Risale Haber - Haber Merkezi:
RisaleHaber-Üniversite seminerinde “İlham” konusu ele alındı. DKM’de gerçekleşen seminere ilgi yoğundu.
Sunumunu Eğitim Fakültesi öğrencisi Kadir Çimen’in yaptığı seminerde İlham Kavramı, Mukaleme-i Rabbaniye, Teveddüd-ü İlahi, İcabat-ı Rahmani, İmdadat-ı Rabbani, İhsasat-ı Sübhani, İlham ve Vahiy Farkı gibi başlıklara yer verildi.
Sunumuna ilham kelimesinin tanımıyla başlayan Çimen, “Öncelikle ilhamın kelime anlamına bakacak olursak, “Allah’ın kulun kalbine bıraktığı şey”, “feyz yoluyla kalbe bırakılan şey” anlamındadır. Bediüzzaman da ilham kavramını çok kullanmıştır. Risale-i Nurun ilhamen yazdırıldığını ve kendisinin malı olmadığını defalarca zikretmiştir. Bunlara örnek olarak: “Risaletü’n-Nur sair te’lifat gibi ulum ve fünundan ve başka kitaplardan alınmamış. Kur’an’dan başka me’hazı yok. Kur’an’dan başka üstadı yok. Kur’an’dan başka mercii yok. Telif olunduğu vakit hiçbir kitap müellifinin yanında bulunmuyordu. Doğrudan doğruya Kur’an’ın feyzinden mülhemdir ve sema-i Kur’aniden ve ayatın nücumundan, yıldızlarından iniyor, nüzul ediyor.” ” dedi.
Çimen, “Bediüzzaman kendisinin sadece bir tercüman olduğunu ve hissesinin de yalnız şükür olduğunu ve hiçbir cihetle fahre, temeddühe, gurura hakkının olmadığını belirtiyor. Dikkat ederseniz Bediüzzaman, Risale-i Nur’u yazdım demiyor, yazdırıldı diyor. Ki az önce okuduğum yerde de geçtiği gibi Risale-i Nur yazılırken Bediüzzaman Hazretleri’nin yanında hiçbir kitap yoktu. Bu da Risale-i Nurun doğrudan Kur’an’ın feyzinden ilham ile yazdırıldığını ispatlıyor. Fakat günümüzde zaman zaman Bediüzzaman’ın Risale-i Nur’un ilhamen yazdırıldığını belirten sözleri, bir kısım şahıslar tarafından yanlış tarafa çekiliyor. Fakat daha önce Bediüzzaman bu tarz bir ittihamla karşılaşmış ve onlara şu şekilde cevap vermiştir; “Hemen herkesin dediği gibi; hatırıma geldi, yahud fikrime geldi, yahud fikrime ihtar edildi gibi tabirleri herkes istimal ediyor. Benim de bunu söylemekten maksadım bu ki: "Benim hünerim, benim zekâm değil. Sünuhat kabîlinden demektir. Bu da herkesin dediği gibi bir sözdür. Eğer vukufsuz ehl-i vukufun verdiği mana ilham da olsa; hayvanattan tut, tâ melaikelere, tâ insanlara, tâ herkese bir nevi ilhama ve sünuhata mazhar oldukları, ehl-i fen ve ehl-i ilim ittifak etmişler. Buna suç diyen, ilim ve fenni inkâr etmek lâzım gelir.’’ kaydetti.
Şairlerin ilhama mazhar oldukları genel olarak kabul edildiğini, bütün hayatını Kur'an hizmetine adayan Bediüzzaman’ın ilhama mazhar olduğunu reddetmek, insafla bağdaşır bir durum olmadığını ifade eden Çimen, “Risale-i Nur ilhamın derecelerinin çeşitli olduğunu söylüyor. Bunlardan en cüz’isi ve basitinin hayvanatın ilhamatı olduğunu, sonra avam-ı melaikenin ilhamatı olduğunu, sonra evliya ilhamatı ve sonra da melaike-i izam ilhamatı olduğunu belirtiyor. Zira, kainat üzerinde en küçük zerreden küre-i arza kadar canlı cansız, bütün mahlukat üzerinde ilhamatın tesiri gözüküyor. İlham, akıl nimetinden mahrum olan hayvanlar alemine de Allah’ın bir İlâhî ihsanıdır. O günahsız varlıklar da vazifelerini ilhamla öğrenir ve yine ilhamla yerine getirirler. İnsanoğlu şeker pancarından şeker yapacak seviyeye gelmek için asırlar boyu çalışmışken, ilk arıların da bugünkü arılar gibi bal yapabilmeleri ancak ilhamla açıklanabilir. Yine insanoğlu uçak yapmak için asırlarca çalışmışken, bütün kuşların, sineklerin uçmayı bilmeleri ve uçabilmeleri ancak ilhamla açıklanabilir. Bazı çevreler bu İlâhî ihsanlara içgüdü diyerek bu sonsuz mucizeleri tabii ve tesadüfi saymaya çabalıyorlar. Bediüzzaman Risale-i Nur’da bu meseleden şu şekilde bahsediyor: “Ehl-i dalalet ve ehl-i felsefe, o gayr-ı meşhur hislere; -hata ederek- ahmakçasına "sevk-i tabiî" diyorlar. Hâşâ sevk-i tabiî değil, belki bir nevi ilham-ı fıtrî olarak insan ve hayvanı kader-i İlahî sevkediyor. Meselâ: Kedi gibi bazı hayvan; gözü kör olduğu vakit, o sevk-i kaderî ile gider, gözüne ilâç olan bir otu bulur, gözüne sürer, iyi olur. Hem rûy-i zeminin sıhhiye memurları hükmünde ve bedevi hayvanatın cenazelerini kaldırmakla muvazzaf kartal gibi âkil-ül lahm kuşlara bir günlük mesafeden bir hayvan cenazesinin vücudu, o sevk-i kaderî ile ve o hiss-i kabl-el vuku ilhamıyla ve o saika-i İlahî ile bildirilir ve bulurlar. Hem yeni dünyaya gelmiş bir arı yavrusu; yaşı bir gün iken, havada bir günlük mesafeye gider, havada izini kaybetmeyerek, o sevk-i kaderî ile ve o saika ilhamıyla döner, yuvasına girer.”” dedi.
Hayvanların kendilerine ilham eden Rablerini, yine ilhamla bildiğine dikkat çeken Çimen, “Hayvan hayatını korumak ister. Elinden almaya kalkışırsanız sizden kaçar. İşte kendi varlığını ilhamla bilen ve bundan memnun olan her canlının kalbinde, bilemeyeceğimiz bir keyfiyette, bu ihsana teşekkür duygusu mevcuttur. Evet, kendini bilenin Rabbini de bilmesi gerekir. Bu mânâ, hayvanların hepsinde geçerlidir. Lâkin Rablerini bilişleri de kendilerini bilmeleri gibi, çok cüz’îdir, ama gerçektir.” dedi ve Risale-i Nur’dan şu cümleleri aktardı: “İşte ilhama mazhar olan arı, örümcek ve yuvasını çorap gibi yapan bülbül gibi hayvanatı bu sineğe kıyas et. Hattâ nebatatı da aynen hayvanata kıyas edebilirsin. Evet, Cevvad-ı Mutlak (c.c), her ferd-i zîhayatın eline lezzet midadıyla ve ihtiyaç mürekkebiyle yazılmış bir tezkereyi vermiş. Onunla evamir-i tekviniyenin programını ve hizmetlerinin fihristesini tevdi' etmiştir. Bak o Hakîm-i Zülcelal'e; nasıl Kitab-ı Mübin'in düsturlarından arı vazifesine ait mikdarını bir tezkerede yazmış, arının başındaki sandukçaya koymuştur. O sandukçanın anahtarı da, vazifeperver arıya has bir lezzettir. Onunla sandukçayı açar, programını okur, emri anlar, hareket eder. وَ اَوْحَى رَبُّكَ اِلَى النَّحْلِ ayetinin sırrını izhar eder. Evet, Fâtır-ı Hakîm, Kitab-ı Mübin'in düsturlarını gayet güzel bir surette ve muhtasar bir tarzda ve has bir lezzette ve mahsus bir ihtiyaçta icmal edip derceder. Her şey öyle has bir lezzet ve mahsus bir ihtiyaç ile amel etse, o Kitab-ı Mübin'in düsturlarını bilmeyerek imtisal eder. Meselâ, hortumlu sivrisinek dünyaya geldiği dakikada hanesinden çıkar; durmayarak insanın yüzüne hücum eder, uzun asâsıyla vurur, âb-ı hayat fışkırtır, içer. Hücumdan kaçmakta, erkân-ı harb meharet gösterir. Acaba bu küçük, tecrübesiz, yeni dünyaya gelen mahlûka bu san'atı ve bu fenn-i harbi ve su çıkarmak san'atını kim öğretmiş ve nerede öğrenmiş? Ben, yani bu bîçare Said itiraf ediyorum ki: Eğer ben o hortumlu sineğin yerinde olsaydım; bu san'atı, bu kerr u ferr harbini ve su çıkarmak hizmetini çok uzun dersler ve çok müteaddid tecrübelerle ancak öğrenebilirdim.”
Mukaleme-i Rabbaniye
Bir zatın vücudunu bildiren en zahir alamet, konuşması olduğunu belirten Çimen seminerine şöyle devam etti:
Cenab-ı Hak harf, ses, dil, lisan vs.ye muhtaç olmadan ezeli olarak konuşur. Kelam O’nun yedi sıfat-ı subutiyesinden biridir. Mütekellim ismi de kelam sıfatından gelir. Mukaleme-i Rabbaniye yani kelam sıfatı veya mütekellim ismi, Cenab-ı Hakkın zatının bir gereğidir. Çünkü kelam bir kemal, konuşamamak ise büyük bir eksikliktir ve kusurdur. Cenab-ı Hak her türlü kusur ve eksiklikten münezzehtir. Canlı ve şuur sahibi varlıkları sayısız dillerle konuşturan bir yaratıcının konuşmaması veya konuşamaması aklen ve hakikaten imkansızdır.
Bediüzzaman ilhamın mahiyeti ile hikmetinin ve neticesinin dört nurdan terekküb ettiğini belirtmiştir.
Teveddüd-ü İlahi(Allah’ın Kendini Sohbetiyle Sevdirmesi)
Allah nasıl kendini mahlûkatına fiilen sevdiriyorsa, sohbet ve söz ile de kendini mahlûkata sevdirmek istiyor. Bu yüzden her mahlûku ile derecesine göre konuşuyor. Bu konuşması da Vedudiyetin ve Rahmaniyetin gereğidir.
2. İcabat-ı Rahmani
Kullarının yalvarış ve yakarışını nasıl kabul edip fiilen onlara ihsan ve ikramlarda bulunuyor ise, aynı yalvarış ve yakarışa kelam ve söz ile de karşılık vermek, şefkatinin gereğidir. Yani Allah mahlûkatının ihtiyaçlarına ve dualarına sadece fiilen cevap vermiyor, ilham vasıtası ile kavlen de cevap veriyor. Bu yüzden ilham kapısı ile bütün mahlûkatın hususi dua ve yalvarışlarına hususi bir mukabelede bulunuyor.
3. İmdadat-ı Rabbani
Ağır bela ve musibetlere düşen mahlûkatın imdadına ve yardımına fiilen cevap verdiği gibi kavlen ve ilhamen de cevap vermek Rububiyet sıfatının bir gereğidir. Terbiye ve talimde kavileşmek önemli bir esastır. Bu yüzden Allah, insanlığı terbiye ve talim için onlarla peygamberler ve kitaplar vasıtası ile konuşmuştur. İlhamı gerekli kılan üçüncü nur ve sebep talim ve terbiyedir.
4.İhsasat-ı Sübhani (Allah’ın varlığını ve yakınlığını kalp telefonundan konuşmasıyla hissettirmesi)
İnsan çok yönlerden Allah’a muhtaç olarak yaratılmıştır ve her muhtaç olduğu hususta da Allah bir ismi ve sıfatı ile o ihtiyaca ve muhtaçlığa cevap vermiştir. İnsan aciz ise, kudreti ile acizliğinin elinden tutmuş, fakir ise zenginliği ile ona merhem olmuş, yani hangi hususta ihtiyaç varsa, Allah isim ve sıfatları ile o ihtiyaca cevap vermiş.
Allah her alanda varlığını hissettirirken, varlığın en önemli alameti ve ispatı olan konuşmak ve sohbet etmek hususunda, ilham vasıtası ile konuşmaması düşünülemez. Yani Allah’ın mahlûkatı ile konuşması Rububiyet ve tecelliyatının en son ve azami noktasıdır. Diğerleri üstü kapalı ve sebepler aracılığı iledir, ama konuşmak daha belirgin ve daha berrak bir ihsastır.
Vahyin kudsi hakikati Risale-i Nur’da beş esasa dayandırılmıştır;
Birincisi: “Tenezzül-ü ilahi” denilen insan aklının seviyesine göre onunla konuşmasıdır. Bütün mahlûkatını konuşturan ve konuşmasını bilen Cenab-ı Hak Rububiyetin gereği olarak o konuşmalara kendi konuşmasıyla müdahale eder.
İkincisi: “Taarrüf-ü Rabbani denilen, Allah’ın kendi eşsiz ezeli sözleriyle kendini tanıtması, tarif etmesi hakikatidir.
Üçüncüsü: “Mukaleme-i Rabbani” olarak tabir edilen, Allah’ın kendisine yönelik dualara ve şükürlere fiilen olduğu gibi, sözüyle de karşılık vermesidir.
Dördüncüsü: “Mukaleme-i Sübhani” denilen, sermedi hayatının ve ihatalı ilminin gereği olan kusursuz, mu’cizevi kelamını göstermesidir.
Beşincisi: “İş’ar-ı Samedani” denilen, ulûhiyetin gereği olarak kendi vücudunu konuşmasıyla ispat etmesi hakikatidir.
İlham ve Vahiy Farkı
Bediüzzaman ilham ile vahiy arasındaki farkları şu şekilde sıralamaktadır:
Sadık ilhamlar, gerçi bir cihette vahye benzerler ve bir nevi mükâleme-i Rabbâniyedir, fakat aralarında iki fark vardır.
Birincisi: İlhamdan çok yüksek olan vahyin ekseri melaike vasıtasıyla ve ilhamın ekseri vasıtasız olmasıdır.
Mesela nasıl ki bir padişahın iki suretle konuşması ve emirleri vardır:
Birisi: Haşmet-i saltanat ve hâkimiyet-i umumiye haysiyetiyle bir yaverini, bir valiye gönderir. O hâkimiyetin ihtişamını ve emrin ehemmiyetini göstermek için bazen, vasıta ile beraber bir içtima yapar, sonra ferman tebliğ edilir.
İkincisi: Sultanlık ünvanıyla ve padişahlık umumi ismiyle değil, belki kendi şahsıyla hususi bir münasebeti ve cüz’i bir muamelesi bulunan has bir hizmetçisi ile veya bir ami raiyyetiyle ve hususi telefonuyla hususi konuşmasıdır.
Öyle de, Padişah-ı Ezelinin, umum âlemlerin Rabbi ismiyle ve kâinat Halıkı ünvanıyla, vahiyle ve vahyin hizmetini gören şümullü ilhamlarıyla mükâlemesi olduğu gibi; herbir ferdin, her bir zihayatın Rabbi ve Halıkı olmak haysiyetiyle, hususi bir surette, fakat perdeler arkasında, onların kabiliyetine göre bir tarz-ı mükâlemesi var.
Burada 3 mertebe beyan edilmiş. 1-Vahiy, 2- Vahyin hizmetini gören şümullü ilhamlar. 3-İlham.
İşte Risale-i Nur, vahyin hizmetini gören şümullü ve külliyetli ilhamlardandır. Hem umumidir, hem gölgesizdir. Bediüzzamanın akıl, kalb, ruh kabiliyetlerine göre gelen hakikatlar değil, Kur'anın ve Peygamberimizin makamından gelen (yani İsm-i Azamdan ve her ismin azami mertebesinden gelen), kıyamete kadar, her ferde ve cemaate hitab eden, her an herkese ekmek, su, hava, ilaç kadar zaruri bir manevi gıdadır.
İkinci Fark: Vahiy gölgesizdir, safidir, havassa hastır. İlham ise gölgelidir, renkler karışır, umumidir. Melaike ilhamları ve insan ilhamları ve hayvanat ilhamları gibi çeşit çeşit, hem pek çok envalarıyla, denizlerin katreleri kadar kelimat-ı Rabbaniyenin teksirine medar bir zemin teşkil ediyor.
İnsanların kalbi ve ruhi hayatları adına vahiy olmazsa olmaz bir esas, ilham ise değişik asırların, değişik toplumların idrak seviyelerine göre onu açan, bilinmeyen yönlerini açıklayan, mücmel yanlarını tafsil eden muhtelif çağ ve coğrafyaların ihtiyaçlarına karşı lütuflar tecellisi şeklinde hususi bir teveccüh ve fezeyandır. Kur'ânî renk ve desenle esip gelen, gerçek değerini Kur'ân ve Sünnet muvafakatına bağlayan; susarken kendi sınırlarında kalıp, Kur'ân'a saygıdan dolayı susan, konuşurken de O'nun referans çerçevesi içinde kalan; ama kat'iyen vahyi kendi hesabına konuşturmayan çok önemli menbadır ilham.
İlhamda veli hâsıl olan manayı etkileyebilir. O anda duyguları, o andaki ruh hali, istek veya arzuları ilhama karışabilir ve veli böyle durumlarda ilhamı o istikamette değerlendirebilir.
Evliyanın kalbine ilham olarak gelen cüz’i manaları kelamullah zannedip, ayet olarak tabir etmeleri Bediüzzaman’ın tabiriyle “hata-i mahz”dır.
Vahiy olayı Peygamber Efendimiz(a.s.m) ile birlikte son bulmuştur. İlham ise son bulmamıştır. Vahiy yoluyla elde edilen bilgiler birbirleriyle çelişmez; ilham ile elde edilen bilgiler birbirleriyle çelişebilir.
On İkinci Sözde izah ederken İlhamın "Rabbüke", Vahyin "Rabb-ül Âlemin" kadar farkını nazara veriyor. Yani ilham, muhatap olan ferdin kalb kabiliyeti ve rengine göre geldiği için, "Senin Rabbin" lafzıyla ifade edilir. Hususidir, umumi değildir. Gölgelidir, renkler karışır. Mesela güneşin ışığı renksizdir. Ama o renksiz ışık yedi rengin imtizacından hâsıl olmuş. Yedi renk amma binlerce renk tonlarını taşıyor. Kırmızı renkte bir aynaya aksedince, o aynada yalnız kırmızı olarak görünür, gösterir veya gösterilir. Diğer renkler ve tonlar gizlenir, görünmez.
Vahiy ise "Âlemlerin Rabbi" lafzıyla ifade edilmiş. Yani, vahiyde ayna renksizdir. Aynanın kabiliyetine göre değil, Güneşin kabiliyetine göre gelir. Bütün renkler ve tonları o aynada görünür. Herkese bakan bir vechi, yönü vardır. Umumidir. Gölge olmadığı için safidir. Hakikatin ta kendisidir.