Kuran-ı Kerim’de tefekkürle yüzlerce yüzlerce ayet vardır. Birçok ayette; “akıl erdiren, düşünen, bilen insanlar için ibretler vardır” buyrulmaktadır. Cenab-ı Hak, insanın kendi mahiyetini ve kâinatta tecelli eden esma-i ilahiyeyi tefekkür edip ibret almasını, maddî ve manevî nimetlerini tezekkür etmesini emreder. Zira insanın en mühim vazifesi; iman, ubudiyet, zikir ve tefekkürdür. İnsan tefekkür sayesinde ülfet ve taklitten kurtulup tahkike varır.
Allah’ın azametine, birlik ve varlığına delalet eden afakî ve enfüsî ulvî hakikatler ancak tefekkür ile anlaşılır. Bu dünya sergisinde Cenâb-ı Hak, yıldızlardan çiçeklere, balıklardan böceklere kadar, irili ufaklı birçok eserini teşhir etmiş, onları en mükemmel mânada terbiye etmiş, sonra bu sergide gezecek, ondaki eserleri görecek, her birindeki san’at inceliklerine hayret edecek ve serginin tamamını tefekkür edecek bir başka mahlûk yaratmış ve onu bütün bu vazifeleri yapabilecek şekilde terbiye etmiştir. İşte insan, bu İlâhî serginin mütefekkiridir.
Allah’ı tanımanın en sağlam ve güzel yolu, eserden müessire doğru gitmektir. Yani eserlerinden hareket ederek eser sahibini tanımaktır. Bu yüzden, kâinat ve içindeki her eşya, eser ve varlık birer penceredir. Bu pencerelere iman gözü ile bakılırsa, marifet şuaları parıldar. Her bir eser üstünde Allah’ın isim ve sıfatları tecelli eder, insan bu tecellileri takip ederek isim ve sıfatların kaynağı olan Allah’a ulaşır. Bu tecelliler içinde Allah’ın bin bir ismi tecelli eder. Her meslek ve meşrep sahibi bu isimlerden birisini esas alır ve o ismin gözlüğü ile kâinata ve eserlere bakar. Böylece o isme yapışır ve o ismin tecelli ipi ile Allah’a ulaşır. İşte bu düşünce silsilesinin tamamına tefekkür denilir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri bu hakikate şöyle işaret ediyor:
وَاِنْمِنْشَىْءٍاِلاَّيُسَبِّحُبِحَمْدِهِ sırrınca, herşeyden Cenâb-ı Hakka karşı pencereler hükmünde çok vecihler var. Bütün mevcudatın hakaiki, bütün kâinatın hakikati, esmâ-i İlâhiyeye istinad eder. Her bir şeyin hakikati, bir isme veyahut çok esmâya istinad eder. Eşyadaki sıfatlar, san’atlar dahi, her biri birer isme dayanıyor. Hattâ, hakikî fenn-i hikmet Hakîm ismine ve hakikatli fenn-i tıp Şâfî ismine ve fenn-i hendese Mukaddir ismine ve hâkezâ, her bir fen bir isme dayandığı ve onda nihayet bulduğu gibi, bütün fünun ve kemâlât-ı beşeriye ve tabakat-ı kümmelîn-i insaniyenin hakikatleri esmâ-i İlâhiyeye istinad eder. Hattâ, muhakkıkîn-i evliyanın bir kısmı demişler: 'Hakikî hakaik-i eşya, esmâ-i İlâhiyedir. Mahiyet-i eşya ise, o hakaikin gölgeleridir. Hattâ, bir tek zîhayat şeyde, yalnız zâhir olarak yirmi kadar esmâ-i İlâhiyenin cilve-i nakşı görünebilir.” (Sözler, Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf)
Risale-i Nurlarda diğer delillerle beraber eserden müessire olan Burhan-ı innî metodu daha ziyade kullanılmıştır.
Burhan-ı innî, eserden müessire, neticelerden sebeplere gidilerek yapılan bir istidlâldir.
Mesela, Selimiye Camii’ni bütün yönleriyle inceliyor, ondaki san’ata hayran kalıyor ve sonunda, “Böylesine muhteşem bir eserin mimarı, elbette büyük bir dâhi, eşsiz bir san’atkârdır” hükmüne varıyorsunuz. Yani eserden müessire giderek bir istidlal yapmış oluyoruz ki, Risale-i Nurlarda ağırlıklı olarak bu delil tarzı kullanılıyor.
Bu zamanda materyalist felsefe insanların kalp ve gönül dünyasını ziyadesiyle yaraladığı için, o yaraya merhem olarak eserden müessire metodu kullanılmıştır. Yani metodu ve hangi delilin ağırlıklı olması gerektiğini tesbit eden ve şekillendiren husus, muhatabın manevî hastalığı ve devasıdır. Maddeye tapma derecesine gelmiş bir cemiyette diğer usulü kullanmak tesirsiz kalır. Ama maddeden hareketle maddenin yaratanına intikal etmek, en salim ve en güzel yoldur. İşte tefekkürün esası bu zamanda bu minval üzere gidiyor.
Ayrıca tefekkür ayat-ı afakî ve ayat-ı enfüsî olmak üzere iki esastan teşekkül eder.
Ayat-ı Afakiye: İnsan dışında bulunan bütün kâinat ve kevniyattır. Güneş, ay, yıldızlar, gezegenler, bağlar, bahçeler, sular, toprak, hava vesaire, hepsi Allah’ın varlığına ve birliğine işaret eden afakî delillerdir. Kâinattaki bütün eşya hikmet ve inayet lisanı ile bize Allah’ı anlatır, O’nun kudsî isim ve sıfatlarını tanıttırır. Kur’an’da tevhidin ispatı sadedinde zikredilen ekser ayetler bu nevidendir. Risale-i Nurların ekser risaleleri hususan Ayet-ül Kübra risalesi bu kabilden delillerden bahseder.
Ayat-ı Enfüsiye: İnsanın kendi mahiyetindeki delillerdir. Nasıl koca kâinat Allah’ın varlığına ve birliğine şahitlik ediyorsa, aynı şekilde küçük bir âlem olan insanın mahiyeti de aynı şekilde Allah’ın varlığına ve birliğine şahittir. Kâinat Allah’ın varlığına ve birliğine azametli ve haşmetli bir delil ve levha iken, insan daha okunaklı ve kolay anlaşılır mütevazi bir levhadır. Kâinat vahdanî bir delil iken, insan ehadî bir delildir. İnsandaki vicdan, ruh, kalp, gibi latifelerin hepsi Allah’a açılan birer pencere hükmündedir. İnsan bu enfüsî pencereleri iman ve hidayetin nuru ile seyrederse, Allah’ın marifet ve muhabbetine ulaşır. Risale-i Nur külliyatı, hususan Mesnev-i Nuriye bu hususta mühim eserlerdir.
Üstad Hazretleri Mesnevi-i Nuriye adlı eserinde “nefsî tefekkürün tafsilatlı, afakî tefekkürün ise icmalî” olması gerektiği ehemmiyetle nazara verir. İnsan enfüsî tefekkürle, yani kendi nefsini iyi düşünmek ve değerlendirmekle birçok marifet dersi alabilir. Enfüsî tefekkür denilince, hem ruh âlemimizi, hem de bedenimizi birlikte düşünmek gerekir. Bunun dışındakiler, yani topraktan, sudan, Güneş’e, Ay’a, yıldızlara kadar yapacağımız tefekkürler ise afakî tefekkürdür.
“Bir kulübecik hükmünde bulunan içerisinde oturduğun cisim kafesine bak! Senin o kulübenin duvarlarına asılan icad silsilelerinden, hilkatin mu’cizelerinden ve hârika san’atlarından, kulübeden harice uzatılan ihtiyaç ellerinden ve pencerelerinden yükselen “Ah!, Oh!” ve enînler lisan-ı haliyle istenilen yardımlarından anlaşılır ki, o kulübeyi müştemilâtıyla beraber yaratan Hâlık’ın o âh u enînleri işitir, şefkat ve merhamete gelir, hacat ve âmâlin ne varsa taht-ı taahhüde alır.” (Mesnevi-i Nuriye)
İnsan kendi nefsini iyi tefekkür ettiğinde, her bir organında, ayrı bir san’at mucizesi görecek, sonra bunlar arasındaki yardımlaşmaya bakarak tümünün insan mahiyetine hizmet etmek üzere en mükemmel şekilde terbiye edildiğini düşünecek, daha sonra tefekkürünü daha da genişletmek üzere “cisim kafesinden” dış âleme nazar edecektir. O zaman görecektir ki, insan müstakil bir varlık olmayıp kâinatla iç içedir. Ayakları yer çekimi kanunuyla arza bağlandığı gibi, ciğerleri mütemadiyen havayla temas halindedir. Gözleri Güneş’ten gelen ışıkla yolunu görmekte; midesi, bütün bir kâinatın iş birliğiyle yaratılan rızıklarla beslenmektedir.
“Âfakî tefekkür, dipsiz denize benziyor, sahili yoktur. İçine dalma, boğulursun.” (Mesnevi-i Nuriye)
Biz saçımızın, kaşımızın, gözümüzün ve kulağımızın yaratılış hikmetlerini çok net olarak gördüğümüz ve bildiğimiz gibi, kalbimizin, ciğerlerimizin, böbreğimizin ve diğer bütün iç organlarımızın da vazifelerini ve faydalarını ilmen biliriz.
Ama dış âlemde, bizimle pek alâkaları görünmeyen varlıkların, meselâ yıldızların, galaksilerin hikmetlerini aynı kolaylıkla kavrayamayız. Dış âlemde, Üstad’ın tabiriyle “kâinatın uzak çöllerinde” cereyan eden hâdiselerin hikmetlerine de çoğu zaman akıl erdiremeyiz. Bunların tümünü bilmeye kalkışmak, dipsiz denize dalmaya benzer. İnsan aklı bu güce sahip değildir.
Sorularla Risale