Bismillahirrahmanirrahim
Aziz, sıddık, müstakim kardeşlerim,
Gayet ciddi bir ihtarla bir hakikati beyan etmeye lüzum var. Şöyle ki:
“Gaybı Allah'tan başkası bilemez.” sırrıyla, ehl-i velayet, gaybî olan şeyleri, bildirilmezse bilmezler. En büyük bir velî dahi, hasmının hakikî halini bilmedikleri için, haksız olarak mübareze etmesini Aşere-i Mübeşşerenin mabeynindeki muharebe gösteriyor. Demek, iki veli, iki ehl-i hakikat birbirini inkâr etmekle makamlarından sukut etmezler. Meğer, bütün bütün zahir-i şeriate muhalif ve hatası zahir bir içtihadla hareket edilmiş ola.
Bu sırra binaen "Öfkelerini yutanlar ve insanların kusurlarını affedenler..." (Âl-i İmrân Sûresi: 3:134.) deki ulüvv-ü cenab düsturuna ittibaen ve avâm-ı müminînin şeyhlerine karşı hüsnüzanlarını kırmamakla, imanlarını sarsılmadan muhafaza etmek ve Risale-i Nur'un erkânlarının haksız itirazlara karşı haklı, fakat zararlı hiddetlerinden kurtarmak lüzumuna binaen ve ehl-i ilhadın iki taife-i ehl-i hakkın mabeynindeki husumetten istifade ederek, birinin silâhıyla, itirazıyla ötekini cerh edip ve ötekinin delilleriyle berikini çürütüp ikisini de yere vurmak ve çürütmekten içtinaben, Risale-i Nur şakirtleri, bu mezkûr dört esasa binaen, muarızlara hiddet ve tehevvürle ve mukabele-i bilmisille karşılamamalı.
Yalnız kendilerini müdafaa için musalahakârâne, medâr-ı itiraz noktaları izah etmek ve cevap vermek gerektir.
Çünkü bu zamanda enaniyet çok ileri gitmiş. Herkes, kameti miktarında bir buz parçası olan enaniyetini eritmeyip bozmuyor, kendini mazur biliyor; ondan nizâ çıkıyor. Ehl-i hak zarar eder; ehl-i dalâlet istifade ediyor.
İstanbul'da malûm itiraz hadisesi ima ediyor ki, ileride, meşrebini çok beğenen bazı zatlar ve hodgâm bazı sofi-meşrepler ve nefs-i emmaresini tam öldürmeyen ve hubb-u cah vartasından kurtulmayan bazı ehl-i irşad ve ehl-i hak, Risale-i Nur'a ve şakirtlerine karşı kendi meşreplerini ve mesleklerinin revacını ve etbâlarının hüsn-ü teveccühlerini muhafaza niyetiyle itiraz edecekler; belki dehşetli mukabele etmek ihtimali var.
Böyle hadiselerin vukuunda, bizlere, itidâl-i dem ve sarsılmamak ve adavete girmemek ve o muarız taifenin de rüesalarını çürütmemek gerektir. (Kastamonu Lahikası)
Bediüzzaman Said Nursi
SÖZLÜK:
MÜSTAKÎM : İstikamette giden, doğru yolda olan.
SIDDIK : Doğruluğu meslek edinmiş
İHTAR : Hatırlatma, îkaz, uyarma, dikkat çekme.
HAKİKAT : Gerçek.
BEYÂN : Açıklama; izah; anlatma.
LÜZUM : Lâzım olmak. Gereklilik.
SIRR : Gizli hakikat. Gizli iş. Herkese söylenmeyen şey.
VELÂYET : Velîlik, velî olan kimsenin hâli.
GAYBÎ : Gaybe âit ve onunla ilgili; hazırda olmayan, görünmeyenlere âit; âhirete âit.
VELÎ : Evliyâ, Allah'ın sevgili kulu.
HASM : Muhâlif. Karşı taraf. Düşman.
MÜBÂREZE : Çekişme, kavga, dövüş, mücâdele, çarpışma.
AŞERE-İ MÜBEŞŞERE : Peygamberimiz(a.s.m)tarafından hayatta iken cennetle müjdelenen on sahabi.(Hz.Ebû Bekir bin Ebî Kuhâfe; Hz. Ömer;Hz. Osman; Hz. Ali; Hz. Talha; Hz. Zübeyr; Abdurrahman bin Avf; Ebû Ubeyde bin-il-Cerrah; Said bin Zeyd; Sa'd bin Ebî Vakkas)
MÂBEYN : Ara; iki şey arası. Sekreterlik. Özel kalem.
MUHAREBE : Savaşma, harb etme.
SUKÛT : Değerden düşme, düşüş, alçalış.
MEĞER : Halbuki Ancak, oysa ki, şu kadar ki.
ZÂHİR : Görünen, açık, dış yüz.
ŞERİAT : Doğru yol, hak din yolu; İslâm dini, İslâm'ın bütün hükümleri.
MUHÂLİF : Uymayan, zıt olan, karşı duran.
İÇTİHÂD : Anlayış, kanaat; dinî bir meseleyi kitap ve sünnet gibi kaynaklardan çıkarmak için gayret gösterme.
BİNÂEN : Bağlı olarak, dayanarak, -den dolayı, bu sebepten.
ULÜVV-Ü CENAB : Mertlik, cömertlik, büyüklük.
DÜSTUR : Kaide, prensip, ölçü, ayar.
İTTİBÂEN : Bağlanarak, uyarak.
AVÂM-I MÜ'MİNÎN : Müminlerin geniş halk tabakası.
ŞEYH : Tarikat dersi veren mânevî lider, mürşid.
HÜSN-Ü ZAN : Güzel düşünme.
MUHÂFAZA : Korumak.
ERKÂN : Rükünler, esaslar.
HİDDET : Öfke, kızgınlık, gazab.
EHL-İ İLHAD : Dinsizler.
TÂİFE-İ EHL-İ HAKİKAT : Hakikat yolunda olanlar, gerçek yolunda olanlar grubu.
HUSÛMET : Düşmanlık. Kin beslemek.
CERH : Çürütmek, yaralamak.
İÇTİNÂB : Çekinme, sakınma, kaçınma.
MEZKÛR : Sözü edilen, zikredilen, bahsedilen.
MUÂRIZ : Karşı, zıd, ters.
TEHEVVÜR : Korkusuzca düşünmeden hareket etmek. Maddi ve manevi hiçbirşeyden korkmamak. Kuvve-i gadabiyenin ifrat mertebesi.
MUKABELE-İ BİLMİSİL : Aynıyle mukabele etmek, karşılık vermek.
MÜDÂFAA : Savunma.
MUSÂLÂHAKÂRÂNE : Barış içinde, barışarak.
MEDÂR-I İTİRAZ : İtiraz sebebi.
ENÂNİYET : Benlik, gurur.
KÁMET : boy pos, endam, derece, mertebe.
MÂZUR : Özürlü olma, mâzeretli
NİZA : Çekişme, kavga.
EHL-İ HAK : Hak (doğru) yolda olanlar.
EHL-İ DALÂLET : Doğru ve hak yoldan sapanlar, îmân ve İslâmdan çıkmış olanlar.
İMÂ : İşâret etmek, işâretle anlatmak, işâret.
MÂLÛM : Bilinen.
MEŞREB : Âdet, huy, yaratılış, ahlâk; takip edilen usûl, yol.
HODGÂM : Yalnızca kendini dert edinen.
SOFÎMEŞREB : Riyazet ve nefisle mücadele ile hakikate varmaya çalışan kimse
NEFS-İ EMMÂRE : Kötülüğü teşvik eden, emreden nefis.
HUBB-U CÂH : Makam sevgisi. Şöhret düşkünlüğü.
VARTA : Tehlike, uçurum, çukur yer.
EHL-İ İRŞAD : Mürşidler, irşad ediciler.
REVAC : Sürüm. Kıymet, değer, geçerlik, makbuliyet.
ETBÂ : Tâbi olanlar, uyanlar, birisinin idâresinde olanlar, bağlı olanlar, halk, yönetilenler.
HÜSN-Ü TEVECCÜH : Güzel alâka ve sevme, güzel bulma.
MUHÂFAZA : Korumak.
VUKÛ : Meydana gelme.
ÎTİDÂL-İ DEM : Soğukkanlılık.
ADÂVET : Düşmanlık, kin.
RÜESÂ : Reisler, başkanlar.