeleri doğru telaffuz edemediğimden beni taklit edip gülüyorlardı. Ama Elhamdulillah Risale-i Nurlar sayesinde hem güzel Türkçeyi öğrendik, hem herkese bu hakikatleri anlatma fırsatı bulduk. Bu bize Allah’ın bir lutfudur.
Batman’da Hacı Mehmet Uçar ile ruh ikizleri gibiydiniz. Çok iyi hatırlıyorum sadece yediğiniz ayrı giderdi. Hiçbir defa sizi yalnız görmezdik. Ama bir zaman geldi baktım siz ayrılmışsınız. Birbirini bu kadar iyi seven ve anlayan, anlaşabilen iki kişiyi ayıran neden ne olabilir? Neden ayrı çalıştınız?
Aslında biz hiçbir zaman kalben birbirimizden ayrı düşmedik sadece fiilen bir ve beraber çalışamadık. Ama ben hiçbir zaman H. Mehmet Uçar’dan irtibatımı kesmedim. Dostluğumuz her zaman aynı kaldı, devam etti. Hala da sürekli görüşürüz, konuşuruz, dertleşiriz.
Hacı derviş diye bir arkadaş var. Bir gün ona dedim “H. Derviş bana dua ediyor musun?” Dedi, “İsmen etmiyorum ama genel duada dâhilsin.” Ben de ona dedim “Hacı Derviş ben sana her zaman ismen dua ediyorum.” “Allah razı olsun” dedi. Bir gün evine gitmiştik baktım herkese bir çay verdiği halde bana iki çay verdi. Dedim “Hacı Derviş bu niye?” dedi. “Birisi misafir olduğun için diğeri de bana dua ettiğin için.”
Yani, âcizane ayrı da kalsak beraber de olsak bu arkadaşlarımı hiç unutmadım, hiç ihmal etmedim ve her zaman duamda onları ortak ettim. Onların hizmetlerine elimizden geldiğince destek de oluyoruz. Biz Risale-i Nurları tanıdığımız dönemlerde doğru dürüst kimse camiye bile gitmezdi. İnsanlar İslamiyet’i de bilmiyorlardı. Her konuda cahil oldukları gibi dini konularda da cahil idiler. Ne yapmaları gerektiğini dahi bilmiyorlardı. O nedenle her yerde biz ön saftaydık.
Batman’da Risale-i Nuru tanıyan kişi âcizane benim, daha sonra Hacı Mehmet abi tanıdı ve o gün bugündür hizmet etmeye devam ediyoruz. Bu bize Allah’ın büyük bir lütfüdür. Ama şimdi Maşallah her tarafta dershaneler, cemaatler, dersler hayli geniş dairede devam ediyor.
AÇILIMA KARŞI ÇIKANLAR YANLIŞ YAPIYORLAR
Siz bir aşiret mensubusunuz, aynı zamanda bir cemaate dahil olmuşsunuz, bir Nur Talebesisiniz, geniş bir aileniz var. Büyük bir aile reisisiniz. Batman gibi bir yerde de ömrünüz geçmiş uzun da bir ömür yaşamışsınız. Malum hükümetin başlattığı bir açılım var. “Demokratik Açılım” bu günlerde ona “Milli Birlik Projesi” diyorlar.
Benim âcizane şahsi düşüncem: Şimdiye kadar Şark’a sahip çıkılmadı, insanları yeterince eğitilmedi gerekli tedbirler yeterince alınmadı, bunu fırsat bilen dış ve iç mihraklar, ilk olarak bu insanları dinden ve inançtan uzaklaştırdılar.
Ben her zaman her yerde bunu söylüyorum. Burada da dile getirmek istiyorum. Bu müfsit insanların bu şekilde yetişmesini üç yerde gerçekleştirdiler. Bunların yuvalarını bu üç yerde yaptılar. Ağa, Şeyh ve Hoca… Toplum üzerinde etkisi olan insanların evlerinde bu çalışmayı yaptılar. Önce onların çocuklarını elde etmeye çalıştılar ve bir derece de muvaffak oldular. Onları ele geçirince onlar vasıtasıyla toplumun diğer kesimlerine bu defa el attılar ve onları bunların vasıtasıyla kendilerine bağladılar.
Ama şimdi görüyorum ki, bir barış ortamı sağlanmak isteniyor. Eğer barış olursa ki, bana göre toplumun yüzde 80’i, hatta belki yüzde 90’ı bu işten gerçekten pişmandır. Barış bunlar için bir kurtuluş ümidi olacaktır. Ve fiilen bu işin içine girenler inanıyorum ki, bir daha böyle bir yanlışa girmezler. Çünkü, bu güne kadar zarardan başka bir faydasını görmediler.
Hem dinine ve mukaddesatına zarardır. Hem dünyasına zarardır. Gıybet dedikodu kin, adavet ve katliamdan başka bir şey kazandırmamış bu insanlara…
Ahmet Türk, Bülent Arınç ile görüşmesinde “bu iş hallolursa buna karşılık Allah’ın canımı almasına razıyım” demiş. “Yeter ki barış olsun ölmeye razıyım” demiş. Bu da gösteriyor ki, herkes bu işten bizardır. Bu işin artık bitmesini istiyor.
Tabii bu işte önde gidenlerin bir kısmı şartlandırılmıştır. Bir kısmı inançtan uzaklaştırılmıştır. Bir insan Allah’tan korkmaz ve cehennemden havf etmezse her şeyi yapabilir.
Bir kısmı ise o kavgadan çıkar sağlıyor. Mesela, birçok vilayette belediye başkanı olmuş bazı kimselerin normal şartlarda o makamlara gelmesi mümkün mü? Toplumda o insanları destekleyecek kaç kişi çıkar. Belediye Başkanı olacak vasıfta olmadıkları halde bugün belediye başkanı olmuşlar. Kim onları seçer? Normal şartlarda kimse seçmez ama olmuşlar. Bunun gibi bu işten rant sağlayan insanlar var.
Bütün bu nedenlerden dolayı bu fitne devam ediyor. Bu kin ve adavet bitmiyor. Rabbimizden niyaz ediyoruz ki, hükümetin başlatmış olduğu açılım gerçekleşsin ve Türk, Kürt arasındaki adavet ortadan kalksın…
Bin senedir, Türk, Kürt, Arap, Laz, Çerkez birlikte nasıl yaşamışlardı? Bunları bir ve beraber yaşatan elbette dindir. Aynı dine mensup olmaları bizi bin sene bir arada tutmuş. Hatta bizi birbirimize kaynaştırmış ve bir millet gibi yaşatmış.
Mesela benim iki gelinim Trabzonludur, bir gelinim Safranboluludur, biri Gebzelidir, ikisi de Arap’tır, ben de Kürdüm… Hadi size bırakıyorum bu işin içinden nasıl çıkacaksanız çıkın bakalım… Bütün Türkiye böyle sadece benim ailem değil, hemen her ailede bir iki tane Türk, bir iki tane Arap veya laz var, Türk ailelerde de bir iki tane Kürt mutlaka var. Peki, soruyorum ayrılma nasıl olacak bunları birbirinden nasıl ayıracaksınız.
Onun için diyoruz ki, inşallah bu acı vaziyet bir an evvel biter, memleketimiz üzerine çökmüş olan bu musibet biran evvel kalkar.
O nedenle bu çabaları çok takdir ediyorum, çok yerinde buluyorum, bu açılıma karşı çıkanlar yanlış yapıyorlar. Bana göre, ellerinden geldiğince meydana gelmiş bu düşmanlığı kaldırıp sulhun oluşmasına yardımcı olmalılar, sulh için çalışmalılar.
İnsan bu dünyaya ancak Allah’a ibadet için gönderilmiştir. Aklı başında bir insanın daima hayır işler yapması, şefkatli olması, merhametli olması lazımdır. Barış istemesi lazımdır. Dünyevi çıkarlar nereye kadar gider. Mezardan öteye gidebilir mi? Nitekim görüyoruz her türlü imkâna sahip insanlar zamanı gelince her şeyi bırakıp bu dünyadan göçüp gidiyorlar. Bu kadar kısa bir dünya için bu kadar kötülük yapmak… Değer mi?
Son olarak birlikte bir hayal kuralım, Diyelim ki, Mısır Ezher Üniversitesi Uluslararası bir kongre yapıyor. Kongrenin konusu Risale-i Nur. Bütün dünya milletleri kendi özel heyetleri ile bu kongreye katılıyor. Japonlar, nasıl medeni olduklarını anlatıyorlar, kesbi medeniyette nasıl üstad olduklarını anlatıyorlar. Almanlar bahtiyarca hidayetlerini paylaşıyorlar. Amerikalılar İslami Hürriyeti öğrenmeye çalışıyorlar. Ruslar Tabiat Risalesinden ders okuyorlar. Araplar İşarat-ül İcaz’ın yeni baskılarını yapmış onu anlatıyorlar ve İttiahad-ı İslam’a hazırlandıklarını belirtiyorlar. İskandinav Ülkeleri Risale-i Nurdan içtima-i ve Siyasi derslerini öğrenmiş onları anlatıyorlar. Avusturalyalılar kendi kıtalarında yapmış oldukları Medreset-üz Zehralarını tanıtmaya çalışıyorlar. İranlılar Cevşenin manasını Risale-i Nur ile yeniden öğrendiklerini anlatıyorlar. Ve dünyanın önde gelen tüm televizyonları bu verilen mesajları canlı canlı yayınlıyorlar. Türkiye adına da siz katılıyorsunuz. Ve orada bir mesaj vermeniz ve duygularını anlatmanız isteniyor. Ve mikrofonu uzatıyorlar. Neler söylersiniz diye soruyorlar. Orada neler söylemek istersiniz?
Yahu mübarek ben bu kadar büyük bir kitle karşısında ne diyebilirim? Dilim damağım tutulur, konuşamam. Ama ille de bir şey söylemem gerekiyorsa, onlara şu şekilde yüksek sesle bağırarak söylerim ki, “Ey İnsanlar! Risale-i Nurlara teslim olun. Birlik beraberlik, şefkat, merhamet, huzur, güven her şey buradadır.” Ancak bunu söyleyebilirim.