بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ
Nisa Suresi 120. Ayeti kerime:
"Şeytan onlara bir takım vaatlerde bulunur ve onları boş ümitlerle oyalar. Zâten şeytanın onlara va‘di, boş bir aldatmadan başka bir şey değildir."
Kur'an-ı Kerim'in pekçok ayetinde gurur kavramı tamamen olumsuz anlamda çok yerde geçer.
Gurur; boş şeye güvenme, kuruntu, aldanma, kibirlenme, kandırılma, çalım satma manasına gelir.
Enaniyet/ benlikçilik kavramının diğer bir adı da gurur ve kibirdir.
Üstad "bu zamanda enaniyet hükmediyor" demekte. Yani insan ilişkilerinde genel ve baskın duygu gurur ve kibirdir.
En temel sorunumuz ise enaniyet ve gururun manevi makam ve kemalat açısından saldırmasıdır.
Şeytan aynı zamanda Araf suresi 17. Ayette belirtildiği üzere, “İnsanlara sağdan yanaşır.”
Üstad Nursi bu sağdan gelen benlikçi, manevi makamcı, nefsi ve şeytani tehlike ve saldırıyı da kökten zirüzeber etmiştir.
Kendisine sade bir üstadlık ve hocalık ünvanı vermiştir. Hoca ve üstadın hak ve hukuku da bellidir.
Nurcular arası iletişim ve irtibat, evliyalık, şeyhlik, ebeveyn ilişki ve bağlantısı değil ve olamaz.
Kardeş kardeşe ana-baba, şeyhlik ve büyüklük gösteremez.
Gösterilirse bunun sonu manevi bir hiyerarşi, bitmez bir statükoya dönüşür.
Hususi abilik ve rolmodellik ise mübah ve meşrudur.
Nihayeti ise ilk çıkışımızdaki iyi niyet ve maksatlar altüst olup, gaye tersine dönüşerek uçurumlardan yuvarlanıp parçalanır gidebilir
“Ey kardeşlerim! Dikkat ediniz; sizi enaniyette vurmasınlar, onunla sizi avlamasınlar. Hem biliniz ki: Şu asırda ehl-i dalâlet eneye binmiş, dalâlet vâdilerinde koşuyor. Ehl-i hak, bilmecburiye eneyi terk etmekle hakka hizmet edebilir. Çünkü, ubudiyetin noksaniyetiyle enaniyet kuvvet bulur ve nemrutçuluklar çoğalır.”
Bu noktada çok önemli bir inceliğin üzerinde duralım:
-Enaniyetimizi/ benlikçiliğimizi durum ve ortama göre 3 hal ve kıvamda tutmak durumundayız.
1-Cemaatin/cemiyetin şahs-ı manevisi (birleşik kişiliği) içinde görev ve ödevimizi yaparken ve meşveret/istişare anında enaniyetimizi buhara dönüştürmeliyiz.
2-Cemaatin/toplumun şahs-ı manevisi (birleşik kimliği) içinde, sıradan/normal konumdayken, enemizi su gibi kullanmalıyız.
3-Cemaatin/toplumun, izzet, vakar, hak ve hukukunu savunma anında, enemizi buz konumuna dönüştürmekle vazifeliyiz.
Yani açıkça, ferd/ cemaat ilişkisi yaşarken ne enaniyetli olmak, ne de cemaat içinde kişilik ve kimliğimizi ezmek zorunda kalmayız.
Görev ve ortama göre kişiliğimize ayar ve kıvam verebiliriz.
Bu durum bir amirin; iş, toplum ve aile ortamındaki kişilik tavırlarıyla örtüşür.
Üstad'ın bir buz parçası olan enaniyetini şahs-ı manevi havuzunda eritmek dediği gerçek, meşveret ve hizmet anındaki psikolojik konumumuza tekabül eder.
Cemaat içinde meşveret ederken veya hizmet anında, şahsiyetimiz buhar kıvam ve konumunda olmalı.
Cemiyet ve toplum içinde ise, su kıvamı ve konumunda olmalı. Hukuku müdafaa ve mecburiyet anlarında, şahsiyetimizi buz konumunda tutarak kişiliğimizi canlı tutup, ferd/ birey özellliğimizi kaybetmeden var olabiliriz.
Böylece ferd-cemaat, ferd-cemiyet ilişkisinde çelişkiye düşmeden, ezilmeden ve ezmeden fıtri benliğimizi canlı tutarız.
Üstad hayatı boyunca şahsiyetini, bu 3 konum ve kıvamda tutarak yaşamıştır diyebiliriz.
1-Şahıs yani Okuyucu/Talebe ve Risale-i Nur İlişkisi Nasıl Olmalı?
A-Nur talebesi, Nur risalesini eline aldığında içindeki ayet, hadis ve Kur'ani tefsir hatırına istiğfar, salavat ve euzü besmele çekmeli.
B-Okuyacağı Sözler'in, özgün bir eser ve özel bir ikram, bir şans olduğunu hissetmeli.
C-Risale-i Nur kitaplarının; zaruret boyutunda yazıldığını ve telif eden zatın şahsi, dini, imani ihtiyaçlarına zorunlu (sünuhat, tuluat ve Kur'ani çıkarımlar, istihraç) cevaplar olduğunu, okurken, dinlerken, idrak edip hatırlamalıyız.
D-Bu eserlerin yazılış şart ve ortamlarını fehmedip bilincine varmalıyız. Çoğunlukla düşmanla savaş anında, zindan ortamında, dağ başı ve bağ deresinde, ani bir vecd ve odaklanmayla yazıldığını unutmamalıyız
E-Risaletin Nur'ların mehaz değil makes, masdar değil mazhar, tecelli değil tezahür olduğunu mutlaka bilmeliyiz.
F-Nur külliyatının Kur'an ve iman hakikatlarına perde değil ayna, gölge değil nur, asıl değil vekil olduğunu hatırdan çıkaramayız. Bu yüzden niyet, nazar, harf ve isim manası paradigmalarını daima akla getirmeliyiz.
G-Nurları okurken önce ve özellikle kendi nefsimize, kendi soru ve yaralarımıza iyi geldiği için okumalıyız. Başkasını muhatap alan okumalar karşımızdakinin nazar ve dikkatinden kaçmaz ve etkili olmaz.
H-İlgili konunun açılım ve izahı genelde diğer risalelerde vardır. Bunu bilerek atıfları ilgili yer ve eserden yapmaya çalışmalıyız. Amma ve lakin merhum Zübeyr Abi'nin ifadeleri ile Nur talebesinin vereceği örnek ve temsilin de yine nurdan olacağını hatırlamalıyız.
I-Sözler'i okuyup ve üzerinde dururken daima dikkatli ve zeki bir talebe psikolojinde kalmalıyız.
İ-Risale-i Nur'ların iman esasları hususunda; günümüzde tam yetkili ve vazifeli olduğunu, sayısız müşahede ve deliller ışığında benliğimizden çıkarmamalıyız.
2-Şahıs-Şahıs İlişkisi Nasıl Olmalı?
"Ey âhiret kardeşlerim ve ey hizmet-i Kur’aniyede arkadaşlarım! Bilirsiniz ve biliniz: Bu dünyada, hususan uhrevî hizmetlerde en mühim bir esas, en büyük bir kuvvet, en makbul bir şefaatçi, en metin bir nokta-i istinad, en kısa bir tarîk-ı hakikat, en makbul bir dua-yı manevî, en kerametli bir vesile-i makasıd, en yüksek bir haslet, en safi bir ubudiyet; ihlastır."
Öyleyse 2 kişi muhatab olduğumuzda;
Birinci Düsturumuz;
Amelimizde rıza-yı İlahî olmalı.O razı olduktan sonra bütün insanlar küsse bir önemi yok. Allah razı olmadıktan sonra, tüm insanlık memnun kalıp alkışlasa hiç bir kıymeti yok.
İkinci Düsturumuz;
Bu hizmet-i Kur’aniyede bulunan kardeşlerinizi tenkit etmemek ve onların üstünde faziletfüruşluk nevinden gıpta damarını tahrik etmemektir.
Çünkü nasıl insanın bir eli diğer eline rekabet etmez, bir gözü bir gözünü tenkit etmez, dili kulağına itiraz etmez, kalp ruhun ayıbını görmez. Belki birbirinin noksanını ikmal eder, kusurunu örter, ihtiyacına yardım eder, vazifesine muavenet eder. Yoksa o vücud-u insanın hayatı söner, ruhu kaçar, cismi de dağılır.
Üçüncü Düsturumuz;
Bütün kuvvetimizi ihlasta ve hakta bilmeliyiz. Evet, kuvvet haktadır ve ihlastadır. Haksızlar dahi haksızlıkları içinde gösterdikleri ihlas ve samimiyet yüzünden kuvvet kazanıyorlar.
Dördüncü Düsturumuz;
Kardeşlerimizin meziyetlerini şahıslarımızda ve faziletlerini kendimizde tasavvur edip onların şerefleriyle şâkirane iftihar etmeliyiz.
Mesleğimiz “Haliliye” olduğu için meşrebimiz “hıllet”tir. Hıllet ise en yakın dost ve en fedakâr arkadaş ve en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmert kardeş olmak iktiza eder.
Bu hılletin üssü’l-esası, samimi ihlastır. Samimi ihlası ( bilerek) kıran adam, bu hılletin gayet yüksek kulesinin başından sukut eder. Gayet derin bir çukura düşmek ihtimali var. Ortada tutunacak yer bulamaz.
Ayrıca; nur kardeşimizi veya hizmet muhatabımızı; kendimiz için eşi bulunmaz bir lütuf olarak görebilmeliyiz.
Hüsn-ü zan ve takdir edici yoldaş görmeliyiz. Ona yük ve ağırlık yapmamalı, hafif latif ve gölgesiz olmalıyız.
Ahir zamanda iman, İslam hazinesinin ortak taşıyıcısı ve mücahidi olduğumuzu duyumsamalı ve hissettirmeliyiz.
Muhatabımızda, sürur, neşe, şevk, sevinç, kuvve-i manevi gibi müsbet duygular uyandırmalyız.
Uhud Dağı gibi olan, imani ve İslami kıymetini görmeli, çakıl ve çalılara takılmamalıyız.
Bizden umduğu hayır, iyilik, yardım, arkadaşlık beklentilerine, halil ve hıllet manalarıyla karşılık vermeliyiz.
4-Cemaat-Cemaat İlişkisi Nasıl Olmalı?
Bu ilişki ve iletişimi, hem nur meşrepleri hem de İslami cemaatler açısından ele almak lazım.
1-Allah'ın lütuf ve ikramı olarak; İslam, iman hazinesi beraberce omuzlarımıza konulmuş demeliyiz.
2-Benim cemaatim veya meşrebim; daha güzel belki en güzel diyebiliriz. Amma yalnız benim meşrep güzeldir, başka hak ve güzel hizmet tarzı yoktur diyemeyiz.
3-Bu kadar çeşit hizmet, grup, cemaat, tarikat olduğu halde gerçek konumumuz ortada demeliyiz. Yani az, zayıf hükmedilen pozisyonumuzu görebilmeliyiz.
Bir ünitenin bir çarkı ve dişlisi arızalansa tüm fabrikayı olumsuz etkiler. Bir diş ağrısının bütün organlarımızı ve vücudumuzu verimsiz ve atıl yaptığı gibi.
Nitekim; eskiden cemaat, tarikat olarak bilinen yapıların sakatlanıp arızalanması, uzun yıllar hatta asırlarca, tüm dini cemaat ve yapılara zarar verip, taşınmaz bir yük haline gelebilmektedir. Bu arada batıl saldırgan tağut ve münkirler, fırsat bulup güçlenmekte, imani izzet ve şeref ayaklar altına düşebilmektedir.
Bu vahim durum cemaat ve tarikatları müflis tüccar derekesine yuvarlayıp, "innemel amali bilhavatım" hadisi gereği; sonunda kaybedenler derekesine yuvarlayabilmektedir.
5-Cemaatlerarası işbirliği ve dayanışma 1111 ve 4444 şeklinde, katlamalı üretim ve kazanım sırlarını da ortaya çıkarır.
Küfür ve müşrik sistemler de benzer katlamalı şekilde, küllli tahripler yaparken, manevi, nurlu yapılar, cüzi, ferdi, dahice işlerle onlarla başa çıkamaz.
Zaten Allah'ın rahmeti cemaat üzerine derken hem illet hem hikmet boyutu da böylece ortaya çıkartılıp hayatta gösterilmelidir.
7-Cemaat içi ve cemaatler arası bir nefis muhasebesi, bir özeleştiri mekanizması oluşturmak, günümüzde hayati ve kaçınılmazdır.
Şahıslar gibi cemaatlerin de manevi nefsi ve enaniyetinin var olduğu aynelyakin görülmüştür. Cemaati nefis ve egonun, ayıbını gösteren bir düzenek kurulmazsa tashih, tetkik ve kritik curcunası oluşup, herkes hakem ve aklıyla ahkam kesmektedir. Dıştan bir bakış ve özerk bir tahkim sistemi geliştirmeliyiz.
8-Cemaatler ve meşrepler arası; bir irtibat ve acil durumlar heyeti oluşturulmalıdır.
Ortaya çıkan yeni durum ve vaziyetler bu irtibat heyetince acil koduyla duyurulup ele alınabilmeli. Elbette hergün, tüm müslümanları ilgilendiren ve etkileyen gelişmeler olmaktadır. Bu gelişmelere duyarlı olmak, bir vücudun organları, bir binanın tuğlaları gibi olmak inanç ve iddiasında olan uyanık müminlerin, davasına doğrudan tesir eden hadislere kör bakması düşünülebilir mi?
Bu zuhurat hastalıksa erken teşhis, saldırysa erken savunma, inanç amel sapması ise, erken müdahele ve doğrultma yoluna gidilebilmeli.
Çünkü hiçbir kötü gerçek, göz yummakla kaybolmaz, ancak kanser ve virüs gibi bir musibete dönüşür ve herkese zarar verir. Bu mevzuda sayısız misaller, her cemaatin ve hizmet tarihçesinde bolca vardır.
9-Cemaatler, ortak büyük bir hedef, bir ufuk çizgisi ekseninde işbirliği yapmanın yollarını mutlaka bulmalı.
Değilse; herkes kendi dar dairesinde büyük işler yaptığını düşünmektedir.
Bu tavır; 1111-4444 formüllerine uymadığı gibi, bu formülü tatbik eden şer ve haksız birliktelikler karşısında da, mağlup olmak kaçınılmazdır.
10-Hak davanın yol, araç ve yöntemleri de mutlaka hak olmak zorundadır.
Doğru ve haklı amaç, yol, yöntem, araç ve aletleri meşru ve haklı kılar gibi, bir mugalata ve cerbeze geçerli değildir.
İlerleyen her yeni aşama ve dönemeçte; rot balans ayarı gibi; niyet, nazar, vasıta, usül ve yöntem ayarı yapmak kaçınılmazdır.
Bu noktada vakit kaybediyoruz, göç yolda düzelir, geç kalıyoruz, zafer ve başarıyı kaybediyoruz sözleri ancak nefis ve şeytanın sağdan taarruzu olarak düşünülmeli.
Halkın dilinde pelesenk olan; "mücahid, müşahit, müteahhid" temsili veya kendi aramızda kullandığımız; "paralandı parelendi, minare başından kuyuya yuvarlandı" sözleri, hep bu tecrübeler sonucu darbı mesel olmuştur.
Akıbet ve zafer muhasebe, murakebe ve özeleştiri yapanların olmaktadır.