Risale-i Nur perspektifinde acziyet ve fakriyet

Üstad Said Nursî Hazretleri, aczin ve fakrın yanlış anlaşılmaması için eklemede bulunmuştur...

Fatır-ı Hâkim, insanın mahiyet-i maneviyesinde nihayetsiz azim bir acz ve hadsiz cesim bir fakr derc etmiştir.

Tâ ki kudreti nihayetsiz bir Kadir-i Rahîm ve gınası nihayetsiz bir Ganiyy-i Kerim bir zatın hadsiz tecelliyatına, cami, geniş bir âyine olsun.” 

İnsanın aczi ve fakrı için Üstad Bediüzzaman Hazretleri, ‘acz-i mutlak’ ve ‘fakr-ı mutlak’ tabirlerini kullanır. Mutlaktan kasıt, sınırı olmayan bir acziyet ve fakriyettir.

Acziyetin sözlük anlamı “beceriksizlik, kuvvetsizlik, güçsüzlük”tür. Acz, kâinatın her tarafında geçerli olan fıtrî bir kanundur. Kanun olmasının neticesidir ki, yıldızlardan atomlara, basit yapılı elementlerden, insanlara kadar bütün varlıkların ortak özelliğidir. Bir avuç havadaki zerrelerin milyarlarca işi karıştırmadan, noksansız bir şekilde yapması, kesinlikle kendi kudretinin eseri değildir. Hem, o küçük kürelerin pek büyük ve çeşit çeşit işleri şaşırmadan yapmaları, Kadir-i Mutlak’ın varlığının apaçık bir delili olmaktadır. Çünkü Birinci Söz’de geçtiği gibi, en basit fikirli bir insan bile, köyün tamamını boşaltıp zorla bir takım işlerde çalıştıran bir adamın, devlet nâmına hareket eden bir asker, bir memur olduğunu ve bu sayede kendi gücünden çok daha büyük işleri yapabildiğini anlayabilmektedir. Aynı bunun gibi, o minik zerrelerin de kendi güçleriyle, akılları, ilimleriyle sayısız radyo ve televizyon yayınlarını, telefon konuşmalarını ilettiklerini, hiçbir akıl sahibi kabul edemez.

Bunlar gösteriyor ki, bütün varlıkların âcizlikleri içinde çok ağır yüklerin altından kalkmaları, sonsuz bir kudretin nâmıyla hareket etmeleri sonucu meydana gelmektedir. Bununla birlikte görülmektedir ki varlıklar içerisinde, hareketlerine en fazla özgürlük tanınan insandır. Bu sebepten, istidat ve kabiliyetleri bakımından, diğerlerine oranla çok daha fazla gelişmiş bir mahiyettedir. Fakat bütün bunlara rağmen insan, âcizlik dairesinin dışında değildir. Hatta kabiliyetlerdeki sınırsızlık, insanın âcizlik derecesinin daha da artmasına sebep olmuştur.

İnsanın şu kâinat içindeki acziyetini anlaması onu büyük bir kudretin varlığına götürecektir. Acziyetini fark eden insan görür ki, dünyaya geldiği andan itibaren her şeyi öğrenmeye muhtaç durumda ve hayat kanunlarına karşı cahil bir halde, hatta yirmi senede tamamen hayat kanunlarını öğrenememektedir. Belki ömrünün sonuna kadar öğrenmeye muhtaç durumda olmakla beraber, gayet âciz ve zayıf bir surette dünyaya gönderilip bir-iki senede ancak ayağa kalkabilmekte ve on beş senede de ancak zarar ve menfaati fark edebilmektedir. Sosyal hayatın kazandırdıklarıyla, ancak menfaatlerini öğrenip zararlardan sakınabilmektedir. Kısaca, insan âciz bir fıtratta yaratılmasıyla hayatı boyunca çocukluk halini yaşamaktadır ve bu da insanın daima şefkate muhtaç olduğunu göstermektedir.

Meselâ, küçük bir çocuğun aczindeki ve zaafındaki kuvvet, anne ve babasını onun yardımına koşturmaktadır. Aynı şekilde, insanın aczinde de öyle bir kudret saklıdır ki, o sırla bütün varlıklar onun yardımına koşturulmuş ve ona itaat ettirilmiştir. Yani, insan âcizliğinin derecesi nispetinde Allah’ın şefkatini ve rahmetini kendisine celb etmiştir. Nihayetsiz âcizliği içindeki bu sırdır ki, Cenâb-ı Hakk’a iman edip iltica etmesiyle, yeryüzünün nazik bir sultanı ve halifesi olma mertebesine yükselmiştir. Hem insanın çok âciz bir yaratılışta olması, Allah’ın kendini tanıttırmak ve nihayetsiz kudretini bildirmek istemesinden kaynaklanmaktadır. Sonsuz bir kudretin anlaşılması, aydınlığın karanlıkla bilinmesi gibi, ancak âcizlikle mümkündür. Bundan dolayıdır ki, insan âcizliğini ne kadar fazla hissederse, Cenâb-ı Hakk’ın kudretinin nihayetsiz mertebelerine o kadar geniş bir dairede ayna olabilmektedir.

Ayrıca insan, nihayetsiz acizliğiyle beraber nihayetsiz belâlara ve hadsiz düşmanların hücumuna maruz kalmış bir pozisyondadır. Bununla birlikte nihayetsiz fakirliğiyle beraber nihayetsiz ihtiyaçları bulunmakta ve nihayetsiz emellere, isteklere müheyya bir vaziyettedir. İnsan binlerce çeşit elemlerle kederlenen ve binlerce çeşit lezzetler ile hoşnut olan bir varlık olmakla birlikte görünen ve görünmeyen pek çok ihtiyaçları bulunan ve devamlı ayrılık tokatları yiyen bir bîçare mahlûk iken, iman ve ubudiyetle sonsuz kudret sahibi olan Cenâb-ı Hakk’a bağlanarak bütün düşmanlarına karşı bir dayanak noktası ve bütün ihtiyaçlarına medar olan bir yardım dileme noktası bulmaktadır ki, nihayetsiz Kadîr ve Rahîm olan Cenâb-ı Hakk’ın hizmetine kulluğuyla girmesi durumunda ölümünü, idam ilânından vazifesini tamamlayan memnun ve minnettar ve müteşekkir bir kul vaziyetine döndürebilir.

Eğer insan enaniyeti ve gururu bırakıp fakirliğini, ihtiyacını ve muhtaç oluşunu anlayabilirse ve bunu niyaz ve duâ diliyle ilân ederek kulluğunu gösterebilirse Cenâb-ı Hakk’ın Rahman isminin geniş tecellilerine mazhar olabilmektedir ve böylece nazenin bir sultan ve nazdar bir halife-i zemin olabilir.

Evet, insan aczini ve fakrını izhar edip, duâ ile Cenâb-ı Hakk’a iltica etmelidir. O’nun Rububiyetine karışmamalı, tedbiri ona bırakmalı, hikmetine güvenmeli, rahmetini ittiham etmemelidir. Evet, bu hakikat âyetlerin beyanıyla sabittir ki, mevcudatın her birisi birer mahsus tesbihle birer hususî ibadet ile birer has secde halindedirler ve bu hal bütün kâinattan İlâhî dergâha giden, birer duâsıdır. Bu duâlar ya istidad lisanıyladır (lisan-ı halleriyle) ya fıtrî ihtiyaçlarının lisanıyladır veya da ızdırarın lisanıyla yapılan duâlardır. Bu duâlar göstermektedir; O’na iltica etmeyen O’na acziyetini, fakriyetini bildirmeyen hiçbir varlık yoktur ve kâinatın halifesi olarak şereflendirilmiş olan insanoğlu da mevcudatın izhar edilen acziyetini, lisan-ı haliyle yaptığı bu duâları kulluğuyla Rabbine sunarak halife-i zemin vazifesini yerine getirmiş olmaktadır.

Hem ilâç hükmünde olan, şükür ve kanaat ile talep ve duâ; Rezzak-ı Rahimin rahmetine dayanmak, güvenmektir. Bütün yeryüzünü bir nimet sofrası haline getiren ve bahar mevsimini bir çiçek destesi yapan ve o sofranın yanına koyan ve üstüne serpen bir Cevâd-ı Kerîm’in misafiri, ancak Allah’a karşı fakrını hissedip yalvararak fakr ve ihtiyacını izhar etmesi ile şereflenebilir.

İnsan acizliğini, zayıflığını ve fakirliğini, ancak Kadîr-i Rahîm’e tevekkülü ile tedavi edebilir. Hayat ve vücudunun yükünü, O’nun kudretine, rahmetine teslim edip; kendine yüklemeyerek ve hatta kendisi o hayatına ve nefsine binerek rahat bir makam bulabilir. Bununla beraber dünyanın, Rahman’ın bir misafirhanesi olduğunu görebilen insan, kâinattaki varlıkların, İlâhî esmaların aynaları, san’atlı mahlûkları olduğunu anlayarak, onların Samedani mektuplar olduğunu görebilmektedir. Bu da dünyanın geçiciliğinin verdiği acıları ve ayrılıkların verdiği yaraları güzelce tedavi etmektedir.
Üstad Bediüzzaman Hazretleri, acz ve fakr ile tevekkülle açılan nurlu kapıların olduğunu şöyle ifade etmiştir:

“Üstadlarımdan Mevlânâ Celâleddin’in nefsine dediği gibi dedim: O, ‘Ben senin Rabbin değil miyim?’ dedi; sen, ‘Kalû belâ / Evet, Rabbimsin’ dedin: ‘Belâ / Evet’ demenin şükrü nedir? ‘Belâ’ çekmektir. Belânın sırrının ne olduğunu bilir misin? O, Allah’a karşı fakrını hissetmenin ve Allah’a dayanmadıkça hiçliğini bilmenin yollarıdır. O vakit, nefsim dahi, ‘Evet, evet acz ve tevekkül ile fakr ve iltica ile nur kapısı açılır, zulmetler dağılır. Yani; İman ve İslâmiyet nûrundan dolayı Allah’a hamd olsun.’ dedi. Meşhur Hikem-i Atâiyyenin şu fıkrası: ‘Cenâb-ı Hakk’ı bulan, neyi kaybeder? Ve O’nu kaybeden, neyi kazanır?’ Yani: ‘O’nu bulan her şey’i bulur, O’nu bulmayan hiçbir şey bulmaz, bulsa da başına belâ bulur.’ Ne derece âli bir hakîkat olduğunu gördüm ve ‘O gariplere müjdeler olsun.’ hadisinin sırrını anladım ve şükrettim. İşte kardeşlerim, karanlıklı bu gurbetler çendan nûr-u îmanla nurlandılar.’

Sonuç olarak anlaşıldığı üzere, şu kâinatta görülen insaniyetin saltanatı ve beşerin terakkiyatı ve medeniyetin kemalâtı;  insana kendisinin zayıflığından dolayı verilmiş, onun acziyetinden dolayı yardım edilmiş, insanın fakirliğinden dolayı hediye edilmiş, insanın ihtiyaçlarının pek çok olmasından dolayı ikram edilmiştir ve o saltanat, Rabbimizin şefkat ve rahmet ve hikmetinin tecellileridir ki; eşyayı insana boyun eğdirmiştir. Evet, bir gözsüz akrep ve ayaksız bir yılan gibi haşerata mağlûp olan insana, bir küçük kurttan ipeği giydiren ve zehirli bir böcekten balı yediren Cenâb-ı Hak, Rabbânî emirlerini ve Rahmanî ikramlarını bize böylece temaşa ettirmektedir.

Evet, bu hakikatleri gören insanın gurur ve enaniyeti bırakarak, Uluhiyetin dergâhında acizliğini ve zayıflığını Allah-u Teâlâ’nın merhamet ve yardımına sığınması ile; fakirliğini ve ihtiyaçlarını Allah’a huşû içinde yalvararak edilen duâ lisanıyla ilân ederek kulluğunu göstermesi onu en güzel şekilde şereflendirmekte ve  Yani ‘Allah bize kâfidir. O ne güzel vekildir.’ diyerek de aziz bir abd olup yükselebilmektedir.

Ayrıca Üstad Said Nursî Hazretleri, aczin ve fakrın yanlış anlaşılmaması için şöyle bir eklemede bulunmuştur:
“Yanlış anlaşılmasın: Acz ve fakr ve kusurunu, Cenâb-ı Hakk’a karşı görmek demektir. Yoksa onları yapmak veya halka göstermek demek değildir. Şu kısa tarîkın evradı: İttiba-ı sünnettir, feraizi işlemek, kebâiri terk etmektir. Ve bilhassa namazı ta’dil-i erkân ile kılmak, namazın arkasındaki tesbihatı yapmaktır.”

Risale-i Nur Enstitüsü

Güncel Haberleri