Risale-i Nur sayfaları arasında bir gezinti yaptığınızda sık sık İmam-ı Rabbani ve izleriyle karşılaşacaksınız. M. Haşim Kişmi’nin İmam Rabbani ve Yolundakiler kitabının çağrıştırdığı gibi İmam Rabbani’nin izleri Risale-i Nur’da da parlamaktadır. Bediüzzaman İmam Rabbani’den bolca istifade etmiştir. Bazen istifade ettiği konulara doğrudan değinse bile bazen de kapılı tutmuş veya tabir caizse teğet geçmiştir. Önemli olan alıntıları sürekli nazara vermek veya vurgulamak değil ortak değerleri ve hakikati izhar etmek ve buna yer vermektir. Lakin yine de himmet sahiplerinin bu işin üzerine eğilerek; Bediüzzaman ile İmam Rabbani arasındaki köprüyü ortaya çıkarmayı gerekir. Keşke İmam Rabbani ile Bediüzzaman arasındaki fikir alışverişini birileri çıksa da doktora çalışması düzeyinde ortaya koysa. Bu hem İmam Rabbani hem de Bediüzzaman’ı daha iyi anlamamıza vesile olacaktır.
Sözgelimi Bediüzzaman’ın ‘telahuku efkar’ kavramı İmam Rabbani’den alınmıştır. Lakin Bediüzzaman kavramı daha geniş alanda kullanmış ve bu kavram açılıma hizmet etmiş ve bazı kapalı hususların daha güzel izahına vesile olmuştur. Keza Bediüzzaman sarahaten Mektubat’a atıfta bulunarak İmam Rabbani’nin Hindistan’da Peygamberler izlerine dair gözlemlerini ve müşahadelerini paylaşmıştır. Bediüzzaman bu hususa şöyle temas eder: “İmam-ı Rabbânî, hem delile, hem keşfe istinaden demiş ki: "Hindistan'da çok nebîler gelmiştir. Fakat bazılarının ya hiç ümmeti olmamış; veyahut mahdut birkaç adama münhasır kaldığı için iştihar bulmamışlar, veyahut nebî ismi verilmemiş."
*
Gazali de ikinci veya müspet Avrupa’nın peygamberlerin asar-ı bakiyesinin sonucu olduğu kanaatindedir. Bediüzzaman da müspet Avrupa’yı, İsevilik din-i hakikisinin feyzine ve etkisine bağlamıştır. Gazali, Rabbani ve Bediüzzanman mukayyet değil mutlak felsefeye karşıdırlar. Felsefe hikmet sevisi anlamına gelse de gerçekte ve pratikte imal-ı fikirdir ve vahyin havzasında tefekkürdür ve bunu toptan yasaklayamaz. Akkad’ın beyanına göre tefekkür bir farize-i ilahiyedir. Lakin Gazali gibilerin yasakladığı, felsefeden ziyade İslami esaslarla çatışan bazı sonuçlarıdır. Felsefe ile felsefiyyat bu noktada birbirinden ayrılır. Bediüzzaman da Batı’nın müspet yanlarının vahiy kaynaklı olduğunu düşünür: ”Yanlış anlaşılmasın, Avrupa ikidir. Birisi, İsevîlik din-i hakikîsinden aldığı feyizle hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye nâfi san'atları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takip eden bu birinci Avrupa'ya hitap etmiyorum. Belki, felsefe-i tabiiyenin zulmetiyle, medeniyetin seyyiâtını mehâsin zannederek beşeri sefâhete ve dalâlete sevk eden bozulmuş ikinci Avrupa'ya hitap ediyorum. Şöyle ki: O zaman, o seyahat-i ruhiyede, mehâsin-i medeniyet ve fünun-u nâfiadan başka olan mâlâyâni ve muzır felsefeyi ve muzır ve sefih medeniyeti elinde tutan Avrupa'nın şahs-ı mânevîsine karşı demiştim: Bil, ey ikinci Avrupa! Sen sağ elinle sakîm ve dalâletli bir felsefeyi ve sol elinle sefih ve muzır bir medeniyeti tutup dâvâ edersin ki, "Beşerin saadeti bu ikisiyledir." Senin bu iki elin kırılsın ve şu iki pis hediyen senin başını yesin ve yiyecek! Ey küfür ve küfrânı dağıtıp neşreden bedbaht ruh! Acaba, hem ruhunda, hem vicdanında, hem aklında, hem kalbinde dehşetli musibetlerle musibetzede olmuş ve azâba düşmüş bir adamın, cismiyle zâhirî bir surette, aldatıcı bir ziynet ve servet içinde bulunmasıyla saadeti mümkün olabilir mi? Ona mesut denilebilir mi? “
Bir başka yerde Bediüzzaman yine aynı konuda şunları söyler:
”Bunu da inkâr etmem: Medeniyette vardır mehâsin-i kesîre. Lâkin, onlar değildir ne Nasrâniyet malı, ne Avrupa icâdı, Ne şu asrın san'atı. Belki umum malıdır. Telâhuk-u efkârdan, semâvî şerayi'den, hem hâcât-ı fıtrîden, hususi şer'-i Ahmedî, İslâmî inkılâbdan neş'et eden bir maldır. Kimse temellük etmez…”
Muhammed Zahid el Kevseri de sahanın uzmanlarına dayanarak Batı’da hukukun gelişmesini veya müspet inkişafı Batı’nın Maliki Mezhebiyle temasına bağlar.
Bediüzzaman’ın İmam-ı Rabbani’den etkilendiği hususlardan birisi ise halk-ı şerrin şer değil kesb-i şerrin şer olduğu hükmü ve kuralıdır. İmam Rabbani halk-ı fiile, rıza bilfiil demektedir. Buna mukabil kesb-i şerre ise kerahetü’l mef’ul demektedir. Bu mühim bir kuraldır ve Bediüzzaman bunu gayet veciz bir biçimde izah etmektedir. Kendisini hem müceddit hem de kelam müçtehidi olarak niteleyen İmam Rabbani Mebde ve Mead isimli eserinde bu hususu tartışmış ve rıza makamının Allah’ın kaderine razı olmak ve işine karışmamak olduğunu beyan ettikten sonra kulların fiillerine razı olmamanın buna girmediğini yani rıza makamıyla alakası olmadığını ifade etmektedir. Allah’ın fiilinden razı olmak kulların fiilinden razı olmayı gerektirmez. Küfür ve günah gibi kulun fiillerinden razı olmanın rıza bi’l küfr makamı olduğunu ve dolayısıyla yanlış olduğunu ifade etmektedir. Aynen müteehhir kelamcıların halk ile rıza veya irade ile rıza sıfatlarında ayrıma gitmeleri gibi burada da İmam Rabbani ayrıma gitmekte ve yaratma boyutunu rıza boyutu kapsamında ele almakta ve kesp boyutuna ise karşı çıkmaktadır. Kulların işlerinden razı olmamanın Allah’dan razı olmamak anlamına gelmeyeceğini beyan eder. Bundan dolayı def-i belayı istemek rızayı bariye muhalif bir istek değildir.
İmam Rabbani Bediüzzaman’ın halk-ı şer dediğine ‘er razı bilfiil’ demektedir. Kesb-i şer şerdir ifadesine ise İmam Rabbani ‘kerahetü’l mef’ul’ demektedir. Ve ikisini birbirinden ayırmaktadır ( Risale el Mebde ve’l Mead, s:37, Daru’l Kütüb el İlmiyye). Şüphesiz, Bediüzzaman İmam Rabbani’nin kavramlarını ileri bir aşamaya taşımıştır. Bediüzzaman meseleyi detaylandırarak veya daha fazla ta’lil ederek şöyle demektedir: “
İKİNCİ SUALİNİZ: Şeytanların halkı ve icadı ne içindir? Cenab-ı Hak, şeytanı ve şerleri halketmiş, hikmeti nedir? Şerrin halkı şerdir, kabihin halkı kabihtir?
Elcevap: Hâşâ!.. Halk-ı şer, şer değil, belki kesb-i şer şerdir. Çünki halk ve icad, bütün netaice bakar; kesb, hususî bir mübaşeret olduğu için, hususî netaice bakar. Meselâ: Yağmurun gelmesinin binlerle neticeleri var, bütünü de güzeldir. Sû'-i ihtiyarıyla bazıları yağmurdan zarar görse, "Yağmurun icadı rahmet değildir" diyemez; "Yağmurun halkı şerdir" diye hükmedemez. Belki sû'-i ihtiyarıyla ve kesbiyle onun hakkında şer oldu. Hem ateşin halkında çok faideler var; bütünü de hayırdır. Fakat bazıları sû'-i kesbiyle, sû'-i istimaliyle ateşten zarar görse, "Ateşin halkı şerdir" diyemez. Çünki ateş yalnız onu yakmak için yaratılmamış; belki o, kendi sû'-i ihtiyarıyla, yemeğini pişiren ateşe elini soktu ve o hizmetkârını kendine düşman etti.
Elhasıl: Hayr-ı kesîr için, şerr-i kalil kabul edilir. Eğer şerr-i kalil olmamak için, hayr-ı kesîri intac eden bir şer terkedilse; o vakit şerr-i kesîr irtikâb edilmiş olur. Meselâ: Cihada asker sevketmekte elbette bazı cüz'î ve maddî ve bedenî zarar ve şer olur. Fakat o cihadda hayr-ı kesîr var ki, İslâm küffarın istilasından kurtulur. Eğer o şerr-i kalil için cihad terkedilse, o vakit hayr-ı kesîr gittikten sonra şerr-i kesîr gelir. O ayn-ı zulümdür. Hem meselâ: Kangren olmuş ve kesilmesi lâzım gelen bir parmağın kesilmesi hayırdır, iyidir; halbuki zâhiren bir şerdir. Parmak kesilmezse, el kesilir; şerr-i kesîr olur. İşte kâinattaki şerlerin, zararların, beliyyelerin ve şeytanların ve muzırların halk ve îcadları, şer ve çirkin değildir; çünki çok netaic-i mühimme için halkolunmuşlardır. Meselâ: Melâikelere şeytanlar musallat olmadıkları için, terakkiyatları yoktur; makamları sabittir, tebeddül etmez. Keza hayvanatın dahi, şeytanlar musallat olmadıkları için, mertebeleri sabittir, nâkıstır. Âlem-i insaniyette ise meratib-i terakkiyat ve tedenniyat nihayetsizdir. Nemrudlardan, firavunlardan tut, tâ Sıddıkîn-i Evliya ve Enbiyaya kadar gayet uzun bir mesafe-i terakki var.”
Araplar rahmet olduğu halde yağmurdan zarar görenler için şöyle bir deyim söylemiştir: Fevaidu kavmin inde kavmin mesaib. Yani bir topluluğun yararına olan şey diğer bir topluluğun zararına olabilir. Bununla birlikte şer nispi ve tebeidir. Yağmurdan zarar görenlerin oranı akalli kalil hükmündedir.
Bediüzzaman aynen İmam Rabbani gibi Hanefilerin imamın arkasında fatiha suresini okumamasını sosyolojik olarak izah eder ve ufak tefek farklarla birlikte İmam Rabbani’nin ta’lilini aynen tekrarlar. İmam Rabbani, Hanefilerin neden imamın arkasında fatiha suresini okumayacaklarına dair hikmetli beyanı aynen Bediüzzaman tarafından iktibas edilmiştir. Şöyle ki: “İşte bunun gibi, ahkâm-ı İlâhiye, mezheblere, hikmet-i İlâhiyenin sevkiyle ittibâ edenlere göre değişir; hem, hak olarak değişir ve herbirisi de hak olur, maslahat olur. Meselâ, hikmet-i İlâhiyenin tensibiyle İmâm-ı Şâfiîye ittibâ eden, ekseriyet itibâriyle Hanefîlere nispeten köylülüğe ve bedevîliğe daha yakın olup, cemaati bir tek vücud hükmüne getiren hayat-ı içtimâiye de nâkıs olduğundan, her biri bizzat dergâh-ı Kâdiü'l-Hâcâtta kendi derdini söylemek ve hususi matlûbunu istemek için, imam arkasında Fâtihayı birer birer okuyorlar. Hem, ayn-ı hak ve mahz-ı hikmettir. İmâm-ı âzama ittibâ edenler ekseriyet-i mutlaka itibâriyle, İslâmî hükümetlerin ekserîsi o mezhebi iltizam etmesiyle, medeniyete, şehirliliğe daha yakın ve hayat-ı içtimâiyeye müstaid olduğundan, bir cemaat bir şahıs hükmüne girip, birtek adam umum nâmına söyler; umum, kalben onu tasdik ve rabt-ı kalb edip-onun sözü umumun sözü hükmüne geçtiğinden, Hanefî mezhebine göre imam arkasında Fâtiha okunmaz. Okunmaması ayn-ı hak ve mahz-ı hikmettir. “