Ömer Faruk Kaya’nın haberi
RİSALEHABER - Bu hafta DKM üniversite seminerini sunan Yusuf Mehdi Apak “Enaniyet” konusunu “Ene; enaniyet ile bağlantısı”, “Benlikteki sapmaların kaynağı” ve “Enaniyeti kırmanın yolları” başlıkları altında işledi.
Ene, Ene’nin Enaniyetle Bağlantısı başlığı altında anlatılanların bir kısmı şunlar oldu:
Ene sözlükte “ben, benlik” olarak geçer. 30. Sözde Göklerin, yerin, dağların yüklenmekten çekindikleri Allah’ın emanetinin çok yönlerinden bir tanesini de enedir. Ene ile kâinatın sırlarını ve Allah’ın sıfat ve esmasını anlayabiliriz. Bize kapalı kutuları açan bir anahtar hükmündedir.
Ene Allah’ın sıfatlarını anlamada bir ölçü birimidir. Bizim için Allah’ın sıfatlarını ve isimlerini anlamada bir kıyas olacaktır. Bir ev inşa ettiğimizi ve o evin yöneticisi olduğumuzu düşünelim. O evin ihtiyaçlarını karşılamamız gerektiğini biliriz. Evi sürekli temizlememiz, evdekilerin yemek içmek gibi ihtiyaçlarını halletmemiz gerekir. İşte burada bilmemiz gereken şey şu; nasıl ben bu evi inşa ettim, bu evdekilerin ihtiyaçlarını karşıladıysam bu kâinatın ve dünyanın da bir kurucusu vardır. Ve evin içindekilerin ihtiyacını karşılayan yalnız odur. Allah’ın bütün sıfatlarını ve isimlerini bir derece bildirecek ve gösterecek binler sıfât ve hissiyat, “ene”ye yerleştirilmiştir. Ene bizim Allah’ı tanımamızda bir anahtar hükmüne geçmiştir.
Enenin enaniyetle bağlantısına bakacak olursak; Üstad hazretleri birçok yerde bu iki kavramı birbiri yerine kullanmıştır. 23. ve 30. sözde ve başka yerlerde bu iki kavramı birbirinin aynısı gibi kullanılmıştır. Ancak başka birçok yerde enaniyeti daha çok kibir, gurur, kendini beğenme, her işi yaptığını kendinden bilmek anlamlarında kullanmıştır.
Benlikteki sapmaların kaynağı; “Enaniyet” başlığı altında anlatılanların bir kısmı:
Evet, bu zamanın en büyük hastalığından biri benlik, enaniyet, hodfüruşluk, hayatını medeniyetin Allah’ı unutturan boş gereksiz şeyleriyle geçirmek iştihası gibi hastalıklardır. Zamanımızda islami terbiyenin olması gerektiği gibi verilmemesinden ve ibadetlerdeki zayıflıktan dolayı enaniyet kuvvet bulmuştur.
Evet, saydığımız benlik sapmaların köklerinde enaniyet vardır.
5. desise-i şeytaniye’de en tehlikeli damarın enaniyet olduğunu anlatılır. Üstad hazretleri enaniyetin işimizde, Nur talebeleri arasında en tehlikeli cihetinin ise kıskançlık olduğunu söyler. Çünkü insan birinde bir güzellik, iyi bir hal veya zenginlik görse kendisinin de o güzellikler kavuşmasını ister. Eline geçmeyince de “o şeyler neden bende yok da onda var” demeye başlar. Enaniyetinden dolayı kıskandığı kişinin ya önüne geçmek ister, ya o şeylere kavuşmasın diye uğraşır ya da ondan nefret eder. Hem kıskançlıkta öyle bir ceza var ki o hased, hased eden adamı yakar. Hased’in çaresi ise; hased eden kişi kıskandığı kişideki makamın, kuvvetin, servetin geçici, fani olduğunu düşünmesidir. O servetin, makamın faydası çok az, zahmeti çok fazladır. Nur mesleğinde ise kıskançlığın hiç olmaması gerekir. Nasıl ki insanın bir eli diğer elini kıskanmaz, gözü, kulağına hased etmez ve kalbi aklına rağbet etmez. Öyle de nur mesleğinde her birimiz hizmetin şahs-ı manevisi hükmündeyiz. Birbirimize karşı rekabet değil, birbirimizin güzel şeyleriyle iftihar etmek ve lezzet almak vicdani bir vazifemizdir.
Evet, ilk başta saydığımız bütün kötü ahlakın köküne bakacak olursak da altında enaniyetin olacağını görürüz. Kibir, gurur, tenkid, hırs, tama, ırkçılık, kendini beğendirme: hepsi enaniyetten kaynaklanır.
Enaniyeti kırmanın yolları, başlığı içerisinde anlatılanların bir kısmı ise şunlardı:
Bu yolları şu şekilde sıralayabiliriz; aczini, fakrını ve kusrunu bilmek, kendine değil de Allah’a güvenmek, tevekkül ve dua etmek, tefekkür etmek, oruç tutmak, zamanımızın ferdiyet değil de cemaat zamanı olduğunu bilmek, gaye-i hayal bulmak ve gaye-i hayal olmazsa ezhanların enelere döneceğini bilmek ve son olarak bu zamanda hakka hizmetin bütün bütün enaniyeti terk etmekle olacağın bilmek diye sıralayabiliriz.
İnsan fıtratı itibariyle nefsini sever. En başta bizzat kendi zatını sever ve her şeyi kendi nefsine feda eder. Mabud’a layık bir tarzda nefsini metheder. Mabud’a layık bir tarzda nefsini ayıplardan uzak tutar. Elinden geldiği kadar kendi kusurlarını görmez ve kabul etmez. Kendini görür, kendine güvenir ve kendini beğenir. İşte bu noktada insanın kendi nefsini temize çıkarmaması, kendine güvenmemesi gerekir.
Enaniyetine güvenen insanlar yıldız böceğine benzer. Yıldız böcekleri kendi ışığına güvendiğinden dolayı sürekli gecenin karanlığına mahkûm kalırlar. İşte enaniyetimize ve iktidarımıza güvenip tevekkül ve duayı bırakmamız gerekir. Aksi takdirde iyilik ve icat cihetinde bir bal arısına ve karıncaya yetişemeyiz. Tahrip etmekte ise dağdan daha ağır ve taundan daha zararlı oluruz.
İnsan, bir iş yapmak ve maddi çalışma cihetinde zayıf bir hayvan, aciz bir mahlûktur. Bu cihette malikiyeti çok dardır. İşte insan enaniyetine güvenip dünyayı asıl amacı yaparak geçim derdi içinde bazı geçici lezzetler için çalışınca, dar bir dairede boğulur gider. Görüyoruz ki zamanımızdaki insanlar geçim derdi veya o geçici lezzetler için çok fazla uğraşıyor. Aileler çocuklarını memur olsun, iyi bir yerlere gelsin diye cami medrese gibi yerlere göndermiyor ve daha çok maddi şeyleri kazanmaları için uğraşıyor. İnsanların böyle yapmasıyla, ona verilen akıl, göz, el, ayak gibi bütün cihazlar ahirette onun aleyhinde şehadet edecekleri ve davacı olacakları gibi o çocukları da davacı olacaklar. İşte insanın yapması gereken şey kendini bu dünyada misafir olduğunu bilmek ve Allah’ın izni dairesinde ömrünü sarf etmektir. Aczini, fakrını, kusrunu bilip ona göre hareket etmektir. Bu şekilde olunca çok geniş bir dairede hayatını harcar ve ebedi hayat için çalışıp orayı kazanabilir. Hem ona verilen cihazlarda ondan şikâyetçi olmayarak ahirette lehine şehadet eder. Zaten bu cihazlarımızı 6. Sözde nasıl kullanmamız gerektiği en güzel bir şekilde anlatılıyor. Allah’ın yolunda kullanınca nasıl 5 derece kar içinde kar edeceğimizi, onun yolunda kullanmayınca nasıl 5 derece zarar içinde zarar edeceğimizi görüyoruz.
Evet, insan kâinatta pek nazik bir çocuğa benzer. Nasıl küçük bir bebeğin aczinden, fakrından dolayı kendi yemeğini yiyememesi kendi ihtiyaçlarını karşılayamaması karşısında ailesi onun ihtiyaçlarını karşılar. Çünkü onun o zayıflığı ve acizliğinde büyük bir kudret vardır. Aynen öylede biz acizliğimizi fakirliğimizi bilip Allah’a dayanmalıyız. Küçük bir çocuğun ağlamasıyla veya istemesiyle istediği bir oyuncağı veya başka bir şeyi biz ona alırız. Onun kendi kuvveti istediği şeylere almaya asla yetmez. Şimdi böyle bir çocuk, o şefkati inkâr etmek suretiyle ahmakane bir gurur ile "Ben kendi kuvvetimle bunları alıyorum" dese, elbette bizden bir tokat yiyecektir. İşte bunun gibi biz insanlarda Allah’ın rahmetini ve hikmetini inkâr edercesine elimize geçen şeylere “Ben kendi ilmim ve kuvvetimle bunları kazandım” desek şiddetli bir tokada müstahak oluruz. Çünkü biz çok aciz, fakir ve kusurluyuz. Kendi vücudumuzun içerisindeki sistemi dahi kontrol edemezken, küçücük bir sinek bizi alt ederken elimize geçen şeylerden enaniyetle kendimiz kazanmışız dememiz bizi büyük bir tokada götürür. Haşa Allah’ın rahmetini, hikmetini inkâra kadar götürür. Düşünüp, okuyup, ilim öğrenmemize yarayan aklı bize veren Allah’ken öğrendiğimiz ilimle guru yapmak ne kadar ahmakça bir şey. İşte demek ki bize verilen bütün cihazlar, nimetler bizim acizliğimiz, fakirliğimiz karşısında Allah’ın bize rahmetidir, lütfudur.
“Ey insan! Madem hakikat böyledir; gururu ve enaniyeti bırak. Uluhiyetin dergâhında acz u za'fını, istimdad lisanıyla; fakr u hacatını, tazarru' ve dua lisanıyla ilân et ve abd olduğunu göster. Ve
حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ"de, yüksel.”
Oruç tutmak insanın nefsindeki firavunluk cihetine darbe vurur. Aczini, fakrını, kusrunu gösterir. Hadisi şeriften rivayetle biliyoruz ki Allah insanın nefsi bütün cezalarla cezalandırmış ama nefis yine de “ene ene, ente ente” yani “ben benim, sende sensin” demiş. Ne zamanki Allah nefsi aç bırakmış o zaman “اَنْتَ رَبِّى الرَّحِيمُ وَاَنَا عَبْدُكَ الْعَاجِزُ” yani “sen benim Rabb-i Rahim’imsin, ben senin aciz bir abdinim” demiş.
Bu zamanda Allah’ın rızasını kazanmak enaniyeti terk etmekten geçer. Risale-i Nur’da Üstad hazretleri “Risale-i Nur’un Kur’andan aldığı dersin en birincisi; Benlik, enaniyet, hodfuruşluğu terk etmek lüzumudur. Ta hakiki ihlas ile imanın kurtarılmasına hizmet etsin” der. Buradan da anlayacağımız gibi Nur talebelerinin birinci görevi benliği ve enaniyeti terk etmektir.