Ömer Faruk Kaya’nın haberi
RİSALEHABER
Diyarbakır Kültür Merkezi üniversite seminerinde bu hafta, Muhammed Hünerli “Hürriyete Hür ve Abidane Bir Bakış” konusunu, “İçtimai ve İmani Boyutlarıyla Hürriyet”, “Huzur ve Saadetin Teminatı: İslami Hürriyet” ve “Tahkiki İman ile Nefse Kölellikten Allah’a Kulluğa” başlıkları altında ele alarak sundu.
Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin adeta bir hürriyet aşığı olduğu “Ben ekmeksiz yaşarım hürriyetsiz yaşayamam”[1] dediği ve hürriyet bahsi kendisinden sual edildiğinde “Yirmi seneden beri onu, hattâ rü'yalarda takib eden ve o sevda ile her şeyi terkeden birisi size güzel cevab verebilir.”[2] Dediği ve Hürriyete hitap adında bir eserinin mevcut olduğu söylenerek derse başlandı.
Birinci başlık olan “İçtimai ve İmani Boyutlarıyla Hürriyet” başlığı altında anlatılanların bir kısmı şunlardı:
Her şey zıddıyla anlaşılması sırrınca hürriyeti daha iyi kavrayabilmek adına kısaca hürriyetin zıddı olan istibdad kavramını ele alalım. Üstad hazretleri; “İstibdat ne şekilde olursa olsun, meşrûtiyet libası giysin ve ismini taksın, rast gelsem sille vuracağım”[3] ifadeleriyle istibdadın tehlikelerine dikkat çeker. İstibdad kavram olarak Zorbalık, tahakküm, baskı, diktatörlük, despotluk gibi manalara gelir.
Münazarat’tan anladığımız kadarıyla istibdad şu niteliklere haizdir: Kuvvete dayanarak zor kullanmadır. Kanun namına kanunsuzluk yapmaktır. Zulmün temelidir. Keyfi muameledir. Tek bir kişinin arzusudur. Suistimallere gayet müsait bir zemindir. Kin ve husûmetİ yaygınlaştırandır. Sefalet derelerinin en dibine insanı yuvarlayacak niteliktedir. İslam alemini zillet ve sefalete düşürendir. İslamiyeti zehirlendirendir. İnsaniyetin mahveden bir haldir. Düşmanlığı uyandırandır, düşmanlıkları kaşır. [4]
İstibdad öyle bir özelliktedir ki bir kere ortaya çıktı mı her yere sirayet eder. Bu meş’um haletin betaraf edilmesi ile birlikte de hürriyet aynı niteliklere sahiptir ve toplumun her tabakasında hüküm sürmeye adaydır. İstibdadın, istibdad-ı siyasî ve istibdad-ı ilmî gibi çeşitleri vardır. Bunlardan en dehşetlisi ve bir bağlamda diğerlerinin kaynağı olanı ilmi istibdaddır. Dayanak noktası enaniyet ve gurur olan ilmî istibdat, karşı görüşü dikkate almamak, baskı yaparak “Tek doğru budur” demektir. İlmi istibdad farklı kılıklarda çoğu zaman gizli kimi zamansa açık olarak karşımıza çıkabilmektedir. İlmi istibdad sosyal hayat için oldukça tehlikeli bir haldir ve taklitçiliğe, tekdüzeliğe sebep olur. Üstadımızın tabiri ile ilmi istibdad taklidin pederidir.
Hürriyeti İçtimai – sosyal veçheleri ile irdelemeye çalışalım; Tarih şeridini incelediğimizde hürriyet sınırları açısından daima tartışma konusu olmuştur. Hür bir hürriyet arayışında kimi zamanlar zirveye yaklaşılmakla birlikte insanlık çoğu zaman bu konuda sınıfta kalmıştır. Hürriyet kimi zaman yöneticilerin kelepçeleri ile kelepçelenip zindanlara atılmış kimi zamansa yönetilenler tarafından yanlış kullanılarak anarşi, kaos elbiseleri giydirilip bunalımlar
Risale-i nurda hür ve kul bir hürriyetin sınırları şöyle çizilmiştir.
1. Hürriyet “Ne nefsine ne gayriye zarar dokundurmama koşuluyla serbest olmaktır.”[5] Dikkat edilirse üstad hazretleri başkasına zarar vermemek koşulu ile dilediğini yapabilme şeklindeki tanımı bir üst seviyeye taşımıştır. Bu nokta bize verilen emanetleri korumak yönü ile uhrevi bir anlam taşır. Öte taraftan kişinin kendisine zarar vermesinin hürriyet olmadığı vurgulanarak soysal-dünyevi hayatta düzenlenmiştir. Çünkü kendine zarar vermenin de belli bir sınırı yoktur ve bu durum başkalarına zarar verebilecek kapasitededir. Hatta üstad hazretleri başkasına zarar vermeme koşulu ile serbest olma şeklindeki nakıs tanımı sefahat ve rezaletin ilanı şeklinde yorumlamıştır.
Zira nazenin ve latif bir hürriyet İslamiyet adabı ile edeplenmiş ve süslenmiş olmalıdır. Aksi haldeki sefahat ve rezalet bataklığındaki hürriyet üstadımızın ifadeleri ile hürriyet değildir, belki hayvanlıktır, şeytanın istibdadıdır, nefs-i emareye esir olmaktır. [6]
2. Hürriyetin yarısı bize bakar ve yarısı bizdedir diğer yarısı da başkasının hürriyetini bozmamaktır. [7] Çünkü başkasının da zarar görmeme özgürlüğü vardır. Bu bağlamda başkasının hürriyet alanının başladığı yerde bizim hürriyetimiz biter. Zira başka hürriyetleri tanımayarak vahşet ile alude olan bir hürriyet anlayışı dağ hayvanlarına hastır. O vahşi hayvanların tüm lezzeti de budur. Ancak bize yakışan ve güneş gibi parlak olan hürriyet ise İslam medeniyetinin saadet sarayında oturmuş marifet. Fazilet, ve İslamiyet terbiyesiyle ve elbisesiyle süslenmiş olmalıdır. [8]
3. Siyasi otoriteye bakan yönü ile şunları söyleyebiliriz; Evet hiç tartışmasız kabul etmemiz gerekir ki bir takım kanunlarla hürriyetin, hakların sınırları belirlenmelidir. Nitekim üstad hazretleri bu sınırlamanın insaniyet nokta-i nazarında zaruri olduğunu belirtir. Ancak bu sınırlar çizilirken insan merkezli düşünülmeli devlet karşısında bireyler mağdur edilmemelidir. Öte yandan kanunlar üstadımızın tabiri ile elastiki (lastikli) olmamalı ta ki oraya buraya çekilmesin. Belirlilik esas olmalı ki keyfi muameleler hüküm sürmesin. Bu özelliklere haiz kanunlar konduktan sonra;
Kanunlardaki düzenlemeler dışında kimse kimseye tahakküm etmemeli. Herkesin hakları saklı kalmalıdır. Herkes herhangi bir tehdit hissetmeden meşru hareketlerinde dilediğince ve endişesiz serbest olmalıdır. [9]
Özet ile; Üstadımız keyfiliğini önlemek maksadıyla kanunlarla sınırları sıkı sıkıya belirlenmiş, ne kendisine ne başkasına zarar vermeyen, yarısı başkasında olan bir hürriyet portresi çizmiş ve bizlere sunmuştur.
İmani açıdan ele aldığımızda altını çizmemiz gerekir ki insan adeta iki zıt kavram arasında yaşamaktadır. Bir taraftan hürdür, hürriyete müpteladır öte taraftan aciz, fakir ve noksandır. Dolayısyla Allah’a karşı kusurunu, naksını bilip bu çerçevede, bu maya ile yoğrulmuş bir hürriyete sahip olunduğu unutulmamalıdır. Aksi halde hem aczimiz, hem fakrımız altında ezilmiş oluruz. Öte taraftan da hürriyetimizi ya zindanlara atmış oluruz ya da şeytanın esareti, nefsin köleliği altında rezil ve zelil oluruz.
Bu manada aczin ve fakrın ibadet binasının kolonları ve kulluğun olmazsa olmaz şartları olduklarını hatırlayacak olursak, diyebiliriz ki abid bir hürriyet için ibadetlere sıkıca sarılmalı, acizlik ve fakirliğimizi hürriyetimizi bir üst skalaya taşıyan nimetler olarak görmeliyiz. Bu noktada acizliğimizi tam manası ile hissettiren namazın ehemmiyetini bir kez daha vurgulamak gerekir.
Bir başka imani boyutu olan ene-hürriyet ilişkisi bağlamında hürriyeti ele alacak olursak;
Cenab-ı hak bizlere kendisini tanımamız, uluhiyet ve rububiyet sıfatlarını anlamamız için bir benlik-ene ve hürriyet vermiştir. Hürriyet ve benlik Halık’ın sıfatların fehmetmek için verilmiş bir vahid-i kıyasidir, ölçü birimidir, bir termometre gibidir, farazi bir hattır. Çünkü insanlar görmedikleri şeyleri kıyas ve temsiller ile bilirler. Bu manada ene-hürriyet yüksek bir rahmettir. Mesela bir insan Allah’ın malikiyetini anlamak için, ben nasıl ki bu evi yaptım ve bu evin malikiyim, aynen onun gibi bu kainat evinin dahi bir maliki olmalı o da Allah’tır[10] der ve bu vesile ile Ene’den Hu’ya gider Allah’a ulaşır.
Ancak burada çok dikkat edilmesi gereken bir husus daha var bu kıyas yapıldıktan sonra kıyas yapmak için kurduğumuz o hayali-asılsız malikiyeti de bozup onu dahi Allah’a vermek gerekir. Çünkü üstadımızın tabiri ile Nefis nefsine malik olmadığı gibi, cismine de malik değildir. Cismi ancak bir makine-i ilahiyedir.
İşte hürriyeti-eneyi bu amaçla kullanmayıp benliğimizi gaflet suyu ile büyütürsek aynı rahmet olan hürriyet başımıza en büyük belayı açar, mahvımıza sebebiyet verir. Hatta yanlış kullanımlar sonucu hakimiyet ve istiklaliyete alet ederek tam bir firavun olunabilir. Kaldı ki böyle bir durumda hürriyetten bahsedilemez çünkü bu durumdaki kişi egosunun, benliğinin, nefsinin basit bir kölesi olmuştur. [11]
2. Huzurun ve Saadetin Teminatı: İslami hürriyet
Üstad hazretleri dini uhrevi yönüne ek olarak hem ferdin şahsi hayatının düzenleyicisi olarak, hem de sosyal meselelere çare olarak ele almıştır. Bu bağlamda İslamiyet, insaniyet-i Kübradır. [12] Toplumsal hayatlarımızın her konuda olduğu üzere hürriyet hususunda da yeniden hayatlanabilmesi için İslam edebi ile edeplenmesi gerekir.
Evvela, İslami hürriyet öyle bir güzel ahlaktadır ki bir tarafında İzzet ve şehameti imaniyesi öte yanında şefkati imaniyesi bulunur.
Evet; iman bağı ile Kainat sultanına hizmetkar olan adam başkasına tezellül ile tenezzül etmez. Başkasının tahakküm ve istibdadı altına girmez. Müstebidlere dalkavukluk etmez. Zalimlere, haksızlara zillet göstermez. Bunlardan hiçbirine izzet ve şehamet-i imaniyesi müsaade etmez. Üstad hazretlerinin Rus kumandan karşısında izzet-i imaniyeyi muhafaza için kalkmamış olması bu konuya güzel bir örnektir.
Öte taraftan bu izzet şefkat ile cihazlanmıştır. Mümin kişinin şefkati imaniyesi başkasının hürriyet ve hukukuna tecavüz edilmesine izin vermez. Çaresizlere tahakküm ve istibdad edilmesine geçit vermez.
Zira hakkıyla Allah’a kul olan başkalarına kul olmaz, başkalarının kendisine kulluk yapmasını da istemez.
Evet, bir pâdişahın doğru bir hizmetkârı, bir çobanın tahakkümüne tenezzül etmez. Bir biçareye tahakküme dahi, o hizmetkâr tenezzül etmez. Demek, iman ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar. İşte Asr-ı Saadet! [13]
Değinmekte fayda gördüğümüz ikinci bir mesele; Risale-i nurun küfr-ü mutlakı kırarak anarşi ve istibdadı esasıyla bozup reddetmesidir. [14]
Üstadımız Bediüzzaman hazretleri küfr-ü mutlakın yani Allah’ı inkarın altının- neticesinin anarşi üstünün ise istibdad olduğunu belirtmektedir. Bu hususu şöyle anlamlandırmak mümkün olsa gerek;
Küfr-ü mutlak ateizm ve Allah’ı inkardır. Bu inancın altı yani neticesi anarşistliktir. Yani kanun ve kural tanımazlıktır. Evet Allah’ı inkar eden insan kainatta hiçbir ahlaki değerin ve kuralın altına girmez ve ona hakiki anlamda itaat etmez. Nitekim 3. Sözden anladığımız üzere Her seyyiatın menbaı, dalalettir. [15] Bu cihetle böyle bir insan insanlığın başına bela olur. Bu sebebten olsa gerek ki dört mezhebin ittifakı ile bu tarz zındıklara, mürtedlere hayat hakkı tanınmıyor.
Küfrü mutlakın üstünün istibdad olmasını ise şöyle anlayabiliriz; dinsiz kişi, bir olan Allah’ın rububiyet ve tasarrufunu inkar etmekle, kör sebeplerin, şuursuz tabiatın yahut serseri tesadüfün asılsız ve akılsız rububiyet ve tasarrufunu kabul etmek durumunda kalır. "Her şeyin tedbir ve dizgini Allah’ın elinde" demek, insana hürriyet ve huzur verirken; "her şeyin tedbir ve dizgini sebeplerin elinde veya kendi elindedir" demek, mutlak bir baskı ve korkunun esiri olmak demektir. Bu yüzden ateist birisinin bir değil, sebepler adedince ilahı bulunuyor ki, bu kadar hayali ilahın baskısı altında yaşamak akıl karı olmasa gerek.
İşte Risale-i Nur küfrü mutlakın belini kırdığı için bu vatan ve millete en büyük bir hizmet görmektedir. Emniyeti, asayişi, hürriyeti ve adaleti en mükemmel şekilde temin etmektedir. Buna tüm risale-i nur külliyatı ve nurlara ihlas ve sadakatle hizmet eden yüz binler şahittir.
Burada üzerinde durmak istediğimiz son bir husus; Hür olma insanın fıtraten muhtaç olduğu bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyaç bilhassa gençlik döneminde en şiddetli şekilde hissedildiği gibi yine gençlik dönemimde suistimal edilebilmektedir. Çünkü gençlik döneminde akıldan ziyade hislere kulak verildiği ve zehirli bal hükmündeki lezzetleri kanıldığı su götürmez bir gerçektir.
Bununla birlikte gençlik döneminin en büyük tehlikelerinden biri de hiç şüphesiz üstadımızın tabiri ile birbirine tesanüd edip yardım eden gaflet, dalalet, riya ve zulmetten mürekkeb bir macun olan menfi milliyetçiliktir. [16]
Dolayısıyla biz gençler öyle bir uçurumun kenarındayız ki bir yandan nefsine kölelik veya zevk ve lezzetlere esirlik şeklindeki zindanlı bir hürriyet tarafından esfel-i safiline çekilmek isteniyoruz. Diğer yandan menfi milliyetçilik ve arkadaşları tarafından uçurumun dibine itiliyoruz. Evet bu dehşetli durumdan kurtulmak çaresi var ve risale-i nur tarafından önümüze sunuluyor. Bir tek veçhesi şudur ki; Kalbi ve vicdanı iman ile nurlanmış bir kimse sürekli olarak manevi bekçi ve polislerin gözetimi altındadır ve kendisini bu durumlardan korur. Halbuki maddi polisler her an her yerde olamayacakları gibi iktidar ve güçleri de belli bir sınıra kadardır.
3. Tahkiki İman Kuvveti İle Nefse kölelikten Allah’a Kulluğa
İçinde bulunduğumuz helaket ve felaket asrının, günahlar ve nefse mağlup olmalar yüzyılının en büyük vazifelerinden biri hatta bir vecihle en büyük vazifesi imanımızı taklid-i mertebeden tahkiki mertebeye yükseltmektir.
Nitekim bunun gerekliliğini sürekli hissetmekteyiz. Allah’a abd olanın başkalara abd olmayacağı [17]hakikatine rağmen biz Müminlerin dahi nefsimize, heveslere, zehirli bal hükmündeki lezzetlere köle olduğumuz zamanlar olabilmekte. Menfi milliyetçilik, particilik, tarafgirlik vb. sebeplerden ötürü hem eylemlerimiz hem söylemlerimizle esir edebilmekteyiz kendimizi. Öte taraftan anarşinin ve yakma, yıkma, harap etme gibi yavrularının İslamiyette zerre miktar yeri olmamasına rağmen bunlara kalben taraftar olunabilmekte hatta ve hatta bizzat bu zulme iştirak edilebilmekte.
Kanatimizce bu problemlerin temelinde yatan sebep başta hürriyet olmak üzere, adalet veya hak anlayışımızın İslami ve imani açıdan tahkiki mertebeye ulaşamamasıdır.
İşte biz ehl-i imanın dahi iki dünya saadetinin mahvına sebebiyet verebilecek bu durumdan kurtulmanın çaresi bu zamanda tahkiki imanı kazandırarak bizleri his ve heveslerimizin zincirinden kurtarıp aklımızı başımıza almamızı sağlayan risale-i nurdur.
Peygamberimiz (A. S. M)’dan aldığı ders ile adeta tahkiki iman ameliyatı yapan üstad hazretleri Kuran-i bir metot olan sırrı temsil metodunu kullanır. Temsil bir merdivendir hakikatlere çıkaran, bir dürbündür uzak hakikatleri akla yakınlaştıran.
Malum olduğu üzere aklen kabul ettiğimiz halde nefislerimize mağlup olabilmekteyiz, işte Risale-i Nur temsil metodu ile fenalıklardaki, kötülüklerdeki sıkıntıyı, azabı, elemi, manevi cehennemi gösteriyor, İmandaki, iyiliklerdeki, güzel hasletlerdeki güzelliği, rahatlığı, cenneti gözler önüne seriyor. Bu yöntem ile hisleri de mağlup ediyor.
Fakat üstadımızın işaretiyle bu fırtınalı zamanda nazarlarımızı afaka dağıtan ve boğan siyaset, menfi milliyet gibi cereyanlar hislerimizi iptal edip bir nevi sersemlik verdiğinden dalalette olanlar manevi azabı tam hissedemiyor. Hidayet ehli de gaflet bastığından hakiki lezzeti alamıyor.
Evet dert belli derman belli, üzerimize düşen vazife ise Risale-i Nur ilaçları ile bu yaralarımızı tedavi ederek tahkiki mertebeye ulaşmış, Allah’tan başka kimseye kul olmayan izzetli, şefkatli ve hür bir hürriyet ile hayatın lezzetini ve zevklerini tadıp hayatımızı hayatlandırmak.
Güneş hürdür ekseninde dönmek şartı[18] ile beşer dahi hürdür Abdullah olduğunu unutmamak kaydı ile.
[1] Tarihçe-i Hayat 470
[2] Münazarat 20
[3] Divan-ı harb-i örfi 33
[4] Münazarat
[5] Münazarat 20
[6] Münazarat 20
[7] Münazarat 22
[8] Münazarat 22
[9] Münazarat 21
[10] Sözler 687
[11] Mesnevi-i Nuriye 199-200
[12] Mektubat 262
[13] Münazarat 23
[14] Şualar 282
[15] Sözler 19
[16] Mesnevi-i Nuriye 112
[17] Hutbe-i Şamiye
[18] Muhakemat 81