Yüsra Mesude’nin röportajı:
Sadık Yalsızuçanlar :
"Bediüzzaman, yeryüzünde şairane oturan insanların yüzyıldaki en büyüğüydü"
"Yolcu" adını taşıyan güzel bir hikaye kitabı. Şahdamar Yayınlarından çıkan bu eser, Sadık Yalsızuçanlar imzasını taşıyor. Kitabın yazarı, edebiyatla ve tasavvufla bir şekilde ilgili pek çok kimsenin yakından tanıdığı ve en azından birkaç kitabını okuduğu bir isim. Yol, yolculuk ve 'Yolcu' üzerine Sadık Bey'le güzel ve anlamlı bir sohbet gerçekleştirdik. Sohbetin sonunda kendisinden kitabını benim için imzalamasını rica ettim. Bana yazdığı notun bir kısmını sizinle paylaşmak istiyorum Diyor ki Sadık Bey: "...samimi ve dokunaklı bir anda Bediüzzaman'ın yüce ruhuna dokunma ümidiyle çırpındık..." Sizi bu sohbetle baş başa bırakırken aynı temennileri ben de diliyor ve Bediüzzaman'ın yüce ruhuna dokunabilmeyi ümit ediyorum.
Eserden bağımsız olarak neler söylemek istersiniz, yolcu ve yolculuk üzerine?
Bediüzzaman hazretleri "İnsan bir yolcudur." diyor. Ruhlar aleminden sonra anne karnından, insan bedeninden geçip dünyaya gelip, dünyadan berzaha giren, kabre giren, daha sonra ebedi hayatın başka uğraklarıyla mahkeme-i kübradan, sırat köprüsünden ebediyete doğru giden bir yolcu... Bediüzzaman'ın hayatına baktığımız zaman 'yeryüzünde şairane duran, oturan, yaşayan insanların' yüzyıldaki en büyük ismiydi. Büyük bir bilgeydi. Ve hadis-i şerifteki "bir ağaç altında gölgelenme" şeklinde ifade edilen, peygamberimizin emri doğrultusunda yaşayan garip bir yolcu gibiydi. Onun hayatındaki bütün sahneler çok estetik ve insani bir hikayedir zaten. Dolayısıyla Yolcu kitabı da Bediüzzaman'ın kendi vakıalarından, hikayelerinden, hatıralarından oluşuyor.
Kapaktaki yeşil toprak yol üzerinde gördüğümüz, cübbesiyle sarığıyla yürüyen yolcu Bediüzzaman mıdır?
Evet. Bediüzzaman sürekli cübbe ve sarık giyen bir zattı. Ama Bediüzzaman sarığı talebelerine pek tavsiye etmiyor. Çok manevi, irfani bir şeydir sarık, alim kisvesidir. Sarıkla ilgili beş altı tane hadis vardır. Birisi, kesretten vahdete odaklaması. Diğeri; dış dünyanın kirlerinden koruması, teklik- birlik olayına odaklaması. Bediüzzaman'ın giysisi de gariptir. Mesela öğreniyoruz ki bir ayakkabısı diğer ayakkabısından farklıdır. Said Özdemir'e Bediüzzaman'da ilk ilgisini çeken şeyi, ilk gözlemini sormuştum. O da "Bir ayağında lastik, bir ayağında kundura vardı, bazı fotoğraflarında da bu görülür. Onu merak ettim, fakat ben sormadan kendisi açıkladı." dedi. Üstad, Said Özdemir'e: "Ben onların dünyalarına ehemmiyet vermiyorum, o yüzden böyle giyiniyorum." demiş.
Bir nevi istihza denebilir mi bu duruma?
Bir tür istihza evet. Bediüzzaman'ın halini en iyi anlatan Gandhi'yle benzerliği. Fethullah Gülen Hocaefendi'de de var bu husus. Gandhi biraz benziyor Bediüzzaman'a. Savaşçı değil, muhalif değil, onların silahlarını kullanmıyor, onlarla çarpışan bir insan değil, kendi davasıyla meşgul bir insan. Onun haliyle ilgili Süleyman Seyfi Öğün'ün bir ifadesi var: 'Mutlak kayıtsızlık hali'. Kendi meselesinin haricindeki her şeye mutlak kayıtsız olması. Bediüzzaman da böyle; ikinci dünya savaşının seyrini hiç merak etmiyor mesela. Yolcu kitabında Bediüzzaman'ın bu hallerinin hepsi var.
Yolcu için hikaye kitabı dedik. Sizin hikaye üzerine klasik tanımların dışında değerlendirmeleriniz var. Hikayeleriniz de buna örnek teşkil ediyor. Yolcu klasik bir hikaye kitabı mıdır?
Bizim kendi hikaye geleneğimiz var. Doğuda en eski, kadim dil şiirdir. Fakat şiirin yanı sıra şiirsel bir anlatım olarak yine kıssa veya mesel dediğimiz bir anlatı geleneği var. Kutsal kitaplarda ve suhuflarda bu kıssalar var olagelmiştir. Mesel, misil kelimesinden gelir. Temessüldür. Aslında masal da meselden bozma bir kelimedir. İbret vermek üzere, bir hikmeti anlatmak üzere söylenen şeyler. Hakikati, kendi doğal sınırları içerisinde algılayamıyor insan. Bütün kıssaların kaynağı tabi ki kutsal kitaplardır. Kelime ve Dimne'nin Suhuf-u İbrahim'den beslendiği söyleniyor. La Fontane'in içinden on iki tane fabl seçerek manzum hale getirdiği anlatılıyor. Hazreti İbrahim'e inen Suhuf gibi, tahrif olmuş veya özgün halindeki İncil gibi, Tevrat gibi, Zebur gibi semavi kitaplarda Allah kıssa ve meselle konuşuyor. İnsanlık tarihi peygamberle belirlenen bir tarihtir. İlk insanla ilk öğreti geldiği için, insanın tarihi, İslam'ın veya dinin tarihidir, onunla özdeştir. Bütün bu insanlığın ürettiği tahkiyeli, öyküleyerek anlatma semavi kökenli bir şeydir. Yolcu kitabındaki hikayeler, Bediüzzaman'ın bir şekilde yakınında bulunmuş, onu tanımış, görmüş insanların kaydettiği hatıralar ve kendisinin aktardığı hikayeler.
Sizin eserlerinizde Risale-i Nur önemli bir referans kaynağı. Yolcu da aynı şekilde. Yolcu, Risale-i Nur'dan ne nispette beslendi? Bize biraz Yolcu'nun yol azıklarından bahseder misiniz?
Keşke biz Risale-i Nur'dan beslenebilsek. Tabi Risale-i Nur'dan beslenmeye çalışan milyonlarca insan var. Eserleri okuyarak daha iyi bir insan, daha iyi bir ilim adamı, daha iyi bir edebiyatçı olmaya çalışan insanlar var. Ama sanat ve edebiyat alanında henüz gürbüz örnekleri yok bunun. Risaleler, bu yüzyılda beliren ve bin yıldır birikmiş olan İslam irfanıyla, Müslümanlarla ilgili sorunları çözdüğü için büyük bir irfani kaynak. Oradan beslenen bir edebiyatın dünyanın en güçlü edebiyatı olması gerekiyor. Nur talebesi olan edebiyatçıların Shakespear'den, Goethe'den daha büyük edebiyatçılar olması lazım. Bu kitap, hem gençlere ve genel okuyucuya hitap etmesi açısından hem de Risale-i Nur'daki hikaye damarının birazcık ortaya çıkması bakımından bir hazırlık çalışması oldu.
Bediüzzaman'ın romanını yazmayı düşündünüz mü hiç?
Bediüzzaman'ın romanını yazmayı ben öteden beri istiyorum. Onun destansı bir yaşamı olduğu için, yüksek bir insanlık durumu yaşadığı için bu önemli. Normal anılar değil onun anıları. Onun gibi kamil veliler, alimlerin eserleri hayatlarından, hayatları da bizatihi eserlerinden çıkar. Zaten Lemeat'ın girişinde de diyor ya; "Üstadım Kur'an'dır. Kitabım hayattır." Hayatı okumak sadece modern yaşamı gözlemlemek adına değil, hayatı mutlak cemal sıfatıyla yaşatması, Hay ismiyle yaratması, varolmuş her şeyin iç yüzünü okuması. Her şeyin, musibetlerin dahi okunması sonucunda ortaya çıkan bir eser. Risale-i Nurlar Kur'an'ın hazinelerinden süzülmüş, hayatı okutan eserler. Yolcu kitabındaki hikayeler, Bediüzzaman'ın bir şekilde yakınında bulunmuş, onu tanımış, görmüş insanların kaydettiği hatıralar ve kendisinin aktardığı hikayeler. En görkemli sanat yapıtları aslında bunlar. Hiçbir edebiyatçıda bu kadar yüksek bir dil, yüksek bir hal bulamıyoruz biz. 'Ricalar' gibi bir metni bizim gibi edebiyatçıların yazması mümkün değil. Tanpınar gibi, Yahya Kemal gibi yazarların veya Batı'daki edebiyatçıların yazması da mümkün değil. Biz daha çok kurgusal şeyler yazıyoruz. Kendi yaşadığımız bazı ufak halleri, şahit olduğumuz ufak sırları abartarak yazıyoruz. Veya da ruh göçü yaşıyoruz, yaşamadığımız şeyleri yaşıyoruz. Orhan Pamuk vs. gibi yazarların, dil işçisi olan, zeki, kabiliyetli edebiyatçıların yaptığı estetik etkinliktir. Bir mimarın bir binayı kurarken proje yapması gibi bir şeydir. Böylesi yazarlar, hikaye veya roman yazarken bir tür estetik yöneticilik yaparlar.
Peki Bediüzzaman eserlerini ne ile yazıyor?
Batı'da çok acı çekerek birebir kendi yaşamını yazan edebiyatçılar için kanıyla yazmaktan filan bahsederler. Knut Humson'un Açlık romanı gibi... Ama Bediüzzaman doğrudan sadece 'şey' ile yazıyor. İbn Arabi diyor ki, "Bizim gibi velilerin yazdıkları tabi ki vahiy değildir ama vahiy meleklerinin getirdiği yüksek ilhamlardır." Üstad da Risale-i Nur için Rabbani ilhamlardan bahseder. Bu hikayeleri 'hikaye' olarak okumak da feyiz verir belki ama o kadar ışıl ışıl, o kadar görkemli şeyler ki bu hikayeler... Sikke-i Tasdik-i Gaybi'de "Bu eserler tefekkür değil, tagaddidir."diyor.
İnsanın ruhunu besliyor yani...
Doğrudan doğruya gıdadır. Su ve ekmeksiz yaşanmadığı gibi gıdadır. Marifet de değildir, şuhuddur. İlim bilmek, marifet tanımak, şuhud dokunmak, tatmaktır. Mevlana'ya diyorlar ya "Aşk nedir?", "Ben ol da bil." diyor. Şuhud, kendisine gösterilmektir. Kul ile Allah arasında yetmiş bin çokluktan kinaye cemal ve celal perdesi olduğu söylenir. İbn Arabi, bu perdenin nebiler ve velilerin gözlerinden giderildiğini söylüyor. Bediüzzaman'ın vizyonlarının yüzde yetmiş sekseni bizzat yaşadığı hallerdir. Üstad, Kur'an okumadığı zaman Bostan ve Gülistan'ı okurmuş. Doğu medreselerinde çok okutulan eserlerdir. Bizim aldığımız edebiyat daha seküler, daha modern, Tanzimat geleneğinin devamı olan bir şartlanmışlık içinde bir eğitimdir. Birtakım kalıplar belirlenmiş, başlıklar belirlenmiş: Modern Türk Edebiyatı, Tanzimat Edebiyatı, Meşrutiyet Edebiyatı gibi. Akif, şair olma niyetiyle yola çıkıp da sonra şair olmuş değildir; o günkü trajik İslam toplumunun manzum bir panoramasını yapmıştır. Hazreti Mevlana diyor ki; "Ben sadece sevgilimi (Allah'ı) düşünüyorum, sevgilim de bana kafiye düşünme diyor. Halbuki sevgilim dışındaki her şey bana kafiyeyle düşün." diyor. "Bu gece yine ilahi aşk şarabıyla sarhoş olduk ve perişanız, o yüzden perişan ve darmadağınık sözler söyleyelim." diyor.
Dağınıklıktan söz edince, Bediüzzaman'ın dilini tenkid eder bazı uzmanlar. Cümle yapılarında problem olduğunu iddia ederler. Bunun hakkında ne söylemek istersiniz?
Onları pek ciddiye almamak lazım. Bu gramer, özel bir gramer. Zaten bütün velilerin dilinde böyle bir perişanlık vardır. Bu perişanlık, olumsuz anlamda bir perişanlık değil; kendine özgülük, ancak kendi halini doğrudan, yalın ifade ettiği için. Niyazi Mısri diyor ya "Lafz u suret u cism içre anlamak isterler bizi / Biz ne elfazız ne suret cümle mana olmuşuz." Yani biz kalıba, biçime, söze, forma sığmayız. Zaten formlar, hallerin yansımasıdır. Zaten alem, gayb aleminin bazı yansımalarıdır. Bu alemde oluşan her form, her şey aslında bir görünüştür. Sinema durağan bir şey olduğu halde biz onu hareketliymiş gibi algılarız. Aslında onlar durağan bir resim, saniyede 24 kare vardır, gösterim anında makara döndükçe biz onu hareketli gibi algılarız. Tecelli de böyle bir şey, kesintisizdir. "Allah her an yeni bir şe'ndedir." diye bir ayet var. Allah her an yeni bir yaratılıştadır yani. Edebiyatla bunun da ilişkisi vardır. İslam sanatındaki deveran dediğimiz arabesk karakter, bilhassa Selçuklu sanatındaki taş işlemeciliği, tezyinatı, ahşap oymacılığı, portellerin yüzeyindeki o yarı figüratif veyahut sadece hatta dayalı Allah'ın yüksek kelamını yazan hat, bütün bu İslam sanatındaki arabesk dediğimiz harekete, devinime dayalı şey, Allah'ın her an yeni bir şe'nde oluşuyla ilgili bir şeydir. Bu organizmi, dinamizmi hayatiyeti ve hayattarlığı Bediüzzaman'ın dilinde kelimelerinde görüyoruz biz. Dolayısıyla o dilin cümlesi devrikmiş, şu şuymuş bu buymuş şeklinde değerlendirmek doğru değil. Bu, gramerin dışında bir şey.
Yolcu, Kuyu başlıklı bir hikaye ile başlıyor. Kuyu motifi klasik doğu edebiyatında sıkıntının, zorluğun, inzivanın, kendini bulma yolunda önemli bir sürecin sembolü. Kuyu denildiğinde ilk akla gelen isim şüphesiz Hz. Yusuf'tur. Bize genel anlamda Risale-i Nur'da ve sizin eserinizde kuyunun ne şekilde işlendiğini anlatır mısınız?
Kuyu burada doğrudan dünyanın imajıdır. Çünkü kuyu aşağıda, alçakta olan bir şeydir. Dünya kelimesi de Kur'an'da sefil olanların en aşağısı olarak geçiyor, Arapça'da 'deni' kelimesinden türetilerek kullanılıyor. Zaten alemlerin en altında dünya alemi var. Kuyuyla ilgili hikaye, Bediüzzaman'ın Sözler'indeki sekizinci sözde geçiyor. Sekizinci sözün orijininin Hz. İbrahim'e inen Suhuf'ta geçen bir mesel olduğu söyleniyor. Ama bunu belirleyemiyoruz tabi ki çünkü suhuf yok elimizde. İlginçtir ki; Tolstoy'un İtiraflarım kitabının Gençlik bölümünde de var bu hikaye. Bir yolcu çölde yürürken bir aslan çıkıyor karşısına. Aslandan kaçarken atmış arşın derinliğinde bir kuyuya düşüyor. Düşerken kuyunun yüzeyinde olan bir ağaca tutunuyor. Ağacın köklerini siyah ve beyaz iki fare kemiriyor. Ağacın köklerinden sürgün vermiş birbirinden farklı meyveler var. Bir kısmı dikenli ama dikenleri gizlenmiş. Bunlar dünyadaki birtakım meşru- gayrimeşru hazları temsil ediyor. Kuyunun dibine bir bakıyor ki bir canavar onu bekliyor. Burada canavar yokluktur, aslan ölümdür. Ölüm gibi manevi şeylerin öte alemlerde belli bir hakikati olurmuş. O hakikate uygun dünyada bir imgesi olurmuş. Hadis-i şeriflerde de geçiyor ya... "Herkes ölür sonra dirilir. Mahşer meydanına ölüm bir aslan suretinde, koç suretinde getirilir ve öldürülür. Ve bir nidacı da 'Ölüm öldürüldü, ölüm öldürüldü' diye bağırır." Aslan işte burada olduğu gibi ölüm demektir. Aslında orada hikayenin hikaye olmadığını, gerçeğin bir boyutu olduğunu görüyoruz. Biz bir güzellik yaşıyorsak bunu hayra vesile olmak adına insanlara yazmamız lazım hikaye olarak. Ama bunu çok samimi ve yalın bir şekilde, dilin imkanlarını kullanarak, dilin doğasına nerdeyse müdahale edecek biçimde yapmalıyız. Dikkat çekmek için, falan için, filan için veya başka bir sürü motivasyon ile değil; sadece bu halimizi paylaşmak üzere..."Onlar ki hakkı ve sabrı birbirine tavsiye ederlerdi." doğrultusunda hareket etmek için. Çünkü bu ilahi bir emir. Eğer insan olduğunu hissediyorsa, insan bununla yükümlü. Yaşadığımız kötü bir hadise varsa, bir musibet varsa bunu da anlatmalıyız.
"Batılı tasvir safi zihinleri idlal eder." diyor Üstad. Çirkin şeyleri anlatmak zihnin safiyetini bozar diyor. Bu ifadeyi göz önünde bulundursak sizce batılı tasvirin ölçüsü ne olmalı?
Bediüzzaman bir ara gazetecilere yönelik, "Edipler edepli olmalı hem de edeb-i İslamiyye ile müteeddip olmalı." diye uyarıyor. "Matbuat nizamnamesini, basın ilkelerini diyanet tanzim etmeli." diyor. Çünkü vicdan Allah'ın elçisidir, Allah'ın sesidir. O böyle ahlaki bir norm, ilke veriyor. Demek ki aslında güzel olan şey iyidir. İyi olan da gerçektir, hakikidir. Böyle bir formülasyonu da içermiş oluyor. İkincisi ehl-i dalalet ve sefaheti, ahlaki çizgiden çıkmış, birtakım çirkin işler yapan insanları yolundan vazgeçirmenin çare-i yeganesi onlara o sefahet ve dalalet içerisindeki aynı elemi göstermektir. Batılı tasvir safi zihinleri idlal eder. Siz bir acı, günah, karanlık yaşadınız. Bunu hissettiniz, Cenab-ı Hak bunu size gösterdi. Bunu da anlatabilirisiniz öykülerinizde. Böylesi hikayeler yazmış tarihte doğuda ve batıda pek çok edebiyatçı vardır. Ancak Lawrence gibi kötü, tahripkar edebiyatçılar da var. Bunların çok okunuyor olması, çok önemsenmesi, birtakım edebiyat eleştirmenlerinin bunlar hakkında çok iyi şeyler söylemesi onların doğru, iyi yazar olduğu anlamına gelmiyor. Çünkü bir çirkinlik için 'bana göre iyidir' diyemezsiniz. Bunu biz tanımlayamıyoruz çünkü meşruiyet zeminini Allah belirliyor. İyilikten, hayırdan haberi olmayan kötü bir edebiyatçının yazdığı kötü bir hadise başkaları için ibret vesilesi olabiliyor. İşte Bediüzzaman böylesi ölçüler veriyor. Bediüzzaman'ın Yolcu'ya konu olan kendi hallerinde mutlak güzellik ve mutlak hayır var. Zaten onun her hali olağanüstü.
Eserlerde iyi ve kötü hikaye kahramanları var. Yolcu'daki o kahramanları yalnızca bir hikaye kahramanıymış gibi oturduğumuz koltuklardan mı okumalıyız, yoksa hikayenin içine girip o kahramanların ardına mı düşmeliyiz?
Yolcu'daki hikayeler bizim hikayelerimiz, insanın hikayesi. Varlığın olumlu olumsuz iki kutbu, iyi- kötü, olumlu-olumsuz, güzel-çirkin, şer-hayr , müsbet-menfi yalnız tecelli aleminde, bu alemde var. İman- küfür yalnızca bu alemde geçerli. Güzel- çirkin, duyularımızla algıladığımız bu alemde var yalnızca; Allah'ın katında yok. Bediüzzaman Risale-i Nur için "Kur'an'ın elmas dükkanından alınmış bir pırlantadır" diyor. O hazinelerden gelmiş bu kıssalar ve Kur'anidir. Fakat bir insanlık durumu hikayesi olmak üzere Bediüzzaman'ın yaşadığı en zor, en ağır şartlarda yaşadığı durumlar da çok güzel birer hikayedir. Göz kamaştırıcı bazı vizyonları var mesela. O anlatmış ama bizatihi kendisi yaşadığı için onu bizim anlamamız çok zor çünkü diyor ki Tahirül Mevlevi; "Velilerin seyrü süluklarını anlamamız için o seyrü sülukları yapmış olmak lazım." Biz sadece zihinsel kalıplarımızın elverdiği oranda Bediüzzaman'ı algılayabiliyoruz. Ama Bediüzzaman söz söyleyerek irşad eden bir adam ve ölümünden sonra da tasarrufu devam ediyor. Risaleleri okuyarak irşad oluyor insanlar. Kendisine bir tür mürşitlik vazifesinin verildiğinin ilk işareti olan bir ifadesi var: "Bir zaman ağrı dağının karşısındaydım.Büyük bir patlama oldu. Baktım annem yanımda. Bir heybet bir korku oldu. Dedim anne korkma, Cenab-ı Hak rahimdir, kerimdir. Sonra anladım ki bu gördüğüm vakıa bir vizyondur. Kur'an'ın etrafındaki surlar yıkılacak. Bu zamanda o icazın ben olduğunu anladım." Ağrı dağı göründüğü zaman o anlattığı şey bir imaj olarak canlanıyor.
Bediüzzaman'ın Erek Dağı'nda geçirdiği günler nasıldı?
Bediüzzaman, Erek Dağı'nda geçirdiği günlerde dünyadan kopuk, son derece mütevazı bir hayat yaşıyor. Orda birkaç talebesiyle Hz. İsa'nın havarileriyle yaşadığı gibi bir farklı bir haldedir Bakir doğanın ortasında çok az yemek yiyerek hayatta kalıyor. "Bir köpeğin gıybetini yapmayın" diyor. "Bir tavuğum vardı diyor, her gün bana rahmetten yumurta getiriyordu. Misafirlerim gelince bana her gün iki tane getirmeye başladı" diyor. Bu kadar büyük bir bilgenin bu kadar sade yaşaması müthiş bir şey. Talebeleriyle dağda kırda gezerken Kur'an okuyor, cevşen okuyor, her şey ayet olduğu için kainat kitabını okuyor. Biz doğayı neden tahrip etmiyoruz, çiçekleri koparmıyoruz, suyun debisini neden bozmuyoruz? Çünkü onların her biri bir ayet. Orda yürürken talebelerine alıç, yaban armudu gibi dağ meyvelerini göstererek; "Bunları yemeyin diyor. Onlar dağdaki hayvanların rızkıdır. Sizin rızkınız şehirdeki bağ ve bahçelerdedir." diyor. Müthiş bir hayat, değil mi? Fıtratın, tabi halin bozulduğu böylesi zor bir zamanda hiçbir şeye bulaşmaksızın müstağni yaşıyor üstad. Şunun hikayesini yazmalı birisi: Talebelerine diyor ki "Siz bana hizmet ediyorsunuz. Ben yaşlı bir adamım. Tek başıma hizmetimi göremeyebiliyorum. Hastayım. -Zaten 38 yıl sistematik bir işkence yapmışlar. Çok güç şartlarda yaşamış. Zehirlenmiş defalarca.- Bediüzzaman çok büyük bir alim, bir veli, ona hizmet edersek Allah'ın rızasını kazanırız diye düşünmeyin. Bu yanlış, bu Kur'an'ın sırrına terstir. Bediüzzaman çok güzel kitaplar yazdı, biz onları okuduk, irşad olduk, minnet ve şükran hissiyle de sakın bana hizmet etmeyin diyor. -Hizmetten kastı da bir bardak suyunu getirecekler, abdest alacağı zaman havlusunu getirecekler.- Ancak yaşlı ve kimsesiz, hasta bir adamım, böyle bir insana hizmet etmek sevaptır diye acıdığınız için olabilir belki. Bir bardak su getirebilirsiniz. Ama sakın bunun da sevabını düşünerek yapmayın. Hölderlin'in dediği gibi, yeryüzünde şairane oturur diyor insan-ı kamil, adem-i hakiki, yetkin insan. Bediüzzaman, bizim kitaplardan tanıdığımız bildiğimiz insan. Bu kamil insanın hikayesini yazmak çok zor bir şey ama en azından şunu düşünebiliriz; biz ne kadar kötü insanlar olursak olalım, ne kadar günahkar olursak olalım; biz en azından bu yetkin insanın hikayesini yazmak zorundayız. Çünkü zaten modern zamanlarda düçar olduğumuz bu çürümeyi, kokuşmayı anlatan, tasvir eden birçok kitap var.
Sadık Yalsızuçanlar Yolcu'yu yazmış, bize artık yazılacak bir şey kalmamış, diye düşünemez miyiz?
Asıl hikaye henüz yazılmamıştır. Ve bir de ne kadar çok insan ne kadar çok yazarsa yazsın asıl yazılan şey hiçbir zaman yazılmayacaktır. Söylenen şey de söylenmeyecektir. Asıl söylenenden daha yücesi, daha safı mutlaka söylenir ve yazılır.
40ikindi.com