Giriş:
19. Asır dünyada büyük değişim ve dönüşümlerin yaşandığı bir dönem olmuştur. İlimde, fende, teknik ve teknolojide büyük aşamalar kaydetti. Makinenin icadı ve ateşli silahların gelişmesi ile dünyada büyük savaşlar ve istilalar yaşandı. Matbaanın icadı ile ilmî ve fikri olarak büyük değişimler yaşandı. Devletler arasında yaşanan savaşlar sınıflar arasında yaşanmaya başladı. İlimde ve teknikte yaşanan gelişmeler akla verilen önem dinin ikinci derecede kalmasına ve kapitalizm ile komünizm mücadelesini netice verdi.
Diğer taraftan ırkçılık, devletçilik ve buna dayanan istibdat ile buna karşı ezilmişlerin hak arama mücadeleleri de Hürriyet ve Demokrasinin gelişimine sebep oldu. Devletlere hâkim olan dinsizlik ve ırkçılık dini dışlamayı ve seküler bir anlayışın devletlere hâkim olmasına o da lâikliğin devletlerde bir esas olarak kabul edilmesine sebep oldu. Din yasaklandı ve önemsiz hale geldi. Bilhassa Komünizm dinle mücadeleyi kendisine prensip edindi ve bütün dini ve manevi değerleri yıkmayı hedefleyerek büyük bir derecede başarılı oldu. Mevcut din adamları olan ulema ve maneviyat büyükleri olan tarikat şeyhleri bütün bunlara mukabil geleneği korumak dışında dini müdafaa için yapacak bir şeyleri yoktu. Kendilerini dahi koruyamadılar ve “Medreseler ve Tekkeler” kapatıldı.
Gerek dünyada gerekse İslam ülkesi olan Osmanlı devletinde üç yüz senede yapılmayan değişimler devrimler adı altında birkaç sene içinde yapıldı.
Bu durumda “Dinde Tecdid” gerekiyordu. “Ulemanın Kitapları” ve “Maneviyat Büyüklerinin” manevi tasarrufları din ve maneviyat aleyhindeki havayı değiştirmeye yetmiyordu. Kur’ân-ı Kerimin bu asra hitabı anlaşılmalı ve buna uygun hareket edilmeliydi ki “Ümmet-i Muhammed” sıkıntıdan kurtulsun.
Risale-i Nur’un Kur’ânın bir mucizesi olarak ortaya çıktı. Bediüzzaman “Dini ihya hareketi başlattı” ve bunu da “Risale-i Nurun” telifi ile başardı. Risale-i Nur bu bakımdan yeni bir açılım ve tecdit hareketidir. Bediüzzaman kapanan medreseleri ve kapatılan tarikatları savunmadı, korumaya çalışmadı ve yeniden diriltmeyi tavsiye etmedi. Kur’ân-ı Kerimi ve Asr-ı Saadeti esas alarak dini yeniden ihya etmeye başladı.
1.BEDİÜZZAMAN İMAN VE İSLAM KALESİNİ YENİDEN İNŞA ETMİŞTİR:
Bediüzzaman “Risale-i Nur, yalnız cüz’î bir tahribatı, bir küçük hâneyi tamir etmiyor, belki külli bir tahribatı ve islamiyeti içine alan dağlar büyüklüğünde taşları buluna bir muhit kalayı tamir ediyor. Ve yalnız bir kalbi ve has bir vicdanı ıslaha çalışmıyor, belki bin seneden beri tedarik ve teraküm edilen müfsit aletler ile dehşetli rahnelenen kalb-i umumi ve efkâr-ı âmmeyi ve umûmun, bâhusus avam-ı mü’minînin istinadagahları olan İslâmî esaslar ve cereyanlar ve şeâirler kırılmasıyla bozulmaya yüz tutan vicdân-ı umumiyi, Kur’ânın i’câzıyla o geniş yaralarını, Kur’ânın ve imanın ilaçları ile tedavi etmeye çalışıyor. Elbette böyle küllî ve dehşetli rahnelere ve yaralara hakkalyakîn derecesinde ve dağlar kuvvetinde hüccetler, cihazlar ve bin tiryak hasiyetinde mücerreb ilâçlar, hadsiz edviyeler bulunmak gerektir ki, bu zamanda, Kur’ân-ı Mu’cizu’Beyânın i’câz-ı mânevisinden çıkan Risale-i Nur o vazîfeyi görmekle beraber, imanın hadsiz mertebelerinde terakkiyât ve inkişâfa medardır” (Kastamonu Lâhikası, 1994, s.28) buyurarak Risale-i Nur’un bu tecdid vazifesine dikkatlerimizi çeker.
Bu bakımdan Risale-i Nur yeni bir milat ve yeni bir başlangıçtır. Çünkü “İman ve Tevhit Davasını” yeni baştan ele alarak izah ve ispat etmektedir.
2.RİSALE-İ NUR İMAN HİZMETİDİR:
Risale-i Nur imana hizmeti, yani imani meseleleri izah ve ispatı esas aldığı için iman konusunda şüphesi olan bütün inananları, imanlarını güçlendirmek isteyen bütün mü’minleri ve imana muhtaç bütün insanlığa hitap etmekte ve onların sorularına ve ihtiyaçlarına cevap vermekte, akıllarını ikna ve kalplerini tatmin etmektedir. Bu nedenle Risale-i Nur doğrudan Kur’ân-ı Kerimin “İman Davasını” yine Kur’ânın manevi bir mucizesi ve tefsiri olarak ispat etmektedir. Tevhit, Nübüvvet, Haşir, İbadet ve Adalet konularında dinin bütün hakikatlerini ispat etmektedir. Bu nedenle Risale-i Nur bütün insanlığa Kur’ânın mesajını asrın idrakine uygun olarak veren bir manevi tefsirdir.
3.RİSALE-İ NUR TEVHİDİ İSPAT EDER:
İslamiyet “Tevhit” dinidir. Tevhidin ispatı ile “Teslis” ve “Şirk” iptal edilmiş olmaktadır. Bu noktada Risale-i Nur Kur’ânın “Tevhit” davasını Kur’an namına ve hesabına ispat ettiği için “Kur’ânın dellalı” olmakta ve Kur’âna iman eden her mü’minin ona uyması, onu okuması ve onunla imanını kurtarması ve kuvvetlendirmesi gerekir.
Risale-i Nur imanı esas aldığı için imana bağlı olan bütün tarikatlar, mezhepler ve meşrepler üstüdür. Mezhepler, meslekler, meşrepler ve tarikatler onun altında sayılır, imana tabi olduğu için Risale-i Nur’a tabi olmak durumundadır. Bediüzzaman bunun için “Risale-i Nur’un dairesinin yakınında bulunan ehl-i ilim ve ehl-i tarikat ve sofimeşrep zatlar, onun cereyanına girmek ve ilim ve tarikatten gelen eski sermayeleri ile ona kuvvet vermek ve genişlemesine çalışmak ve şâkirtlerini teşvik etmek… gerekir” (Kastamonu Lâhikası, 1994, s.88) demiştir.
4.ALLAH’A GİDEN TARİKLER PEK ÇOKTUR:
Tarik, yol, tarikat ise Allah’a iman edenlerin onun rızasını kazanmak için ibadet ve ahlakta takip edilecek metot ve ibadetler demektir. Bu manada mezhep de Allah rızasını esas alan Sünnete uygun ibadet anlamına gelmektedir. Mezhep ile Tarikat arasında şöyle bir fark vardır. Mezhep ibadet ve amel konusunda Allah rızasını aramak amacı ile oluşturulmuştur. Tarikatlar ise ahlak ve kalbi hastalıkların tedavisi konusunda Allah rızasını aramak amacı ile kurulmuşlardır. Her ikisi de imana bağlı olduğu ve imanın kuvvetine göre amel ve ahlak düzeleceği için “imanda terakki edenin” ameli mükemmel ve ahlakı mütekâmil olur. Bu nedenle “Takva” dairesinde olan “Nur talebelerinin” tarikata ihtiyacı olmaz.
Bediüzzaman Mesnevi-i Nuriye’de genel anlamda Allah’a giden yol anlamında tarikleri dörde ayırır: (Mesnevi, 1998, s.212-213)
1. Tasfiye ve işrak üzere kurulmuş olan ehl-i tasavvufun yoludur ki aklı ve kalbi ibadetle masivadan arındırarak Allah’a ve Onun marifetine ulaşmaya çalışmaktır. İşrak ise, keşif ve ilham ile insanı Allah’a götüren yolları bulmaya gayrettir. Her ikisinde de marifetullah yolunda kalb ayağı ile gidilmeye çalışılır. Bu seyr-i sülukun anahtarı ve vesileleri, zikr-i ilâhi ve tefekkürdür. İmam-ı Rabbaninin ifadesi ile “Bütün tariklerin nokta-i müntehası, iman hakikatlerinin vuzuh ve inkişafıdır.” Beyazıd-ı Bistami, İmam-ı Rabbani ve Abdulkadir Geylâni (ra) gibi hak tariklerin reisleridirler. Ama ne var ki heva ve heves karıştığı için vartalardan ve vehimlerden kendisini kurtaramamıştır.
2. İmkan ve Hudusa mebni mütekellimin tarikidir. Fahrettin-i Razi, İmam-ı Gazali ve Saadettin-i Taftazani gibi allamelerin yoludur. Bu yol her ne kadar Kur’andan alınmış ise de beşer fikri karıştığı için ifrat ve tefrit ile istikametten sapmış ve şüphelerden kendisini kurtaramamıştır.
3. Şüphelerle alûde olan hukemâ-i işrakıyyun mesleğidir. Aklı esas aldıkları felsefenin fasit bir takım esasları ile yola çıktığı için vahim hatalardan kendilerini kurtaramamışlardır. İbn-i Sina, Farabi, Kindî gibi Aristocu ve Meşşaîler ve Sühreverdî ve İbn-i Tufeyl gibi ilham ve Sezgiyi esas alan ve İşrâkiyyun mesleğidir.
4. Risale-i Nurun takip ettiği Akıl, Kalp ve Vahyi esas alan Kur’ân Yoludur. En kısa, en kolay, en selametli ve hiçbir vartası ve şüphesi olmayan istikametli bir yoldur. Doğrudan Kur’ândan alınmıştır. Bu nedenle “Risale-i Nur sair ulemanın eserleri gibi, yalnız aklın ayağı ve nazarıyla ders vermez ve evliyâ misüllü, yalnız kalbin keşf ve zevkiyle hareket etmiyor, belki akıl ve kalbin ittihat ve imtizacı ve ruh ve sair letâifin teâvünü ayağıyla hareket ederek evc-i âlâya uçar; taarruz eden felsefenin değil ayağı, belki gözü yetişemediği yerlere çıkar, hakaik-ı imaniyeyi kör gözüne de gösterir.” (Kastamonu Lâhikası, 1994, s.13)
Bediüzzaman herhangi bir tarikata mensup değildir. Hiçbir zaman da mensup olmamıştır. Ancak Abdulkadir Geylani, İmam-ı Rabbani gibi diğer hak tariklerin imamlarına hürmeti vardır. Dersini doğrudan Kur’ândan alan birinin bunlara ihtiyacı da yoktur. Bu konuda Bediüzzaman şöyle der: “Risale-i Nur mesleği, tarikat değil, hakikattir, Sahabe mesleğinin bir cilvesidir. Bu zaman tarikat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanıdır.” Risale-i Nur, bu hizmeti lillâhilhamd en müşkül ve ağır zamanlarda yapmış ve yapıyor. Risale-i Nur dairesi, Hazret-i Ali ve Hasan ve Hüseyin'in (r.a.) ve Gavs-ı Âzamın (k.s.) ihbarat-ı gaybiyeleriyle, şakirtlerinin bu zamanda bir dairesidir. Çünkü Hazret-i Ali, üç keramet-i gaybiyesiyle Risale-i Nur'dan haber verdiği gibi, Gavs-ı Âzam (k.s.) da kuvvetli bir surette Risale-i Nur'dan haber verip tercümanını teşcî etmiş. Zaten Üveysî bir surette doğrudan doğruya hakikat dersimi Gavs-ı Âzamdan (k.s.) ve Zeynelâbidîn (r.a.) ve Hasan, Hüseyin (r.a.) vasıtasıyla İmam-ı Ali'den (r.a.) almışım. Onun için, hizmet ettiğimiz daire onların dairesidir. (Emirdağ Lâhikası, 1994, s.61)
5.KUR’ÂN DENİZİNDEN BAŞKA TARİKLER DE ÇIKARILABİLİR:
Bediüzzaman “Tarik” kavramını dar manada ela almaz. Geniş anlamı ile “Cenab-ı Hakka vasıl olacak tarikler pek çoktur. Bütün hak tarikler Kur’ândan alınmıştır. Fakat tarikatlerin bazısı bazısından daha kısa, daha selâmetli ve daha umumiyetli oluyor. O tarikler içinde Kur’ândan istifade ettiğim “Acz, Fakr, Şefkat ve Tefekkür” tarikidir. Bu tarik hafi Nakşibendi gibi “letaif-i Aşere” yani on hatve değil, Tarik-i Cehriye olan Kadiri tarikatı gibi “Nüfûs-u Seb’a” yani nefsin yedi mertebelerini aşmak değil, belki dört hatveden ibarettir. Tarikattan ziyade hakikattir, şeraittir.” (Sözler, 2005, s.773)
Kadiri ve Nakşi tarikatı esaslarını Kur’ândan aldıkları için hak tarik olmakla beraber ümmetçe umumi bir kabul gördüğü için “Cadde-i Kübra” olarak kabul edilmiştir. Bununla beraber başka daha mükemmel tarikler Kur’ândan çıkarılabilir. Nitekim Bediüzzaman Tarik-i Nakşî hakkında denilen “Der Tarik-i Nakşibendî lâzım âmed çârı terk. Terk-i dünya, terk-i ukba, terk-i hestî, terk-i terk” Yani, Tarik-i Nakşide dört şeyi bırakmak lazım: hem dünyayı, hem nefis hesabına ahreti dahi maksud-u bizzat yamamak, hem vücudunu unutmak, hem ucba, fahre girmemek için bu terkleri düşünmemektir. (Sözler, 2005, s.804) Bediüzzaman bu fıkrayı düşündüğü anda birden kalbine şu fıkra tulû eder: “Der Tarik-i Acz-i mendî lâzım âmed çâr-ı çiz; Fakr-i mutlak, acz-i mutlak, şükr-ü mutlak, şevk-i mutlak ey aziz.” (Mektubat, 2005, Üçüncü Mektup, s. 37) Yani, Kur’ân-ı kerimden çıkardığım kulluğun gereği olan acizliğini, Allah’a olan ihtiyacını bilmek, Allah’ın nimetlerine şükretmek ve şevkle ibadet etmek” prensipleridir.
Günümüzde tarikatların bir bölümü bu prensiplere uyarak dünyayı terk ettikleri de söylenemez. Tam tersi “Celb-i dünya, celb-i ukba, celb-i hestî, celeb-i celb” yaptıkları da bilinen hususlardır. Dini, dünyayı ve ahreti kendilerine has kıldıkları gibi, bununla da övünmektedirler. Bu durumda günümüz dünya şartlarında tarikat yolunun uygulanabilirliği de tartışılabilir.
6.İMANSIZ KURTULUŞ YOKTUR:
Saadet-i ebediyenin anahtarı imandır. Cennetin anahtarı imandır. Günümüzde ekl-i dalalet ve küfür imana hücum etmektedir. Ehl-i imanın imanı koruma mücadelesi vardır. Şayet Şeyh Abdulkadir Geylani (ra) ve Şah-ı Nakşibend (ra) ve İmam-ı Rabbani (ra) bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini hakaık-ı imaniyenin ve akaid-i islâmiyenin takviyesine sarf edeceklerdi. Çünkü saadet-i ebediyenin medarı onlardır. Onlarda kusur edilse, şakavet-i ebediyeye sebebiyet verir.
İmansız cennete gidilmez; fakat tasavvufsuz cennete giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz, fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir, hakaik-i imaniye gıdadır. Bütün hak tarikatların nokta-i müntehası hakaık-ı imaniyenin vuzuh ve inkişafıdır. Hakaık-i imaniyeden bir meselenin vuzuh ve inkişafı binler kerametlere ve tasavvufî hallere müreccahtır. (Mektubat, 2006, s.40-41)
Risale-i Nur imanın ve islamın hakikatleriniz izah ve ispat ettiği için tasavvufun sırlarına ihtiyacı yoktur. Mutasavvıflar ve tarikatçılar Risale-i Nurun izah ettiği iman ve islamın hakikatlerine yapışmazlarsa helak olurlar.
7.RİSALE-İ NUR HİZMETİ TARİKAT DEĞİL, DOĞRUDAN İMAN HİZMETİDİR VE SAHABE MESLEĞİDİR:
Risale-i Nura hizmet imanı kurtarıyor; tarikat ise velâyet mertebeleri kazandırıyor. Bir adamın imanını kurtarmak ise, on mü’mini velayet derecesine çıkarmaktan daha mühim ve daha sevaplıdır.
Risale-i Nur dersini doğrudan Kur’andan alır. Bu nedenle “Sahabe Mesleğinin” bu zamanda bir cilvesidir. “Sahabelerden ve Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiînden en yüksek mertebeli velâyet-i kübrâ sahibi olan zatlar, nefs-i Kur'ân'dan bütün letâiflerinin hisselerini aldıklarından ve Kur'ân onlar için hakikî ve kâfi bir mürşid olduğundan gösteriyor ki, her vakit Kur'ân-ı Hakîm, hakikatleri ifade ettiği gibi, velâyet-i kübrâ feyizlerini dahi ehil olanlara ifâza eder. Evet, zâhirden hakikate geçmek iki suretledir: Biri: Tarikat berzahına girip, seyr ü sülûk ile kat-ı merâtip ederek hakikate geçmektir. İkinci suret: Doğrudan doğruya, tarikat berzahına uğramadan, lûtf-u İlâhî ile hakikate geçmektir ki, Sahabeye ve Tâbiîne has ve yüksek ve kısa tarik şudur. Demek, hakaik-i Kur'âniyeden tereşşuh eden nurlar ve o nurlara tercümanlık eden Sözler, o hassaya mâlik olabilirler ve mâliktirler.” (Mektubat, 2005, s.595-596)
Sahabeler gibi doğrudan imana ve Kur’ana hizmet edenlerin tarikata ihtiyacı elbette yoktur. Kastamonu’da Feyzi Pamukçu’ya yazdığı bir mektubunda Bediüzzaman “Feyzi kardeşim! Sen Isparta vilayetindeki kahramanlara benzemek istiyorsan, tam onlar gibi olmalısın. Hapishanede -Allah rahmet eylesin- mühim bir şeyh ve mürşit ve cazibedar bir Nakşî evliyasından bir zat, dört ay mütemadiyen Risale-i Nur'un elli altmış şakirtleri içinde celbkârâne sohbet ettiği halde, yalnız bir tek şakirdi muvakkaten kendine çekebildi. Mütebakisi, o cazibedar şeyhe karşı müstağni kaldılar. Risale-i Nur'un yüksek, kıymettar hizmet-i imaniyesi onlara kâfi olarak kanaat veriyordu.
O şakirtlerin gayet keskin kalb ve basireti şöyle bir hakikati anlamış ki: Risale-i Nur'a hizmet ise, imanı kurtarıyor; tarikat ve şeyhlik ise, velayet mertebeleri kazandırıyor. Bir adamın imanını kurtarmak ise, on mümini velayet derecesine çıkarmaktan daha mühim ve daha sevaplıdır. Çünkü iman, saadet-i ebediyeyi kazandırdığı için bir mümine, küre-i arz kadar bir saltanat-ı bakiyeyi temin eder. Velayet ise, müminin Cennetini genişlettirir, parlattırır. Bir adamı sultan yapmak, on neferi paşa yapmaktan ne kadar yüksek ise, bir adamın imanını kurtarmak, on adamı velî yapmaktan daha sevaplı bir hizmettir.
İşte bu dakik sırrı, senin Ispartalı kardeşlerin bir kısmının akılları görmese de umumunun keskin kalpleri görmüş ki, benim gibi biçare günahkâr bir adamın arkadaşlığını evliyalara, belki de eğer bulunsaydı müctehidlere dahi tercih ettiler. Bu hakikate binaen, bu şehre bir kutup, bir Gavs-ı Âzam gelse, “Seni on günde velayet derecesine çıkaracağım” dese, sen Risale-i Nur'u bırakıp onun yanına gitsen, Isparta kahramanlarına arkadaş olamazsın.” (Kastamonu Lahikası, 104)
SONUÇ:
Risale-i Nur dinde bir tecdit hareketidir. Bediüzzaman bazı medrese ulemasının ve tarikat şeyhlerinin bu zamanda ehl-i dalalet ve küfrün islama olan hücumları def edemediğini ve hatta âlet olduğunu görmüş, doğrudan Kur’âna sığınarak yeni bir tecdit hareketi başlatmıştır. Yüce Allah da ona Sahabe gibi Kur’ândan doğrudan imana ve İslam hakikatlerine hizmet etme yolunu ihsan etmiştir. Bediüzzaman hazretleri de doğrudan “Sahabe mesleğini” açarak yeni bir hizmet metodu geliştirmiştir. Bu hizmet doğrudan sahabeler gibi imana ve kur’ana hizmeti esas aldığı için Medreselerin “Sarf-Nahiv” tarzına ve usullerine, tarikat ehlinin “Seyr-i Sulukuna” ihtiyaç duymadan ve onlar gibi on sene ve kırk sene çalışmadan bir senede aynı sonucu alacak bir yolu ve metodu Kur’ândan çıkararak insanlığa göstermiştir.
“Eskiden kırk günden tut ta kırk seneye kadar bir seyr-i suluk ile bazı hakaık-ı imaniyeye ancak çıkılabilirdi. Şimdi ise Cenab-ı Hakkın rahmetiyle, kırk dakikada o hakaıka çıkılacak bir yol bulunsa, o yola karşı lakayt kalmak, elbette kar-ı akıl değildir.” (Mektubat, 2005, s.41)