Rasulullahı (asm) anlamadan Kur’an’ı, Kur’an’ı anlamadan kitab-ı kebir-i kâinatı anlamak nasıl bir imkânsızlık ise, Risale-i Nuru okumadan da, Bediüzzaman’ı anlamadan da her ikisini, yani Rasulullahı ve Kur’an’ı, bu asırda anlamamız nakıs olacaktır.
Bu manada merhum Akif, “Hem Kur’andan alıp ilhamı, asrın idrakine sunmak lazım İslamı” dizelerini, bu nakıslığı giderecek müceddidi hissel kalbe-l vuku ile hissetmiş de yazmış gibidir.
Evet, Kur’an’ı asrın idrakine sunan en önemli reçetenin risaleler olduğuna ve günümüz itikadi ve felsefi konuları İslam ile en doğru şekilde irtibatlandıran metodun, anlayarak okuyan herkes, Risale-i Nur metodu olduğuna hemfikirdir.
Bediüzzaman sempozyumlarından birinde İslam âlimi, fakih Prof. Dr. Vehbe Zuhayli Bediüzzaman Said Nursi’nin zayıf hadis olduğunu bildiği halde “Dünya öküz ve balığın üzerindedir” hadisini niye te’vil ettiğini anlayamadığını ifade ediyor.
Sovyetlerin yıkılışından sonra Azerbaycan’a gidip hizmet eden birinin anlattıkları aslında İslamı yıkma, kötüleme, Müslümanları çağdışı, bilgisiz göstermek için hadisin zayıfına, meşhurluğuna bakmadan çalışıldığını bir sohbetinde ifade etmişti. Gerçi bunu görmek için Azerbaycan’a kadar gitmeye gerek yok ya bu da ayrı bir mesele. Ders kitaplarında alttaki resimde dünyanın fotoğrafı ve altında bir öküz resmi, üstte ise uzay boşluğundaki bir dünya görüntüsü. Bu görüntüyü, Azerbaycan veya dünyanın herhangi bir ülkesinde yaşayan, zayıf, meşhur, tevatür kavramlarını bilmeyenlere nasıl anlatacağız?
İşte böyle durumlarda anlıyor insan Bediüzzaman’ın imansızlık hastalığına karşı en ufak bir şeyi bile ne kadar ciddiye aldığı.
Aslında risaleleri okuyan ciddi bir okuyucu hadis usulüne, tefsir usulüne ve diğer İslami ilimlere de az çok aşina ise, özellikle mu’cizatı Ahmediyede üstad Bediüzzaman’ın hadis usulüne, diğer birçok yerlerde ise yine hadis, tefsir usulüne ve kelam kaidelerine çok farklı bir yaklaşım tarzı getirdiğini görecektir.
Risaleler baştan sona okunduğunda ve bir bütün olarak değerlendirildiğinde aslında Üstadın her ilimde özellikle de kelam ve usullerde kendine has metodlar yöntemler geliştirdiği, hak itikadi mezhepleri bir manada mezcettiği, İslam âlimlerince hak telakki edilmeyen mezheplerde de hakikat danelerinin bulunduğunu, İslamın hakikatinin anlatılması, kavratılması yolunda hepsinden yararlanması, bağnazlık ve tarafgirlik gösterilmemesi gerektiğini eserlerinde ve hayatında en güzel şekilde uyguladığı görülmüştür.
Birçok insanın Bediüzzaman’ı ve Risale-i Nurları anlamada sıkıntı yaşamalarının temelinde onun müceddid olduğunun tam olarak kavranılmaması, müceddidliğin ne olduğu veya olması gerektiği ile müceddidin esas üzerindeki mütalaasının da usulünün de farklı olması gerektiğinin anlaşılamaması gelir.
Bu bağlamda incelendiğinde risalelerin Maturidilik ve Eş’arilik mezheplerinin hangisi üzerine bina edildiği net bir şekilde anlaşılmaz. Bir yerde anlatılan bir şeyin Maturidilik mantığı üzerine, başka bir yerde anlatılan bir hakikatin ise Eş’arilik mantığı üzerine bina edildiği, başka bir yerde ise Mutezili bir kokunun olduğu görülür. Hatta birçok yerde klasik kelam, felsefe ve tasavvufla hiçbir şekilde bağdaşmayan farklı bir metod görülür.
O hiçbir zaman ne tasavvufçular gibi sadece kalp demiş, ne kelam âlimleri gibi her şeyin çözümünü akılda aramış ne de his ve duygular her şeyin başıdır demiştir. Ona göre öyle bir yol takip edilmelidir ki akla bütün kapıları açsın, kalbe tam otursun ve his ve letaifin tam doygunluk göreceği bir yol olmalıdır. İşte o yol da Risale-i Nur yoludur.
“Hem Risalet-i Nur, Sair ulemanın eserleri gibi, yalnız aklın ayağı ve nazarı ile ders vermez ve evliya misillü, yalnız kalbin keşf ve zevki ile hareket etmiyor. Belki akıl ve kalbin ittihad ve imtizacı ve ruh vesair letaifin teavünü ayağıyla hareket ederek evc-i alaya uçar; taarruz eden felsefenin değil ayağı, belki gözü yetişmediği yerlere çıkar; hakikat-ı imaniyeyi kör gözüne de gösterir.”
Ona göre insanı Allaha götüren yollar kelam, tasavvuf, felsefe ve Kur’an’dır. Kelam ve tasavvuf zaten kuranidir, kuran menşelidir. Ancak müruru zamanla bu ikisi de farklı yerlerden beslendikleri, değişik şeylerden etkilendikleri ve insanların bazı yanlış uygulamalarından dolayı bir anlamda safiyetlerini kaybetmişlerdir.
Yine ona göre felsefe zaten menşe itibariyle akla dayandığından, saf aklı her şeyin çözümünün tek noktası gördüğünden doğru bir yolu takip etmeleri mümkün gözükmemektedir. İslam felsefecileri de her ne kadar felsefeyi İslamileştirmeye çalışmışlarsa da pek başarılı oldukları söylenemez, özellikle de Müslüman Meşşai ekolünün uğraştığı, söyledikleri ve yazdıkları şeylere bakıldığında bu çok daha rahat gözükmektedir.
O, klasik kelam âlimlerinin çeşitli nedenlerden dolayı gösterdikleri delillerin, takip ettikleri metodun bir şeyin kavranılmasında uzun zaman alacağını, metodlarının çeşitli zorlukları olduğunu şu şekilde ifade eder, “Ulemâ-i ilm-i kelâmın mesleğiyle, Kur’an’dan alınan minhâc-ı hakikînin farkları hakkında şöyle bir temsil söylemişiz ki, meselâ: Bir su getirmek için bazıları küngân (su borusu) ile uzak yerden, dağlar altında kazar, su getirir. Bir kısmı da her yerde kuyu kazar, su çıkarır. Birinci kısım çok zahmetlidir. Tıkanır, kesilir. Fakat her yerde kuyular kazıp su çıkarmaya ehil olanlar; zahmetsiz, her bir yerde suyu buldukları gibi... Aynen öyle de: Ulemâ-i ilm-i kelâm, esbabı, nihâyet-i âlemde teselsül ve devrin muhaliyeti ile kesip, sonra Vâcibü’l-Vücûd’un vücûdunu onunla ispat ediyorlar. Uzun bir yolda gidiliyor. Amma Kur’an-ı Hakîm’in minhâc-ı hakikîsi ise; her yerde suyu buluyor, çıkarıyor. Her bir âyeti, birer âsâ-yı Musa gibi, nereye vursa âb-ı hayat fışkırtıyor.”
Ona göre Marifetullaha götüren en kısa yol, akıl kalp ve hissiyat bütünlüğü içerisinde her an, her yerde bunlara kapılar açan Risale-i Nurdur.