Prof. Dr. Yunus Çengel'in yazısı:
Risale-i Nur külliyatının müellifi Bediüzzaman her bir türün bir ilk atası veya Âdem’i olduğunu ifade eder ve Darwin’in türlerin bir tesadüfler zinciri sonrası birbirinden evrimleşerek ortaya çıktığı tezini reddeder. Yüzbinlerce türün her birinin ilk atalarının sonradan ve birbirinden bağımsız olarak meydana geldikleri konusunda da jeoloji, zooloji ve botanik bilimleri ile hikmet denen her şeyin bir gayeye ve faydaya yönelik olduğunu ifade eden bilim felsefesini şahit gösterir. Hatta daha da ileri giderek her varlığın var olma ve yok olma şanslarının birbirine eşit olduğunu ama var edildiğini dikkate vererek her türün her bir ferdinin de sonradan her şeyi hikmetle yapan bir sanatkarın kudret elinden çıktığını ifade eder. Delil olarak da Alfred Montapert’in “evrenin görünmüyen hükümeti” olarak tarif ettiği kanunların gerçek bir varlığı olmadığını ve varlıklarının ekvator çizgisi gibi farazi olduğunu söyler. Sebeplerin şuursuz olduğunu ve dolayısıyla bu kadar hayret verici yaradılış silsileleri ve bu silsileleri oluşturan her biri acaip birer ilahi makina olan sayısız fertlerin son derece sanatlı bir şekilde hiç yoktan vücuda getirmeye kabiliyetlerinin olmadığını da ilave eder.[1]
Bediüzzamana göre, parçacıkların hareketinin arka planındaki kanunlara ve sebeplere olağanüstülük verilmesinin sebebi, olağanüstü bir varlığı kabul etmemekten doğan zorunluluk ve çaresizliktir: “Ezeliyet-i madde ve hareket-i zerrattan [parçacıkların hareketi] teşekkül-ü enva' [türlerin oluşumu] gibi umûr-u bâtılaya [asılsız işler] ihtimal vermek, sırf başka şeyle nefsini ikna etmek sadedinde olduğu için, o umûrun [işler] esas-ı fasidesini [bozuk olan esas, çürük temel] tebeî [dolaylı, kasdî olmayan] nazarıyla adem-i derkinden [anlamama, kavrayamama] neş'et eder [doğma, ortaya çıkma]. Evet, nefsini ikna etmek suretinde müteveccih [yönelmiş] olursa, muhaliyet [imkânsızlık] ve adem-i makuliyetine [akla uygun olmayış] hükmedecektir. Faraza kabul etse de, "tegafül-ü ani's-Sâni'" [yaratıcıyı unutma, onu görmezlikten gelme] sebebiyle hasıl olan ızdırar [mecburiyet, çaresizlik] ile kabul edebilir.” [2]
Bediüzzaman devamla üstün yaratılışlı bir varlık olarak, insanın özü itibariyle daima hakkı aradığını ve fıtraten hakikate meyilli ve taraftar olduğunu ifade eder ve maksadının saadet olduğunu söyler. Ancak bazan yüksek kaliteli zannıyla veya kaliteli bir şey bulma ümidi kaybedilince kalitesiz ürünlere talip olabildiği gibi, gerçeğin net olarak görülmediği durumlarda yüzeysel bakışın etkisi ve şartların da zorlamasıyla kolaycılığa kaçarak akıl, vicdan ve fıtratına rağmen gerçek dışı şeyleri gerçek olarak kabul edebilmektedir. Bediüzzaman, gerçek olarak sunulan tezlerdeki çelişkileri dikkate vererek insanları insaf, akıl ve mantıklarını kullanmaya ve fikirlerin gerçekliğini sorgulamaya davet eder. Örneğin varlıklardaki akılları hayrette bırakan eşsiz sanat ve güzellik ile kör tesadüfün nasıl bağdaşabileceğini, tüm bilim dalları her şeyin ilim ile yapıldığını ilan ederken yeni var oluşların arkasındaki gerçek itici gücün nasıl şuursuz sebebler olabileceğini ve gerçek bir varlığı olmayıp hayalde cisimleştirilmiş bir fikirden ibaret olan tabiatın nasıl varlıkların kaynağı olabileceğini sorgular.[3]
Bediüzzaman, her bir parçacığın komşularıyla bir araya gelip karşılıklı danışıp haberleşerek anlamlı bir düzen oluşturabilmesi için her bir parçacıkta bilim insanlarının akılları ile berraber siyasetçilerin diplomasisi olması gerektiğini söyler ve aklın bunu reddettiğini ifade eder. Hakikatsiz fikirlere dolaylı olarak uzaktan bakıldığı zaman doğru olmalarına bir ihtimal verilebilir. Ancak inceden inceye derinlemesine inceledikçe, doğru olma ihtimali ortadan kalkar. Bediüzzaman’a göre her biri birer sanat harikası olan varlıkları kör tesadüf ve parçacık hareketine vermek insanlığa yakışmaz: “Evet, insan düşündükçe, cemi' sıfat-ı kemaliye [mükemmelliği ve eşsizliği gösteren tüm sıfatlar] ile muttasıf [vasıflanmış] olan Sâni'den [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] istiğrab [garipseme] ve istinkâr [inkâr etme] ettikleri şu hayret-efza [hayret veren] masnuatı [san’atlı bir şekilde yaratılan varlıklar] tesadüf-ü amyâya [kör tesadüf] ve hareket-i zerrata [zerrelerin, atomların hareketi] isnad ettikleri [dayandırma] için, insanı insaniyetten pişman eder.” [4]
Bediüzzaman varlıklara açık bir göz ve uyanık bir kalp ve önyargıdan arındırılmış bir akıl ile bakar ve sap ile samanı ayırarak rastgele parçacık hareketlerinin bir sonucu olarak ortaya çıktığı iddia edilen kuvvet ve şekillerin türlerin özünü oluşturamıyacağına dikkatleri çeker: “Harekât-ı zerrattan husulü [hasıl olma, meydana gelme] dava olunan [iddia edilen; öne sürülen] kuvvet ve suretler, araziyetleri [zâtî olmayan hâl ve keyfiyet] cihetiyle enva'daki [nevler, çeşitler, türler] mübayenet-i cevheriyeyi [cevherdeki farklılık, öze yönelik ayrılık ve farklılık, her nev'in cevherinin ve fıtrat-ı asliyesinin birbirinden farklı ve ayrı oluşu] teşkil edemez. Araz [bir varlığın bizzat kendinde olmayan ve ona ilişen, takılan özellikler] cevher [öz, bir şeyin özü, esası, fıtratı] olamaz.”[5] Gözlemlere ve aklî muhakemeye dayalı bu tesbitten sonra Bediüzzaman türleri ve türlerin alt guruplarını birbirinden ayıran bütün özelliklerin adem-i sırf diye tabir ettiği mutlak yokluktan yani hiç yoktan varedildikleri hükmünü çıkarır.
[1] Said Nursi, Muhakemat, Unsur-ul Akide, s. 134, http://www.nuriklimi.org.
[2] Said Nursi, Muhakemat, Unsur-ul Akide, s. 135, http://www.nuriklimi.org.
[3] Said Nursi, Muhakemat, Unsur-ul Akide, s. 135, http://www.nuriklimi.org.
[4] Said Nursi, Muhakemat, Unsur-ul Akide, s. 137, http://www.nuriklimi.org.
[5] Said Nursi, Muhakemat, Unsur-ul Akide, s. 137, http://www.nuriklimi.org.
Kaynak: Ulegder