Her yıl Muharrem ayının onuncu gününde yapageldiğimiz güzel bir geleneğimiz var. Bir çok gıdayı katarak hazırladığımız, kendine has bir tadı ve lezzeti olan aşuremiz. Büyükçe bir kazanda bir çok gıdadan müteşekkil, kendine has tadı ve lezzetiyle aşure varsa ve o aşureden konu komşuya dağıta dağıta ancak kendimize yetecek miktarda kaldıysa, o kısma sadece nohut yemeği veya sadece mısır tatlısı diyebilir miyiz?
Yeri geldiğinde övündüğümüz Osmanlı, bir çok farklı ırktan ve dinden milletten meydana geliyordu. Farklılıkların azami bir hoşgörü içinde birlikte yaşamasıyla ortaya çıkan zenginlikten kuvvet alıyordu. Fransız İhtilali ve sonrasındaki gelişmelerden doğan ırkçılık rüzgarı Osmanlıyı da etkiledi. Osmanlıcılık, İslamcılık derken tutunduğumuz son dayanak Türkçülük akımları bizi bölünerek sadeleşme veya sadeleşerek bölünmeye maruz bıraktı. Arnavut, Arap, Rum, Bulgar derken geriye bir avuç toprak ve tencere dibinde kalan bir parça aşure misali kaldık. Sonuçta Osmanlı resmen yıkılarak günahıyla, sevabıyla tarihteki yerini aldı.
Aynı ırkçılık rüzgarı yirminci yüzyılda insanlığı iki büyük dünya savaşına, iki büyük felakete sürükledi.
En az yüzelli yıldır tartıştığımız bu konu Başbakan Erdoğan’ın “Farklı etnik kimlikleri kovduk da ne kazandık?" çıkışıyla yeniden gündeme oturdu.
Evet çok değil yüz yıl öncesine kadar kahir ekseriyeti Müslüman olmakla beraber içimizde bizim gibi konuşan, bizim yemeklerimizden yiyen, bizim müziğimizle eğlenen, duygulanan başka unsurlar da vardı içimizde. Üstelik de kaç göbektir birlikte yaşıyorduk. 1923’te nüfus mübadelesi, 1941’de varlık vergisi, 6-7 Eylül olayları ve benzeri toplumsal yanlışlıklar yüzünden içimizdeki azınlıkların güvenini kaybettik. Önce mallarını yurt dışına çıkardılar, sonra da kendileri.
En son Hırant Dink’in öldürülmesi aynı kirli oyunun bir parçası, aynı ellerin bir tezgahıydı.
Yıllardır, her gün okul çocuklarına söyletilen “Ne mutlu Türküm diyene” ile biten andın tahrik ettiği unsurlar düşünülünce farklılıkların getirdiği zenginlik ve o zenginlikten doğan kuvveti, her geçen gün arar olduk. Daha düne kadar Kürt demenin bile yasak olduğu günler yaşadık.
80’li yıllarda bazı arkadaşlarımız “Yıkıcı müzik eşliğinde bölücü halay çekmek ve yakıcı ateş üzerinden atlamak” suçundan dolayı karakollara götürülüyordu. Bugün aynı ateş üzerinden devlet ricali protokol sırasına göre atlayıp Nevruz kutluyorlar!
“Küçük olsun benim olsun” mantığıyla işleyen bir zihniyet bizi “küçük” yaptı ama “bizim” yapamadı.
Çok değil 50 sene önce on beşinci asır İspanyolcası üzerine çalışan İspanyol dilciler, araştırma yapmak için İstanbul’a geliyorlardı. Çünkü 1492’de engizisyon zulmünden kaçan ve sürgüne uğrayan Yahudileri, Osmanlı kabul etmiş ve yüzyıllarca içinde barındırmıştı. Şüphesiz ticareti pek bilmeyen halkına ticareti öğretsin ve Osmanlıda ticari hayatı canlandırsın diye de düşünmüştü.
Önce Rumlara, onların ayrılmasından sonra Ermenilere verdiğimiz “Tabaka-i Sadıka” sıfatını düşünmeden, daha doğrusu salim kafayla hiç düşünmeden dalıyoruz tartışmaların ortasına. Oysa bu tartışmalar hiç de yeni değil.
1908’de İkinci Meşrutiyet sırasındaki tartışmalar da bu türdendi. O dönemde o günkü aydınlar da aynı sorulara muhatap olmuşlar, aynı meselelerle kafa yormuşlardı.
Asrın en önemli alimi Bediüzzaman Hazretleri, bu meseleye nasıl bakılması gerektiğini Münazarat isimli eserinde soru-cevap şeklinde mükemmelce izah etmiştir.
Şimdi sözü sözün ve ilmin Üstadına bırakalım:
Suâl: "Ermeniler zimmîdirler. Ehl-i zimmet, zimmettarlarıyla nasıl müsâvi olur?"
Cevap: Kendimizi dev aynasında görmemeliyiz. Kabahat bizde. Tamamen zimmetimize alamadık, bihakkın adâlet-i şeriatı gösteremedik. Şeriat dairesinde, hukuklarını istibdâdın sünnet-i seyyiesiyle muhâfaza edemedik; sonra da istedik, kuvvetimiz kalmadı. Ben şimdi Ermenilere bir nevi zimmî-i muâhid nazarıyla bakıyorum.
Suâl: "Ermeniler bize düşmanlık edip, hile ve hıyânet ediyorlar. Nasıl dostluk üzerinde ittifak edeceğiz?"
Cevap: Düşmanlığın sebebi olan istibdat öldü. İstibdâdın zevâliyle dostluk hayat bulacak. Size bunu katiyen söylüyorum ki, şu milletin saadeti ve selâmeti Ermenilerle ittifak ve dost olmaya vâbestedir. Fakat mütezellilâne dost olmak değil, belki izzet-i milliyeyi muhâfaza ederek, musâlaha elini uzatmaktır.
Birşey söyleyeceğim: Eğer mümkündür, Ermeniler birden sahîfe-i vücuttan silinsin. Olabilir. Yalnız, size husumetin bir faydası olsun. Yoksa, mutlaka husumet zarardır. s.67
***
Sual: "Şimdi Ermeniler kaymakam ve vali oluyorlar; nasıl olur?"
Cevap: Saatçi ve makineci ve süpürgeci oldukları gibi. Zîra, meşrûtiyet, hakimiyet-i millettir; hükûmet hizmetkardır. Meşrûtiyet doğru olursa, kaymakam ve vali reis değiller, belki ücretli hizmetkarlardır. Gayr-i müslim reis olamaz, fakat hizmetkar olur. Farz ediniz ki, memuriyet bir nevî riyaset ve bir ağalıktır. Gayr-i müslimlerden üç bin adamı ağalığımıza, riyasetimize şerik ettiğimiz vakitte, millet-i İslamiyeden aktar-ı alemde üç yüz bin adamın riyasetine yol açılıyor. Biri zayi edip, bini kazanan zarar etmez.s.79
***
Sual: Pekâlâ, kabul ettik ki hürriyet iyidir, güzeldir. Fakat şu Rum ve Ermenilerin hürriyeti çirkin görünüyor, bizi düşündürür. Reyin nedir?
Cevap: Evvela: Onların hürriyeti, onlara zulmetmemek ve rahat bırakmaktır. Bu ise, şer’îdir. Bundan fazlası, sizin fenalığınıza, divaneliğinize karşı bir tecavüzleridir, cehaletinizden bir istifadeleridir.
Saniyen: Farz ediniz ki, hürriyetleri bildiğiniz gibi size fena olsun. Lâkin, yine biz ehl-i İslâm zararlı değiliz. Çünkü, içimizdeki Ermeniler üç milyon olmadığı gibi, gayr-ı müslimler dahi on milyon yoktur. Halbuki bizim milletimiz ve ebedî kardeşlerimiz üç yüz milyondan ziyade iken, bunlar üç müthiş kayd-ı istibdat ile mukayyed olup, ecnebilerin istibdâd-ı mânevîlerinin taht-ı esaretlerinde ezilirler. İşte hürriyetimizin bir şubesi olan gayr-ı müslimlerin hürriyeti, bizim umum milletimizin hürriyetinin rüşvetidir. Ve o müthiş istibdâd-ı mânevînin dâfiidir. Ve o kayıtların anahtarıdır. Ve ecnebîlerin, bizim dûşümüze çöktürdükleri müthiş istibdâd-ı mânevînin râfiidir. Evet, Osmanlıların hürriyeti, koca Asya talihinin keşşafıdır. İslâmiyetin bahtının miftahıdır, ittihad-ı İslâm sûrunun temelidir.s.60
Zimmî : İslâm devleti tebasından olan ve cizye denilen vergiyi ödeyen gayrı müslimler.
Ehl-i zimmet. İslâm Devletinin tâbiiyetinden olan Hıristiyanlar, İslâm Devleti tarafından korunan Müslümandan başka kimse, zimmi.
Müsâvî: Eşit
İstibdâd: İdarede görülen her türlü kanun dışı tazyik, baskı.
Muâhid: İslâm devletine cizye ödeyerek korunmakta olan gayrımüslim.
Zevâl: Zâil olma, sona erme, yok olma.
Musâlâha:Barışma, uzlaşma, sulh, barış.
Mütezellilâne: Aşağılanarak, alçakçasına, zillet edercesine.
Aktâr-ı âlem: Âlemin her tarafı, âlemin dört bir yanı.
vâ-beste: ...e bağlı, ilgili, bir şeyin arkasına bağlı, ancak onunla olabilir.