Hüseyin Kara'nın makalesi
Üzerinde durdukları konu için yazanlar ve sadece yazmak için yazanlar diye yazarları ikiye ayırır Schopenhauer.
Bu tanıma göre, Bediüzzaman, yazarken başka bir kitaba bakmadan, akla gelmez baskılar altında kaleme aldığı dev Risale-i Nur Külliyatında el attığı konuları önce kendisi ve sonra aynı ihtiyacı paylaşanlar için seçip ya da seçtirilip son derece değişik bir üslupla kaleme almakla yazar kategorilerinin birincisinin başında gelir. Yazdıklarını önce kendinde denedikten sonra başkalarına tavsiye etmiştir.
“Ben başkaları için kitap yazmamışım. Kendim için yazmışım. Kur’an’da bulduğum bu devalarımı arzu edenler okuyabilir” (1) demekle, yazdıklarına en çok kendisinin muhtaç olduğunu vurgulayarak gösterdiği tevazu ile, ihtiyaç duyduklarında başkalarının da okuyabileceklerini ifade eder. Yazdıklarından tek amaç, önce kendisinin ve sonra diğer insanların istifade etmesidir. Bediüzzaman, çoklarından farklı olarak, eserlerinin değişik yerlerinde vurguladığı gibi dünyalık hiçbir amaç gütmemiştir. Günümüz insanının dine, hayata, insana, kâinata ilişkin ihtiyaç duyduklarını, önce kendisi, sonra başkalarının istifadesi için kaleme almıştır.
Schopenhauer, başka açıdan, üç tür yazardan söz edilebileceğini de söyler(2): Düşünmeksizin yazanlar, yazarken düşünenler ve yazmadan önce düşünenler. Birinci ve ikinci grupta yer alanların sayıları oldukça çoktur. Ancak yazmadan önce düşünüp yazma ihtiyacını duyanlarsa çok azdır. Düşünme olgusu, Bediüzzaman’da ibadet şevki içinde yapılan bir ameliyedir. Bediüzzaman risaleleri telif ederken, yanında Kur’an-ı Kerim’den başka kitap bulundurmamıştı. Müracaat ettiği tek kaynak buydu. Yazdıkları da sünuhat kabilinden olduklar için, kendisinden öncekilerini ve muasırlarını taklitten uzak, her kesimin okuyabileceği ve anlayabileceği orijinal bir üsluba sahiptir. Risale-i Nur Bediüzzaman’ın kendi müşahedeleridir; görmediği, inanmadığı ve hatta üzerinde denemediği hiçbir şeyi yazmamıştır. Külliyat baştan sona, ya kalbinde doğan ya kendisine ihtar edilen bir ihtiyaçtan ötürü yüzlerce konulardan örülmüş olduğu için, gerek okunması ve gerekse okundukça haz alınması açısından başka eserlerden tamamen ayrılır. Hele konularının çeşitliliği ve onlara ilişkin doyurucu açıklamaları ile gönülleri fethetmiştir. Günümüzde yurt içinde ve dışında milyonların gönlünde taht kurmasının anlamı da budur. Nitekim Bediüzzaman da “hem, yazılan eserler, risaleler –ekseriyet-i mutlakası- hariçten hiçbir sebep gelmeyerek, ruhumdan tevellüt eden bir hacete binaen anî ve def’î olarak ihsan edilmiş. Sonra Bazı dostlarıma gösterdiğim vakit, demişler: ‘Şu zamanın yaralarına devadır.’ İntişar ettikten sonra ekser kardeşlerimden anladım ki, tam şu zamandaki ihtiyaca ve derde layık bir ilaç hükmüne geçiyor.”(3) demekle de risalelerde ihtiyarının çok az olduğunu ve başka unsurların karışmadığını vurgulamaktadır. “Bir yazar malzemesini kendi müşahedelerinden çıkarmadıkça okunmaya değer değildir” demekle, bunu destekler mahiyette Schopenhauer de özgünlüğün, bir kitabı okutan en büyük özellik olduğunu söyler (4).
Bediüzzaman, gençliğinden beri içinde besleyip büyüttüğü ve her vesileyle yoğunlaştığı bir gaye-i hayali vardı. Birinci Cihan savaşının öncesindeydi. Ararat dağı denilen meşhur Ağrı Dağının altındaydı. Birden o dağ müthiş infilak etti. Dağlar gibi parçaları dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktı ki, merhum validesi yanındaydı. “Ana korkma! Cenab-ı Hakkın emridir; O Rahim’dir ve Hakîm’dir.” dedi. Birden o halette iken, baktı ki mühim bir zat, ona buyururcasına “İ’caz- ı Kur’an’ı beyan et!” dedi. Uyandı ve bir büyük infilak olacağını, o infilaktan sonra Kur’an etrafındaki surların kırılacağını, Kur’an’ın doğrudan kendi kendini müdafaa edeceğini; Kur’an’a hücum edileceğini, i’cazı onun çelik zırhı olacağını; bu zamanda i’cazın bir türünün izharına haddinin üstünde olarak onun namzet olacağını anladı (5). Artık “vakıa-i sadıka” diye tabir ettiği bu olaydan sonra Bediüzzaman’ın bütün gayesi Kur’an’ın bu asırdaki açılımı olmuş; zaman içinde başta Sözler olmak üzere günümüz insanının manevi yaralarına merhem olacak bütün Risale-i Nur Külliyatını ürün olarak vermiştir. Risale-i Nur’daki bu cazibe, Bediüzzaman’ın aldığı bu kudsi emri kılı kırk yararcasına bir titizlik ve içtenlikle, hiçbir tehlikeye aldırış etmeden, hiçbir şeyden korkmadan, hayatı boyunca ördüğü fikir dünyasının eşsiz özgünlüğünün sindiği bir üsluptan kaynaklanmaktadır. Bundan ötürüdür ki, Risale-i Nur’daki üslup güzelliği başka eserlerde yoktur. Günümüz insanının ihtiyaçlarına cevap olarak seçilen ya da seçtirilen; kalbinde doğan ya da ihtar edilen konuların hepsi orijinaldir ve yazı diline aktarılması da tamamen özgündür.
Bediüzzaman’ın bilgi-kültür doluluğu
Risalelerde işlenen konuların ele alınış biçimleri irdelendiğinde, Bediüzzaman’nın bu konulara vukuf ve hâkimiyetinin de muhteşem olduğu, onları herkesin anlayacağı bir üslupla ele aldığı görülmektedir. Öteden beri, Bediüzzaman’ın çok güçlü bir hafıza ve zekâya sahip olduğu, bir metni bir defa okumakla hafızasına aldığı ve anladığı, bu özeliğindendir ki, hayatında üç ay kadar temel eğitim dışında ciddi bir öğrenim dönemi geçirmediği, kendi kendine birçok din ve fen alanlarında uzmanlaştığı ve nihayet 1907 yılında, İstanbul’da, kaldığı Şekerci Hanındaki odasının kapısında, “Burada her suale cevap verilir, her müşkül hal edilir; fakat sual sorulmaz.” (6) levhasını astığı bilinmektedir. İşte Risale-i Nur’un altyapısında, Bediüzzaman’ın bu büyük kültür birikimini aramak da yerinde bir değerlendirmedir. Risale-i Nur, sıradan okuyanlar için bir hidayet ve tefekkür kitabı olmasının yanında, değişik bilim dallarında uzman olanlara da ciddi bir ufuk açıcı ve bilim kaynağıdır. Bir Risale-i Nur talebesinin yazdığı gibi, “Risale-i Nur, şems-i Kur’an-ı Mu’ciz’ül-Beyan’ın elvan-ı sebası, Risale-i Nur’un menşur-i hakikatinde tam tecelli ettiğinden, hem bir kitab-ı hikmet, hem bir kitab-ı ubudiyet, … hem bir kitab-ı zikir, hem bir kitab-ı fikir, hem bir kitab-ı hakikat, hem bir kitab-ı tasavvuf, hem bir kitab-ı mantık, hem bir kitab-ı ilm-i kelam, hem bir kitab-ı ilm-i ilahiyat, hem bir kitab-ı teşvik-i sanat, hem bir kitab-ı belağat, hem bir kitab-ı isbat-ı vahdaniyet,…” (7) diye yazmakla Risale-i Nur’un özelliklerinin belli başlı olanlarını sayarak, aynı zamanda müellifi olan Bediüzzaman’ın da çok yönlü bir deha olduğunu ifade etmeye çalışır.
Risale-i Nur ve Bediüzzaman isimleri özdeştir. Risale-i Nur’u okuyan Bediüzzaman’ın niteliklerini sayacağı gibi, Bediüzzaman’ı tanıyan da Risale-i Nur gibi dev bir eserin zekâsından fışkırabileceğini rahatlıkla kestirebilir. Risale-i Nur’daki orijinal konular ve zengin üslup Bediüzzaman’ın kimliğini apaçık ortaya koyar. Bu demektir ki, Risale-i Nur’u okumayanın Bediüzzaman’ı hakkıyla tanıması mümkün değildir. “Üslub-u beyan ayniyle insan” özdeyişi Bediüzzaman ismi ile Risale-i Nur arasında kurulacak ilişkiye güzel bir örnektir.
Risale-i Nur, hangi risale ve parçası okunursa okunsun ya da dinlensin, insanı lahuti çağrışımların içine daldırır. Yüksek edebiyat ve belağatının yanında, son derece çekici ve orijinal bir cazibesi vardır. Bediüzzaman’ın derin bir vukufiyetle kullandığı risalelerdeki sanat zenginlikleri, başka kitaplarda pek görülemez. Risale-i Nurun birçok parçaları okuyanla sanki diyaloğa geçer, okuyana şevk verir, okuyanın iç dünyasında manevi kıpırdanmalara yol açar. Bundandır ki, aynı parça defalarca okunduğu halde bıkkınlık vermez ve insanı yormaz. Risale-i Nur’un cümlelerinde ne bir eksiklik ve ne bir fazlalık vardır. Kimi ifadelerde edebiyat kaidelerine ters düşen bir nokta olsa da, iyice irdelendiğinde orada bir başka incelik ve hikmetin olduğu görülecektir.
Bediüzzaman’ın edebiyat yönü tartışılmaz. Muasırlarının çok ilerisinde bir çizgi takip etmiştir. Nitekim Bediüzzaman’ın bu özelliğini fark eden İstiklal Marşı şairimiz Mehmet Akif Ersoy, bir edebiyat meclisinde, “Victor Hugolar, Shakespeareler, Descartesler, edebiyatta ve felsefede Bediüzzaman’ın bir talebesi olabilirler.”(8) demiştir.
Nedir üslup?
Sözlükler, her ne kadar “Bir sanatçıya, bir çağa ya da bir ülkeye özgü teknik, renk, biçimlendirme ve söyleyiş özelliği, biçem, stil” diye söz etseler de üslubun dört dörtlük olarak tanımlandığı söylenemez. Üslup, kişiden kişiye, ülkeden ülkeye, dönemden döneme ve hatta çağdan çağa değişen bir şeydir. Daha çok edebiyatta kullanılan üslubun değişik alanlarda kullanılması da söz konusudur. “Her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır” atasözü de sanatkârdan sanatkâra, kişiden kişiye, yalnız bir konuda değil birçok konularda değişen üsluba açıklık getirebilir.
Üslup, kişilikten haber veren en önemli bir olgudur. Okunan bir parça ya da bir yazı, yazarının hakkında yeterince bilgi verebilir. Nitekim, “Üslup zihnin fizyonomisidir ve mizaç ya da kişilik için bedenin fizyonomisinden daha güvenli bir ipucu sunar” diyen Schopenhauer da, kullanılan üslubun kişilik tanımında önemli bir fenomen olduğunu vurgular. Yazıda üslup, daha çok yazarının nasıl düşündüğünden haber verir. Dolayısıyla üslup, böyle bir yazarın nasıl düşündüğü, düşüncelerinin temel durumu, niteliği ve buna bağlı olarak neler yapabileceğinin dışavurumudur. Haklı olarak, “ Üslup, bir kimsenin bütün fikirlerinin, ne kadar çeşitli olursa olsun, yoğrulup şekillendiği hamurdur.”(9) demekle, üslubun daha çok kişinin manevi değerlerini ortaya koyacağına işaret eder Schopenhauer. Peyami Safa da “İşleme ve hareket (fonksiyon) halinde bulunan şuur ve umumiyetle ruh muhtevalarının ifade şekli, üslubu vücuda getirir (10)” ifade etmekle, resmî üslup, ilmî üslup, gazete üslubu gibi kişisel olmayan ifade tarzlarını, kişisel ve teessürî unsurları kapsamadıkları için, konu edilen üslubun dışında mütalaa eder. Kalıplaşmış, klişeleşmiş ifadelerde insanın içinden gelen bir heyecan yoktur. Dolayısıyla bu tür ifadelerden “üslup insandır” yargısına varmamız mümkün değildir.
Eskilerin “Üslub-u beyan ayniyle insan” dedikleri “üslup insandır” sözü son derece yerinde bir sözdür. Özgün üslup sahibi yazarlar, yazdıklarından kolaylıkla tanınırlar. Yazılar, yazarlarının nasıl bir kişilik tipine sahip olduklarını da ele verir. Anlatırlar; biri bir bilge kişiye en yakın köye ne zamanda ulaşılabileceğini sorar. Bilge “yürü bakalım” diyerek, yürüyüşünün, adım atmasının nasıl olduğunu görmek ister. Bir yazı, yazarının aynası olduğu gibi, neler yapabileceğinin de göstergesidir.
Asrın Müceddidi olarak bilinen, ancak bir büyük edip de olan Bediüzzaman, “Üsluptan muradım, kelamın kalıbıdır ve suretidir”(11) der. Belagat açısından işlevi, olayların ayrıntılarını ve perişan olarak gözüken parçalarını bir araya getirip birleştirmektir. Böyle bir üsluptaki yazıda, “Bir şey sabit olursa levazımıyla sabittir” kaidesi geçerli olur. Artık herhangi bir konuyu irdeleyen bir yazının yalnızca bir parçasını tahrik etmekle, yazının bütününün canlanmasına yeterdir. Çünkü yazının bütün unsurları yalnız bir amaca yoğunlaşmıştır; bir paragraf, bir cümle nereye parmak basmışsa bir kelime, hatta nokta ve virgülü de aynı noktayı işaret etmiştir. Bunu göstermek için Bediüzzaman, “Güya, mütekellim üslubun bir köşesini muhataba gösterse, muhatap kendi kendine –velev bir derece karanlık olsa da- tamamını görebilir” demekle de yerinde üslubun baştan sona bir esere ne denli kıvraklık ve canlılık kazandırdığını ifade eder. Bediüzzaman “mübareze”, yani “savaş, kavga” kelimesini örnek olarak verir. “Mübareze”, bir pencere gibi savaş alanını ve savaş alanında olup biteni çağrıştırmaz mı? Bir yazıda yalnızca bir kelimesini okuyanın zihninde yazının bütününe ilişkin çağrıştırdığı manalar önemlidir.
Bazen üslup kendini hemen göstermez. Kendini hemen göstermeyen üslupla kaleme alınan yazılarda “aşırı yorum” gereklidir. Bediüzzaman, üslup mertebeleri babında, bu tür üsluplardan “nesim-i seherden daha aheste eser”(12) diye söz ederek, bu tür üsluplarla örülen sanat eserlerinin anlaşılması için, bir diplomat gibi koku alma duygusunun çok hassas olma gereğini şart koşar. Bediüzzaman, bu bağlamda Yasin suresindeki “Çürümüş kemikleri kim diriltecek?” (Yasin/78) ayetinin ifade tarzından, Zemahşerî’nin “Mübareze için meydana kim çıkar?” üslubunu görebildiğini, ince üslup taramasında örnek olarak verir.
Söz güzelliği mi yoksa muhteva mı?
Söz mü yoksa mana mı, üslup mu yoksa muhteva mı, iç mi yoksa dış güzellik mi ön planda tutulmalı? Bu konuda dün olduğu gibi bugün de yazarlar arasında fikir ve uygulama birliğinden söz edilemez. Kimi üslubu muhtevaya, güzel ifade tarzını manaya tercih ederek üslup, yani söyleyiş güzelliğinden yana tavır almış, kimi de daha çok içeriğe, yani manaya önem vererek bir anlamda özü söze feda etmemiştir.
Ama beden üslupsa, ruh manadır. Başka bir deyişle; öz her zaman değerlidir bir çekirdeğin kabuğundan. Elbise elbette önemlidir; ama bundan daha önemlisi içindekidir. Elbise içindekiyle anlam kazanır, aksine bir örtüden öteye geçemez. Derler ki bülbülün o kadar güzel sesi yokmuş. Kendi türünün içinde bülbüle üstünlük kazandıran ve çok güzel sesler için “Bülbül gibi” dedirten onun sesindeki anlamdır. Üslup araçsa, mana, yani muhteva, yani iç güzellik amaçtır. “Kulağa hoş gelen bir söz ya da bir kafiye için manayı yok saymak, amaca kilitlenmek değil, araçta boğulmaktır.”(13) Kafiye için Safiye’yi öldürmek ne kadar doğrudur?
Çağımızın büyük mütefekkiri Bediüzzaman, üsluptan çok muhtevaya, bedenden çok ruha, dıştan çok içe, kabuktan çok öze önem vermiştir. Bütün hayatı boyunca kulaklarda kalacak sözlerin dizilişine değil, kalp, ruh, vicdan ve fikirlerde yer edecek ulvi hislerin kalıcılığı üzerinde durmuştur. Onun için önemli olan davasıydı; bütün yazılarındaki kelimeler, cümleler, paragraflar ve yazıda kullanılan bütün sanatlar kutsal davasına seferber olmuştur. Onun bütün risalelerinde, göz ve kulağa hitap edecek üslup, muhteva ve konuya göre şekil ve renk alarak, ruhun derinliklerine nüfuz etmiştir.
Anlam ve söz güzelliği yazının bütününe değerleri kadar sinmelidir. Bediüzzaman, Muhakemat’ın “Unsur’ul- Belagat” bölümünde, üslubun üzerinde titizlikle durur, sözü “lafızperestlik, üslupperestlik” olarak adlandırdığı üslup meraklılarına getirir ve ünlü Arap edebiyatçısı Harirî’yi örnek olarak verir. Harirî’nin “Makamat” adlı eserine girmemizi ve muhtevasını görmemizi tavsiye ettikten sonra; haklı eleştirisini şu veciz cümlelerle yapar: “O dahiye-i edep nasıl hubb-i lâfza mağlup olarak, lafızperestlik hevesi o kıymettar edebini lekedar ettiği gibi, lafızperestlere de bast-ı özür etmiştir ve numune-i imtisal olmuştur. Onun için, o koca Abdulkahir, bu hastalığı tedavi etmek için “Delâil-i İ’caz” ve “Esraru’l- Belâgat”in bir sülüsünü onun ilaçlarıyla doldurmuştur.” (14) Böylesi bir çığır açanlara iyi bir gözle bakmadığı gibi, bunları belagat zevkini “fikrin mecra-i tabiisi olan nazm-ı maani”den “nazm-ı lâfz”a çevirmekle Arap dilinin asli hüviyetinden uzaklaşarak yozlaşmasına, soysuzlaşmasına sebep olarak görür. Bediüzzaman, “Efkâr ve hissiyatın mecra-i tabiisi nazm-ı maanidir”(15) demekle de manaların dizilişinin, mantıkla desteklendiğini ve mantığın üslubunun silsileli olarak hakikatlere yöneldiğini; hakikate giren fikirlerin hakikat esaslarının inceliklerine nüfuz edebileceğini, bu inceliklerin âlemin mükemmel nizamına dayandığını; işte bu mükemmel nizamda saf güzelliklerin olduğunu, bu güzelliklerin de belağat çiçeklerinin bahçesini oluşturduğunu söyler. Sonra “bülbül” dediği şair ve sanatkârın nağamatına “aheng-i ruhanî” verenin, yalnız ve yalnız “nazm-ı manidir” der. Bu bağlamda, Bediüzzaman, iç güzellikten daha çok dış güzelliğe meftun olanlar ve sözün güzelliği için çok şeyi feda edebilecekler için de, “Evet, lâfızperestlik bir hastalıktır; fakat bilinmez ki hastalıktır.” (16) sözünü de esirgemez.
Bediüzzaman, söz güzelliğinin de yazıya bir değer kazandırdığını kabul eder. O da şartlar elverdiğinde teşbih, istiare ve temsillerle yazının süslenmesine taraftardır. Risalelerin birçok yerlerinde kulağa hoş gelen ve okuyanı hayrete sevk eden birbirinden güzel ve orijinal pasajlar vardır. Bu meyanda “Evet, lafza ziynet verilmeli, fakat tabiat-ı mana istemek şartıyla. Ve suret-i manaya haşmet vermeli, fakat mealin iznini almak şartıyla. Ve üsluba parlaklık vermeli, fakat maksudun istidadı müsait olmak şartıyla. Ve teşbihe revnak vermeli, fakat matlubun münasebetini göze almak ve rızasını tahsil etmek şartıyla. Ve hayale cevelan ve şaşaa vermeli, fakat hakikati incitmemek ve ağır gelmemek ve hakikate misal olmak ve hakikatten istimdat şartıyla gerekir.”(17) diyerek, birçok sanatların ancak yerli yerinde kullanılmaları halinde bir kıymet ifade edeceklerini açık bir şekilde özetleyerek, sanat adamlarına bir ölçü de vermektedir. Gelişi güzel kullanılan sanatların yazıya kazandırdığı şey, güzellikten çok gösteriş ve basitliktir.
Bir yazıyı okunur hale getiren elbette üsluptur. Üslup ürünün pazarlanması için bir ambalaj gibidir. Ama ürünün değerine göre ambalajın hazırlandığı da bir gerçektir. Muhtevadan yoksun bir yazıya verilmeye çalışılan üslup aynı yazıyı gülünç duruma düşürür, bayağılaştırır. Haklı olarak “İnsan bazı şeyleri söylemeyi seçtiği için değil, onları belli bir biçimde söylemeyi seçtiği için yazardır” der (18) Jean Paul Sartre. Ve üslubun düzyazıya değer veren başat özelliğin olduğunu, ancak göze batmamasını, sırıtmamasını da söyler. İşlenmeyen bir konu da kalmadı. Böyle olunca, konulara kalıcılık ve uzun ömür kazandıran üsluptan başka özellik değil. Ama ne olursa olsun önce konu bulunmalı, sonra konuya göre üslup kullanmalı. Giraudoux’un “Bütün iş biçemi/üslubu bulmaktadır, düşün arkadan gelir” (19) dediği gibi değil. Öyle olsaydı, insana göre elbise değil, elbiseye göre insan aranırdı. Asıl olan elbise midir?
Bediüzzaman, canlı, hareketli, cazip bir yazının ortaya çıkması için önemli bir ameliyeden söz ederken, “Kelamın hayatlanması ve neşv ü neması, manaların tecessümüyle ve cemadata nefh-i ruh etmekle bir mükâleme ve mübahaseyi içlerine atmaktır” (20) der ve yazının bir diyaloğa dönüşmesini önemli bir üslup olarak görür. Böyle bir yazıyı okuyan kişi de ister istemez yazıda gördüğü diyaloğa kendini kaptırır, zengin çağrışımların ve diyalogların içine girer; muhatap adeta yazının içinde yaşar, gezinir, aldığı enerjiyle bir oraya bir şuraya gider, yazının kahramanlarından biri olur. Bediüzzaman, Risale-i Nur’da yer yer bu üslubu seçerek, muhatabı zengin tefekkür atmosferine sokar. Ayet’ül- Kübra (21) risalesi baştan sona bir seyyahın kâinattaki belli başlı unsurlarıyla yaptığı tevhidi diyaloglarıyla doludur. Bir şaheser olan bu risale, muhataba lahuti olduğu kadar mantıkla donanmış çağrışımlar yaşatır; kâinat cansızken adeta birden canlanır, her bir varlık şahıs olup çıkar. Ayet’ül- Kübra’nın üslubu tamamen özgün ve orijinaldir. Okuyan ve dinleyeni içinde yaşatan bir üslupla yazılan “Hüve Nüktesi”(22) de, hava sayfasında hayali ve fikri bir seyahatle varılan tevhidî birlikteki incelik, güzellik ve zarif manaları son derece akıcı ve orijinal bir üslupla gündeme getirmektedir. Gerek “Ayet’ül- Kübra” ve gerekse “Hüve Nüktesi”nde diyaloglar hayalden çok hakikattir. Nitekim “Bir şiiri güzel gösteren, içindeki hayalin hakikate bir derece müşabehetidir” (23) demekle de Bediüzzaman, tamamen hayali olan yazıların bir kıymeti harbiyelerinin olamayacağını zımnen söylemektedir.
Üslûp Çeşitleri
Konuya, muhtevaya ve yazı türüne göre üslubun değişmesi, buna azami olarak uyulması bir yazının güzelliği, uyumu ve yapmacıktan uzak olması için önemlidir. Bediüzzaman, bir sözün selametini, düzgünlüğünü ve orta bir mizaçta olmasını “Kelamın selamet ve rendeçlenmesi ve itidal-i mizacı ise, her kaydın istihkak ve istidadına göre inayeti taksim ve hil’at-ı üslûbu tevzi ve giydirmektir” (24) diye özetlemektedir. Bir hikâyede, anlatanın hikâyecinin hikâye kahramanının yerine kabul etmesi, onun duygu ve fikirlerini, onun diliyle konuşması gerektiğini misal olarak verir. Hikâye kahramanının düşüncelerini, duygularını ve hayallerini yazarın bizzat yaşaması, ortaya çıkacak esere canlılık verir; okuyanı ve dinleyeni derinden etkiler. Yazıya göre üslup kullanmak da esere değer kazandırır.
Bediüzzaman, fikrin ağırlık ve hafifliğine göre kullanılan üslupları da “Üslub-u mücerret /Sade üslup”, “Üslub-u müzeyyen/ Süslü üslup” ve “Üslub-u Âli/Yüksek üslup” diye üslubun esasları olarak (25) üçe ayırır ve nerelerde kullanılmalarının gerektiğini örnekler vererek açıklar. Özetle, ilahiyat ve usul ilmine ilişkin bahislerde şiddet, heybet ve kuvveti içine alan yüksek üsluptan, hitabet ve özellikle ikna konularında ziynet, parlaklık, teşvik ve vazgeçirmeyi ihtiva eden süslü üsluptan ve herhangi bir işlem, diyalog ve dilbilgisi gibi temel bilimlerde ise sade üsluptan yararlanılmasının uygun olacağını söyler. Biri diğerinin yerine kullanmak ise yazıya yapmacık bir görüntü verir. Nitekim, Peyami Safa da, “Adi fikirlere ve ruh muhtevalarına orijinal bir ifade şekli vermeye çalışan suni üsluplar da vardır”(26) diyerek, yapmacık üslupların şahsilik ve samimilikten mahrum olduklarının üzerinde durur.
Said Nursî, elinde hiçbir kitap olmadan, çoğu zaman aniden “yaz kardaşım!” diye yanında bulunan bir kâtibine yazdırdığı Risale-i Nur’da kullandığı üslup, konu, fikir ve türe göre değişkendir. İman bahislerinde kullandığı üslup, başka konuların üslubundan oldukça farklıdır. Orada kelimeler, cümleler ve manalar sanki bitmez su kaynağından gelir gibi, adeta bir nehri andırır şekilde gürül gürül akar. Çoğunlukla bu tür risalelerdeki kelimeler de, cümleler de derin anlamlar ifade eder; özellikle cümleler birbiri ardınca insanı lahuti duyguların içine çeker, dalga dalga yüce duygulara tırmandırır. Mesela, Yirmi Dördüncü söz baştan sona, insanı yoğun ulvi duygu dünyasında dolaştırır. Muhatabının “Semayı dinle; nasıl ‘Yâ Celil-i Zülcemal!’ diyor. Ve arza kulak ver; nasıl ‘Yâ cemil-i Zülcelal!’ diyor” hitap ederek, gözünü gökyüzü ve yeryüzüne çevirmesini ve kulağını onlara ve onlardaki olup bitenine vermesini istiyor. İnsanın dikkatini onlardaki ayrıntılara toplamasını isteyerek de “Ve hayvanlara dikkat et; nasıl ‘Yâ Rahman, yâ Rezzak!’diyorlar. Bahardan sor; bak nasıl, ‘Yâ Hannan, yâ Rahman, yâ Rahim, yâ Kerim, yâ Lâtif, yâ Atûf, yâ Musavvir, yâ Münevvir, yâ Mühsin, Yâ Müzeyyin!’ gibi çok esmayı işiteceksin. Ve insan olan insandan sor; bak nasıl bütün Esma-i Hüsnayı okuyor ve cephesinde yazılı. Sen de dikkat etsen, okuyabilirsin. Güya, kâinat azim bir musika-i zikriyedir; en küçük nağme, en gür nağamata karışmakla, haşmetli bir letafet veriyor. Ve hakeza, kıyas et!” (27) diye kâinatla diyaloga geçmesine zemin ve ortam hazırlayarak, Yaratıcının bin bir çeşit sanat harikalarıyla yüzleşmesini telkin ediyor. Öylesine bir üslup burada kullanıyor ki, okuyanın etkisinde kalmaması mümkün değildir.
Açık ve belirginlik
Hangi üslup kullanılırsa kullanılsın, hangi tür yazı türünde yazılırsa yazılsın, açıklık ve belirginlik asıldır. Kapalılık varsa, kullanılan kelime müphemlik ve oyunundan değil, muhtevanın derinliğinden kaynaklanmalıdır.
Muhtevaya göre üslup da elbette yerindedir. Ancak bazı yazarların, konunun anlaşılması zor olmamasına rağmen, kullandıkları üslupla yazıyı adeta zorlaştırdıkları da bir gerçektir. Bu, okuyucuyu zora sokmaktadır. Oysa, gerçek bir düşünür düşüncelerini anlaşılır, mümkün olduğunca berrak, açık ve veciz bir şekilde ifade eder. Schopenhauer “Bu yüzdendir ki, basitlik her zaman sadece hakikatin değil, dehanın işareti olarak da kabul edilmiştir” der (28). Bediüzzaman, en zor konuları, mesela İb-i Sina’nın “iman ederiz, fakat akıl bu yolda gidemez”(29) dediği haşir akidesini, herkesin anlayacağı ve ikna olacağı delillerle, geniş bir çerçevede, aşağı yukarı yüz sayfa içinde, günümüz insanının istifadesine sunmuştur.
Bediüzzaman, bütün risalelerinde, ister tevhit konularında ister diğer konularda olsun, kapalı ve dolambaçlı ifadelerden uzak durmuştur. Risalelerden, küçük büyük, eğitimli eğitimsiz toplumun her kesiminin, istidatlarınca istifadeleri söz konusu olmuştur. Ama detaylı bir şekilde her risalenin anlaşılmaması ise muhtevasının derinlik ve genişlik boyutundan kaynaklanmaktadır. Pek tabii bu yüzdendir ki, her risalenin konunun uzmanlarınca şerh ve izahlarının yapılması da müellifinin bir arzusu olmuştur.
Yazının anlaşılır olması üslubunun bozuk ve zayıf olmasının işareti elbette değildir. Zor bir konunun anlaşılır bir şekilde servis yapılması ancak usta yazarların işidir. Yoksa kimsenin anlayamayacağı şekilde yazmak kolaydır. Az sözle çok manalar ifade etmek, fazlalık ve eksikliklerden uzak olmak, güzel bir yazının önemli özelliğidir. Tekrarlara ise hiç tahammülü yoktur güzel yazının. Yerinde olmayan bazı üsluplar yazıyı zorlaştırdığı ve hatta gülünç duruma düşürdüğü açıktır. Bunun için Bediüzzaman haklı olarak “Kelamın kanaat ve istiğnası ve asabiyeti, makamın haricinde üslubu aramamaktır.” (30) diyerek belirtir. Yazının kuvvet aldığı noktayı da “…Zaruret olmadan harice medd-i nazar etmemek, tabir hata olmasa, harice boykotaj etmekle, elbette kelamın kuvveti tezayüt ettiği gibi, servetin dağılmamasına en büyük esastır.” (31) şeklinde belirtir.
Çok şeyler söylemek değil, özlü ve belli konu etrafında dışarıya taşmadan yoğunlaşıp fikirleri bir noktaya toplamaktır yazıyı anlaşılır kılan. Çok şeyler söylemeyi huy edinenler, aslında ne dediklerini ya da ne demek istediklerini tam olarak bilmeyenlerdir. Bir Fransız şairinin deyişiyle “Et qui parlant beaucoup ne disent jamais rien/ Çok şey konuşur ama asla hiçbir şey söylemez” sözünün kurbanı olurlar. Böylece açıklık ve belirginlik de, bir yönüyle konunun dışına çıkmayan bir üslupla kendini gösterir.
Birçoklarına göre kapalılık bilgi yetersizliğinden ileri gelir. Ne olursa olsun yazar bilmecemsi ifadelerden kaçınmalıdır. Söyleyeceği bir şey varsa, okuyucuyu fazla zora sokmadan söyleyebilmelidir. Kolayı varken, dolambaçlı yollara giren yazar, kulağı başın arkasından gösteren gibi olmaz mı? Haklı olarak, gereksiz bir sözcüğün amacının gerçekleşmesine engel anlamında değerlendiren Voltaire de “ Sıfat ismin düşmanıdır.” (32) derdi.
Sadelik
Yazının sade, açık ve dolambaçsız olması elbette güzeldir. Ama bu, konuların ve muhtevaların durumuna göre, her zaman uyulabilecek bir kural değildir. Büyük ediplerin çoğu bazen sade ve bazen de yüksek üsluplar kullanarak meraklıların edebî ihtiyaçlarına cevap vermeye çalışırlar. Derin anlamları, çok sade bir üslupla ifade etmek elbette ya son derece zordur ya da imkân dışıdır. İster istemez bu tür yazı ve parçalarda muğlaklık görülebilir. Önemli olan bu kapalılığın yazarın üslup oyunundan kaynaklanmamasıdır; yoksa muhtevadan kaynaklanırsa yazının kalitesine halel getirmez. Bu konuda, edebiyatta sadeliğin bir prensip değil de bir vasıf olduğunu kabul eden Peyami Safa, yerine göreliği esas olarak alır ve şu tatmin edici fikirleri ileri sürer: “Sade olarak ifade edilmesi mümkün bir fikrin dolambaçlı ve çetrefil ifadesi nasıl bir becerisizlik sayılabilirse, girift bir cümle yapısına muhtaç düşüncenin ve heyecanının sade bir şekilde ifadesinin birçok inceliklerinin feda edilmesi kabalığa düşmek olur. Yerine göre sadelik bir meziyet, yerine göre de kusurdur.” (33) Diğer taraftan Schopenhauer “Anlatım muğlaklığı ve vuzuhsuzluk her zaman ve her yerde çok kötü bir işarettir.”(34) demekle de aslında Safa’dan farklı bir şey söylememektedir. Kapalılık yazardan kaynaklanırsa bu doğrudur.
Bediüzzaman da, genelde bütün risalelerde en kolay ve anlaşılır üslubu kullanmaya özen göstermiştir. Çok derin konuları ve muhtevaları, Kur’an’ın üstün üslubunu göz önünde bulundurarak, bazı temsil ve hikâyeciklerle herkesin bir hisse alacakları şekilde ele almıştır. Sade üslubun kullanılması gereken düşünceleri ise, döneminde yaşayan yazarlara oranla, son derece kolay ve sade ifade etmiştir.
İstanbul’da, bir ramazanda, kaleme aldığı, şiir kaidelerinin kullanılmadığı yarı manzum Lemaat adlı eserinin başında söyledikleri, asıl üzerinde durduğu ve hatta titrediği hususun, yalnız ve yalnız manaya yoğunlaşması olduğu, edebiyatçılara da bir ölçü vermesi açısından önemlidir. Nazma, yani şiire kabiliyetinin olmadığını söyleyerek tevazuda bulunur. Şiir kaidelerine uyamamasının sebeplerini şu şekilde sıralar: “evvela, daha iyisini bilmezdim; yalnız manayı düşünüyordum. Saniyen, cesedi libasa göre yontmakla, rendeleyen şuaraya tenkidimi göstermek istedim. Salisen, Ramazan’da kalb ile beraber nefsi dahi hakikatlerle meşgul etmek için, böyle çocukça bir üslup ihtiyar edildi.”(35) Aslında bu şaheser olan Lemaat adlı eserindeki üslup, kendi deyimiyle “çocukça”, eğlenceli olması yanında son derece derin manaları muhtevidir, özgün ve orijinaldir. Okunması da şiir gibi tatlıdır ve ama nesir gibi bakılıp okunmasında anlaşılması bakımından yarar var. Bediüzzaman, aslında Lemaat’la kafiyesiz ve ama şiir gibi kulağa hoş gelen güzel bir örnek vermiştir.
Sadelik asıldır Schopenhauer’e göre de. Özetle “Bir yazar her türlü gereksiz belağat sanatlarından, her türlü mübalağadan kendisini korumalıdır ve genel olarak, tıpkı mimaride olduğu gibi, süslemede aşırılıktan, her türlü ifade fazlalığından kaçınmalıdır; bir başka söyleyişle o üslup edebî iffeti hedeflemelidir.” ifadesinin yanında, daha ileri giderek, “basitlik ve naiflik kanunu güzel sanatların tümü için geçerlidir; çünkü en yüce olan şeyle kabili teliftir.” (36) der. Schopenhauer’e göre sadelik asıl olmakla, “Üsluba kısalık ve özlüğü veren, onu veciz ve birçok anlama gebe kılan düşüncenin ağırlığı ve kıymetidir” (37) demekle zor anlaşılan yazılara da önem verir. Zorluk ve anlaşılmazlık şayet düşünce derinliğinden ileri geliyorsa ona göre sadelik esasını bozmamış olur.
Düşünceler ne denli geniş olursa, onların ifade edilmesi daha kolay ve alternatiflidir. Bu açıdan, üslubun düşünceden sonra geldiğini iddia edenler haklıdır.
Üsluba özen
Bir elbise, üzerinde olanı nasıl güzelleştirirse, yakışan bir üslup da bir yazının albenisine katkı sağlar, okunmasını kolaylaştırır. Yazarın, kafasında günlerce yoğurduğu düşüncesini en cazip bir üslupla yazması ya da söylemesi ile ilgilenmesi, yazıya önem verdiğini gösterir. Bu, aynı zamanda muhataba olan saygının ifadesidir.
Bediüzzaman’ın, risalelerde yer yer son derece güzel söyleyişlere imza attığını görüyoruz. Gerçi risaleler baştan sona insan ruhunu okşayan, okurken kalp, akıl ve duyguların birlikte haz aldıkları ifadelerle doludur. İnsanı bıktıran ifadelerin olmadığı ve çeşni bir üslubun hâkim olduğu risalelerdeki bu özellik, okuyanın ilk gördüğü ve duyduğu başat özelliktir.
Bediüzzaman’ın “Lemaat” adlı eserindeki özgün söyleyişi, insanı adeta çevresindeki olup bitenlerin ulvi müzik ve ahengine kaptırır: “Dinle, havadaki demdeme, kuşlardaki civcive, yağmurdaki zemzeme, denizdeki gamgama, ra’dlardaki rakraka, taşlardaki tıktıka birer manidar nevaz. / Terennümat-ı hava, naarat-ı ra’diye, nağamat-ı emvaç, birer zikr-i azamet. Yağmurun hezecatı, kuşların secaatı birer tesbih-i rahmet, hakikate bir mecaz.”(38) Bu söyleyiş, derin bir anlamın, yüce bir duyuşun ve insan-kâinat ilişkisinin kemal olgusunun bir terennümüdür; ulvi bir özenin tezahürüdür.
Şu söyleyiş de hem zengin ve hem de özgün olmakla, üslubun ne denli özenle kullanıldığını göstermesi bakımından son derece güzeldir: “Öyle de ezel ebet sultanı olan Rabbülalemin için, rububiyetinin mertebelerinde ayrı ayrı, fakat birbirine bakar şe’n ve namları; ve uluhiyetinin dairelerinde başka başka, fakat birbiri içinde görünür isim ve nişanları; ve haşmetnüma icraatında ayrı ayrı, fakat birbirine benzer temessül ve cilveleri;….” (39) Bu parçada, yedi “fakat”la Yaratıcının sıfatlarının yansımalarının küçük büyük, kâinatın her tarafında nasıl serpilmiş olduğunu gürül gürül akan bir şelale gibi ifade zenginliğini görüyoruz. Bu gibi örnekler o kadar çok ki, sadece birkaç örnekle yetinilmiş oldu.
Güzel söyleyiş, kılı kırk yaran her yazarın özenle üzerinde titrediği bir husustur. Gerek dünya edebiyatında ve gerekse bizde, anlamın yanında üslup güzelliğine önem veren edebiyat adamları olmuştur. Peyami Safa, bir yazısında, “üslup tiryakileri, üslup meraklıları, üslup delileri, üslup manyakları” diye nitelenen dünyaca tanınmış muharrirlerden söz ederek, Fransız edibi Chateaubriant ve Gustave Flaubert’i örnek olarak vermiştir. Üsluba özen konusunda, Chateaubriant’in “Gençliğimde, aynı sahifeyi en az on defa yeniden yazmak için masanın başında on iki saat, on beş saat kalırdım. Yaş, benim bu çalışma kabiliyetimden hiçbir şey eksiltmedi.”(40) diye kılı kırk yaran titiz tavrı ilginçtir. Flaubert’in üsluba gösterdiği özen bundan aşağı değil. Hayatı boyunca kelimelerle boğuşan bu yazar, en acele yazdığı kitabını beş yılda bitirmiştir.
Üsluba özen, özgün ve orijinal söyleyiş, elbette eserlere değer ve kalıcılık kazandırır. Şekil adına mana göz ardı edilmediği sürece, bu tür çalışmaların oldukça güzel olduğu açıktır.
Bediüzzaman’ın üslup çalışmaları konusunda bu anlamda bir titizliği ile ilgili bir hatırasına rastlanmamış ama çoğunlukla sünuhat kabilinden kaleme aldığı Risale-i Nur’un bütününde özgün ve orijinal bir üsluptan söz etmek mümkündür. Risale-i Nur’daki bu tür ifadelerle ilgili edebiyat sanatları açısından detaylı bir çalışma yapılmasının, Bediüzzaman’ın edebiyat alanında sağladığı yenilikleri gündeme getirmesi için önemlidir.
Uzun cümle
Uzun ya da kısa cümlelerle meramı yazıya dökmek, tamamen yazarın ve ele alacağı konunun özelliğine göre değişir. Nerede kısa ya da uzun cümle kullanımı genelde belli olmasına rağmen, bazen yazara göre de farklılık gösterebilir. Edebiyatımızda Halit Ziya Uşakligil genelde bol tasvirli uzun cümle kurmakla ün yapmıştır. Tamamen bir üslup meselesidir bu. Yani uzun cümle kurmak iyi değil, kısa cümle ile meramı anlatmak daha iyi diye kesin bir kural olamaz. Bunun tersi için aynı şeyi söyleyebiliriz.
Zaten Peyami Safa da “Edebiyatta uzun ya da kısa cümle diye bir inhisar ölçüsü yoktur. Bir metinde harekete ait cümleler kısa, tahlile ait cümleler uzun olabilir”(41) diyerek, kesin kural olmamakla birlikte bir ölçü de getirmektedir. Derin anlam içeren konuları yazmada uzun cümlelerden yararlanılabilir. Elbette bilimsel bir makalede kullanılan cümlelerle sıradan bir fıkrada kullanılan cümleler arasında uzunluk ve kısalık noktasında fark olmalıdır.
Risalelerde Bediüzzaman’ın uzunluk ve kısalık noktasında kullandığı cümleler konu ve içeriğe göre farklılıklar gösterir. Genelde hikâye ve temsillerde kısa, imanî bahislerin ağır bastığı parçalarda ise uzun cümlelere rastlanmaktadır. Hatta bazen zihni silsilenin uzayıp gittiği parçalarda bir sayfayı bulan cümleler de görülebilmektedir. Bu uzun cümlelerin varlığından kendisi de söz etmektedir. Özrünü de Yedinci Şua’nın giriş bölümündeki “İfade-i meram”da şu şekilde belirtmektedir: “Her bir mesele büyük ve uzun bir hakikat olması sebebiyle, hakikati parçalamamak için, bazen bir sayfa veya bir yaprak, bir tek cümle olur. Bir tek delil hükmünde çok mukaddemat bulunur.” (42)
Şu bir gerçek ki, risalelerde uzun cümlelerle ifade edilen bir fikir, zihnin fikir silsilesine halel vermediği için, insanı yormuyor. Aynı yer kısa cümlelere bölündüğünde ise, uzun cümle halindeki anlamını yitirdiği gibi beklenen zevki de vermiyor.
Sonuç
Bediüzzaman, dinî ve imanî konularda yeni bir yaklaşım, yeni bir anlatım biçimi ve ifade çeşnisi getirdiği gibi, edebiyatta da sanatların icrasında yeni bir tarz geliştirmiştir. Bunu yaparken, Kur’an’ın fesahat ve belağatından, anlatış biçiminden, insana, dünyaya ve kâinata yüklediği anlamdan, varlıklara bakış açısından, bir konuyu gündeme getirirken en sıradanından en seçkinine/ elitine kadar kitleleri hesaba katışından, bilgi verirken farklı insan kapasitelerini dikkate alışından yararlandığı açıktır.
Kur’an, hiçbir konuda hiçbir oluşumu taklit etmemiş olması onun en büyük mucizesidir. Bu açıdan Kur’an’ın taklidi mümkün değil; ancak gerek üslup ve gerekse sanatları icrası noktasında Kur’an’ın tekniğinden yararlanılması pekâlâ mümkündür. Mesela; Kur’an’ın en büyük gayesi insanlar tarafından anlaşılır olmasıdır. Bunu yaparken, birinci muhatabı olan insanlığın dilini kullanır, insanların anlayacağı bir şekilde hitap eder, alışık oldukları üslup ve ifade tarzında söyleyeceğini söyler.
Bediüzzaman, Kur’an’ın bu amacını daha açık bir dille söyleyerek, muhatabın son derece önemli olduğunu, söylenileceklerin muhatap dikkate alınmadan tam olarak verilemeyeceğini genelleyerek şu cümlelerle belirtir: “Eğer Cenab-ı Hak beşere itâ edeceği malûmatı beşerin terazisiyle tartıp vermezse, beşer katiyen ne bakar ve ne de alır.” (43) Bediüzzaman, Risale-i Nur’u yazarken ya da kendisine yazdırılırken, elbette muhatabı olan insanı; yani önce kendisini ve sonra istifade edecek diğer insanları dikkate almıştır. Kur’an’dan beşerin her tabakası kendi kabiliyetlerince yararlandıkları gibi, Risale-i Nur’dan da küçük büyük, bilgili bilgisiz toplumun her katmanı yeterince yararlanmış olması, çağımızdaki bu dev eserin Kur’anî yöntemi ön planda tuttuğunun delilidir. Kur’an çağını ışıttığı gibi gelen çağları da, özellikle çağımızı da bol bol ışıtmıştır. Risale-i Nur, Kur’an’ın çağımızdaki değişik insanlık katmanlarına cevap veren en doyurucu tefsiri, izahı ve açılımıdır. Risale-i Nur’un, başka kitaplarda görülmeyen bir özellik olarak, çok büyük kitleler tarafından bıkkınlık vermeden okunup istifade edilmesi ve birçok tezlere konu olmasının anlamı, Kur’an’ın bu üslup ve yaklaşım boyutunu yansıtmış olmasıdır.
Amaç insan olduğuna göre, Risale-i Nur’un bir yönden kolay ve diğer yönden zor anlaşılması aslında birden çok fazla değişik kabiliyetlere hitap ettiğinin gereğidir. Okunan bir Risale-i Nur parçasından çocuk ve cahilin kendine yetecek kadar bir şeyler aldığı gibi, yetişkin ve bilgin de doyurucu malumat alabilmektedir. Toplu olarak okunan mahfillerde, her kategoriden insan görmek mümkündür ve bu görüntü Risale-i Nur’un kendine özel bir okunuş tarzıdır. Diğer taraftan araştırıcı bir ruha sahip olan insanlar da, Risale-i Nur’un bir kelime ya da bir cümlesinden oluşturabilecek derinliğe inebilmektedir. Risale-i Nur’un bu özelliği tamamen kullandığı üslup biçiminden ve ifade tekniğinden kaynaklanmaktadır. Nitekim Bediüzzaman, irşadın tam ve faydalı olmasının birinci şartını, “cemaatin istidadına göre olması”nda (44) görür.
Risale-i Nur’un ele aldığı bütün konulara göz atıldığında şu ilginçlik göze çarpar: Her konunun sanki her okuyanın en büyük ihtiyacı olarak gözükmesidir. Okunan her parçadan yeni bir çeşni alınır; bu yetmemiş gibi okundukça yeni yeni çeşniler, yeni yeni anlamlar tazelenir durur. İşte bu yüzden, Kur’an hiçbir eserle kıyas edilemeyeceği gibi, Kur’an’ın yolundan giden Risale-i Nur da çağındaki diğer eserlerden çok çok farklı bir anlatım biçimini sergiler.
Ortaya atılan bir sözün ya da meydana getirilen bir yazının, başlı başına, başka şeylerle ilişkilendirilmeden pek bir değerinin olmayacağı açıktır. Özellikle muhatap dikkate alınmadan söylenecek ya da yazılacak şeyin ne kıymeti olur? Bediüzzaman, Kur’an’ın başka sözlerle kıyas kabul etmediğini göstermesi babında, sözü “kelamın tabakaları”na getirir. Söze, yücelik, kuvvet ve güzellik katan dört menbadan söz eder: “Biri mütekellim, biri muhatap, biri maksat, biri makamdır. Ediplerin, yanlış olarak, yalnız makam gösterdikleri gibi değildir.”(45) Bediüzzaman’a göre, iyi ve doydurucu bir yazı, bu dört yönle değerlendirilir. Devamında sözün ya da yazının kuvvet ve güzelliğini aldığı kaynakları açık açık sıralar: “Öyle ise, sözde, “Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne için söylemiş? Ne makamda söylemiş?” ise bak, yalnız söze bakıp durma.”(46) Kur’an bu kaynakları tam ve yerli yerinde kullanır; kullandığı için de emsalsizdir. Elbette güzel bir yazıda ya da bir sözde aranılan başat özellik de budur ya da bu özelliği yansıtabilme becerisidir.
Bediüzzaman, bir yazının ya da bir sözün nasıl tahlil edileceğinin de ipuçlarını verir böylelikle. Bir yazı niçin yazılmış? Muhatabı kimdir? Durup dururken mi yazılmış?
Bunlar bir eserin anlaşılmasının da basamaklarıdır.
Risale-i Nur’un zamanlaması da önemlidir. İki yüz yıl önce değil de, bu asrımızda telif edilmesinin elbette sosyolojik, psikolojik ve tarihsel çok sebepleri var. Muhatabı da, fen desteğinde felsefe ile kafası karışmış özgürlük çağının insanıdır, manen yaralı insanıdır. Amacı ise, gerek ünsiyet ve alışkanlıklarla beyni uyuşmuş müslümanların ve gerekse diğer insanların ruhsal ihtiyaçlarını tatmin ederek, dünyayı fıtrata göre yaşamak ve ahirete hazırlanmaktır. Çağımız insanına yeni bir bakış açısı kazandırmaktır. Batı’nın felsefe kaynaklı ruhsuz medeniyeti yerine tevhidî bir medeniyeti koymaktır. Risale-i Nur’un misyonu öyle dar değil, aksine birçok alanda yeniliği amaçlayan büyük bir ideali vardır ve bunu gerçekleştirecek zenginliğe de sahiptir.
Bu çalışmayla, eğer Risale-i Nur’daki edebî yaklaşım biraz olsun aranabilmişse, elbette bir şükür vesilesi olur. Çalışma, böylelikle bize bir bakış açısı kazandırır. Bu bakış açısıyla yeniden Risale-i Nur’u tetkikimizde, Külliyatın baştan sona bir edebiyat şaheseri olarak önümüze çıkmaması için bir neden yok. Özetle, 32. Söz’ü bu gözle ele alıp, satır aralarında bu özelliği görmemiz zor değil. 32.söz’de, kolay anlaşılırlığın yanında çok derin anlamlar ve mefhumlar, birlikte ulvi bir ahenk, derin bir kompozisyon oluşturmuşlar.
Kaynaklar:
(1) Said Nursî, Bediüzzaman (2005), Sözler, Konferans s: 1234, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul.
(2) Schopenhauer Arthur (2009), Okumak, Yazmak ve Yaşamak Üzerine s:54, Çev: Ahmet Aydoğan, Şule yayınları, İstanbul.
(3) Said Nursî, Bediüzzaman (2007), Hizmet Rehberi s: 34, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul.
(4) Schopenhauer Arthur (2009), Okumak, Yazmak ve Yaşamak Üzerine s:56, Çev: Ahmet Aydoğan, Şule yayınları, İstanbul.
(5) Said Nursî, Bediüzzaman (2007), Barla Lahikası s: 31, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul.
(6) Şahiner Necmettin (2008), Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursî s: 79, Nesil Yayınları, İstanbul.
(7) Said Nursî, Bediüzzaman (2010),Sikke-i Tasdik-i Gaybî s: 385, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul.
(8) Said Nursî, Bediüzzaman (2005), Sözler, Konferans s:1241, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul.
(9) ) Schopenhauer Arthur (2009), Okumak, Yazmak ve Yaşamak Üzerine s:66, Çev: Ahmet Aydoğan, Şule yayınları, İstanbul.
(10)Safa Peyami 1999), Sanat Edebiyat Tenkit s: 157, Ötüken Neşriyat, İstanbul.
(11) Said Nursî, Bediüzzaman (2008), Muhakemat s: 128, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul.
(12) Said Nursî, Bediüzzaman (2008), Muhakemat s: 128, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul.
(13) Kara Hüseyin (2006), Yazma Motivasyonu s: 186, Yasem Yayınları, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul.
(14) Said Nursî, Bediüzzaman (2008), Muhakemat s: 123, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul.
(15) Said Nursî, Bediüzzaman (2008), Muhakemat s: 121, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul.
(16) Said Nursî, Bediüzzaman (2008), Muhakemat s: 123, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul.
(17) Said Nursî, Bediüzzaman (2008), Muhakemat s: 123, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul.
(18) Sartre Jean Paul Edebiyat Nedir? s: 28, Payel Yayınevi, İstanbul.
(19) Sartre Jean Paul Edebiyat Nedir? s: 29, Payel Yayınevi, İstanbul.
(20) Said Nursî, Bediüzzaman (2008), Muhakemat s: 124, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul.
(21) Said Nursî, Bediüzzaman (2008), Şualar s: 163, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul.
(22) Said Nursî, Bediüzzaman (2010),Sikke-i Tasdik-i Gaybî s: 366, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul.
(23) Said Nursî, Bediüzzaman (2008), Muhakemat s: 125, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul.
(24) Said Nursî, Bediüzzaman (2008), Muhakemat s: 151, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul.
(25) Said Nursî, Bediüzzaman (2008), Muhakemat s: 151, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul.
(26) Safa Peyami 1999), Sanat Edebiyat Tenkit s: 158, Ötüken Neşriyat, İstanbul.
(27) Said Nursî, Bediüzzaman (2005), Sözler, Konferans s: 535, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul.
(28) ) Schopenhauer Arthur (2009), Okumak, Yazmak ve Yaşamak Üzerine s:71, Çev: Ahmet Aydoğan, Şule yayınları, İstanbul.
(29) Said Nursî, Bediüzzaman (2005), Sözler, Konferans s: 156, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul.
(30) Said Nursî, Bediüzzaman (2008), Muhakemat s: 152, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul.
(31) Said Nursî, Bediüzzaman (2008), Muhakemat s: 152, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul.
(32) ) Schopenhauer Arthur (2009), Okumak, Yazmak ve Yaşamak Üzerine s:78, Çev: Ahmet Aydoğan, Şule yayınları, İstanbul.
(33) Safa Peyami 1999), Sanat Edebiyat Tenkit s: 156, Ötüken Neşriyat, İstanbul.
(34) ) Schopenhauer Arthur (2009), Okumak, Yazmak ve Yaşamak Üzerine s:77, Çev: Ahmet Aydoğan, Şule yayınları, İstanbul.
(35) Said Nursî, Bediüzzaman (2005), Sözler, Konferans s: 1130, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul.
(36) ) Schopenhauer Arthur (2009), Okumak, Yazmak ve Yaşamak Üzerine s:80, Çev: Ahmet Aydoğan, Şule yayınları, İstanbul.
(37) ) Schopenhauer Arthur (2009), Okumak, Yazmak ve Yaşamak Üzerine s:81, Çev: Ahmet Aydoğan, Şule yayınları, İstanbul.
(38) Said Nursî, Bediüzzaman (2005), Sözler, Konferans s: 1211, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul.
(39) Said Nursî, Bediüzzaman (2005), Sözler, Konferans s: 532, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul.
(40) Safa Peyami 1999), Sanat Edebiyat Tenkit s: 159, Ötüken Neşriyat, İstanbul.
(41) Safa Peyami 1999), Sanat Edebiyat Tenkit s: 146, Ötüken Neşriyat, İstanbul.
(42) Said Nursî, Bediüzzaman (2008), Şualar s: 165, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul.
(43) Said Nursî, Bediüzzaman (2008), İşarat’ül-İ’caz s:342 Yeni Asya Neşriyat, İstanbul.
(44) Said Nursî, Bediüzzaman (2008), İşarat’ül-İ’caz s:272 Yeni Asya Neşriyat, İstanbul.
(45) Said Nursî, Bediüzzaman (2005), Sözler, 697, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul.
(46) Said Nursî, Bediüzzaman (2005), Sözler, 697, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul.