Mehdilik kavramı, eskiden beri medar-ı bahs olmuş fer'i bir meseledir. Biz, bu meselenin kaynakları, tarihi gelişim süreci üzerinde durmayacağız. Bu meselenin Risale-i Nurdaki izahından günümüzde ne anladığımızı ifade etmeye çalışacağız.
Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, mehdiyet meselesi ehl-i sünnet itikadında esasat-ı imaniyeden değildir. Bunun sonucu olarak bir kişi, salih bir zâtı mehdi kabul etse, bu kabulün o kimseye manen bir zararı olmadığı gibi, bazı insanların mehdi kabul ettiği salih bir zatı mehdi kabul etmese, manevi bir mesuliyet de yoktur. Mehdilik makamı, insanların bir kişiye teveccüh etmesi veya mehdi demesiyle ulaşılabilecek bir makam olmayıp Cenab-ı Hakkın lütfuyla mazhar olunabilecek bir mevhibedir. O makamın uhrevi karşılığını da yine verecek olan Allah (c.c)dır.
Bununla birlikte, mehdiyet makamına atfedilen vazifeler cihetiyle konu değerlendirildiğinde, bir kişinin, insanlar tarafından mehdi kabul edilmesinin doğuracağı sonuçlar olacaktır. Bu sonuçlar mehdiyet makamına atfedilen vazifelerin mahiyetine göre değişecektir. İmanı kurtarmak ve kuvvetlendirmek şeklindeki birinci vazife, ahirete baktığı için dünyevi bir makamla bağlı olmadığı gibi karşılığı da dünyevi olmayıp uhrevîdir.Uhrevi makamlar ise, pek geniş olduğundan bu makama iman hizmeti noktasında birden fazla kişinin talip olması müzahemeye, kavgaya sebep olmaz. Bu mana itibariyle herkesin kendi şeyhini veya hocasını mehdi kabul etmesi mahzurlu olmadığı gibi manevi hizmetler için bir teşvik unsuru da olabilir.
Fakat, şeriat ve hayat dairesindeki vazifeler dünyaya da baktığından dünyevi makamları iktiza etmektedir. Dünyevi makamlar ise sınırlı olduğundan bu noktada kavga ve niza başlamaktadır. Bu hususun anlaşılabilmesi için iman, şeriat ve hayat cihetindeki vazifelerin ne olduğunun tarif edilmesine ihtiyaç vardır.
Risale-i Nur'un çeşitli risâle ve lahika mektuplarında ahirzamanda geleceği haber verilen zâtın (Mehdinin) üç vazifesinin olacağı beyan edilerek bu vazifelerin neler olduğu izah edilmiştir.
''Ümmetin beklediği, âhirzamanda gelecek zâtın üç vazifesinden en mühimmi ve en büyüğü ve en kıymetdarı olan iman-ı tahkikîyi neşr ve ehl-i imanı dalaletten kurtarmak.
O zâtın ikinci vazifesi, Şeriatı icra ve tatbik etmektir. Birinci vazife, maddî kuvvetle değil, belki kuvvetli itikad ve ihlas ve sadakatle olduğu halde; bu ikinci vazife, gayet büyük maddî bir kuvvet ve hâkimiyet lâzım ki, o ikinci vazife tatbik edilebilsin.
O zâtın üçüncü vazifesi; Hilafet-i İslâmiyeyi İttihad-ı İslâma bina ederek, İsevî ruhanîleriyle ittifak edip din-i İslâma hizmet etmektir. Bu vazife, pek büyük bir saltanat ve kuvvet ve milyonlar fedakârlarla tatbik edilebilir. Birinci vazife, o iki vazifeden üç-dört derece daha ziyade kıymetdardır; fakat o ikinci, üçüncü vazifeler pek parlak ve çok geniş bir dairede ve şaşaalı bir tarzda olduğundan umumun ve avamın nazarında daha ehemmiyetli görünüyorlar...''
(Sikke-i Tasdik-i Gaybi – 9)
''Çok defa mektublarımda işaret ettiğim gibi, Mehdi-i Âl-i Resul'ün temsil ettiği kudsî cemaatinin şahs-ı manevîsinin üç vazifesi var...
Birincisi:
Fen ve felsefenin tasallutuyla ve maddiyyun ve tabiiyyun taunu, beşer içine intişar etmesiyle, her şeyden evvel felsefeyi ve maddiyyun fikrini tam susturacak bir tarzda imanı kurtarmaktır.
İkinci Vazifesi:
Hilafet-i Muhammediye (A.S.M.) ünvanı ile şeair-i İslâmiyeyi ihya etmektir. Âlem-i İslâmın vahdetini nokta-i istinad edip beşeriyeti maddî ve manevî tehlikelerden ve gazab-ı İlahîden kurtarmaktır.
Üçüncü Vazifesi:
İnkılabat-ı zamaniye ile çok ahkâm-ı Kur'aniyenin zedelenmesiyle ve şeriat-ı Muhammediyenin (A.S.M.) kanunları bir derece ta'tile uğramasıyla o zât, bütün ehl-i imanın manevî yardımlarıyla ve ittihad-ı İslâmın muavenetiyle ve bütün ülema ve evliyanın ve bilhâssa Âl-i Beyt'in neslinden her asırda kuvvetli ve kesretli bulunan milyonlar fedakâr seyyidlerin iltihaklarıyla o vazife-i uzmayı yapmağa çalışır. ''
(Emirdağ Lahikası-1 - 264 )
Genel itibariyle bu şekilde tarif edilen üç vazife arasında nasıl bir irtibat ve önem sıralaması var?
İman, şeriat ve hayat dairelerindeki vazifeler, silsile gibi birisi bitip diğeri başlayacak vazifeler olmayıp iç içe daireler gibi birbiriyle irtibatlı olacak. Birinci vazife olan iman-ı tahkikiyi neşir ve ehl-i imanı dalaletten kurtarmak vazifesi maddi kuvvetle ve dünyevi makamla olmayıp, kuvvetli itikad ve ihlas ile olacaktır. İkinci, üçüncü vazife iman hizmeti ile oluşacak zemin üzerinde bina edilecektir. İman hizmetine taalluk eden birinci vazife yapılırken ikinci üçüncü vazifeye ait bir kısım görevler de icra edilecektir. Ancak, ikinci, üçüncü vazifenin icrasında birinci vazifeyi yapan fertlerin de hissesi olmakla birlikte, ''kurumsal'' olarak ikinci üçüncü vazifeyi yapanlar siyaset dairesindekiler olacaktır. Çünkü bu vazifeler ancak siyasetin imkân ve araçları ile tahakkuk edebilecektir. Şeriatın ihya ve icrası için kanun gerektiği gibi ittihad-ı islamı netice verecek hayat vazifesi için de devlet gücü gerekecektir.
Bu vazifelerin önem sırası, Risale-i Nur'da şu şekilde açıklanmıştır.
''Hakikat noktasında en mühimmi ve en a'zamı, iman mes'elesidir. Fakat şimdiki umumun nazarında ve hal-i âlem ilcaatında en mühim mes'ele, hayat ve şeriat göründüğünden...''
(Kastamonu Lahikası-90)
''Fakat, en ehemmiyetlisi, hakaik-i imaniyeyi muhafaza noktasında tecdid vazifesi, en mukaddes ve en büyüğüdür. Şeriat ve hayat-ı içtimaiye ve siyasiye daireleri ona nisbeten ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalıyor. Rivayat-ı hadîsiyede, tecdid-i din hakkında ziyade ehemmiyet ise, imanî hakaikteki tecdid itibariyledir. Fakat efkâr-ı âmmede, hayatperest insanların nazarında zahiren geniş ve hâkimiyet noktasında cazibedar olan hayat-ı içtimaiye-i İslâmiye ve siyaset-i diniye cihetleri daha ziyade ehemmiyetli göründüğü için, o adese ile o nokta-i nazardan bakıyorlar, mana veriyorlar.''
(Kastamonu Lahikası - 189 , Sikke-i Tasdik-i Gaybi-194)
'' ehl-i dünya ve ehl-i siyaset ve avamın nazarında birinci derece ve hakikat nazarında, imana nisbeten ancak onuncu derecede bulunan siyaset-i İslâmiye ve hayat-ı içtimaiye-i ümmete dair hizmeti, kâinatta en büyük mes'ele ve vazife ve hizmet olan hakaik-i imaniyenin çalışmasına racih gördüklerinden ...''
(Kastamonu-192)
"Size kâinatın en büyük mes'elesi olan iman hizmeti yeter"
(Kastamonu Lahikası-192)
''Âhirde iki vazife, gerçi hakikat noktasında birinci vazife derecesinde değiller. Fakat hilafet-i Muhammediye (A.S.M.) ve ittihad-ı İslâm avamda ve ehl-i siyasette hususan bu asrın efkârında o birinci vazifeden bin derece geniş görünüyor.''
(Şualar-441)
''Âhirdeki iki vazife, gerçi hakikat noktasında birinci vazife derecesinde değiller, fakat hilafet-i Muhammediye (A.S.M.) ve ittihad-ı İslâm ordularıyla zemin yüzünde saltanat-ı İslâmiyeyi sürmek cihetinde herkeste, hususan avamda, hususan ehl-i siyasette, hususan bu asrın efkârında o birinci vazifeden bin derece geniş görünüyor.''
(Emirdağ Lahikası-1-265)
''Hem madem bu zamanda her şeyin fevkinde hizmet-i imaniye en ehemmiyetli bir vazifedir; hem kemmiyet ise keyfiyete nisbeten ehemmiyeti azdır; hem muvakkat ve mütehavvil siyaset âlemleri ebedî, daimî, sabit hidemat-ı imaniyeye nisbeten ehemmiyetsizdir, mikyas olamaz, medar da olamaz. ''
(Kastamonu Lahikası-89)
''Şimdi hakikat-ı hal böyle olduğu halde, en birinci vazifesi ve en yüksek mesleği olan imanı kurtarmak ve imanı tahkikî bir surette umuma ders vermek, hattâ avamın da imanını tahkikî yapmak vazifesi ise;..''
(Emirdağ Lahikası-1-265)
''Ümmetin beklediği, âhirzamanda gelecek zâtın üç vazifesinden en mühimmi ve en büyüğü ve en kıymetdarı olan iman-ı tahkikîyi neşr ve ehl-i imanı dalaletten kurtarmak cihetiyle, o en ehemmiyetli vazifeyi...''
(Sikke-i Tasdik-i Gaybi-9)
Birinci vazife ile ikinci ve üçüncü vazifenin bir kişide veya bir cemaatte bulunmaması gereğine dair alıntılar şunlardır;
''Bu mes'elenin sırr-ı hikmeti budur ki: Âlem-i insaniyette ve İslâmiyette üç muazzam mes'ele olan iman ve şeriat ve hayattır. İçlerinde en muazzamı iman hakikatları olduğundan bu hakaik-i imaniye-i Kur'aniye başka cereyanlara, başka kuvvetlere tâbi' ve âlet edilmemek ve elmas gibi o Kur'an'ın hakikatları, dini dünyaya satan veya âlet eden adamların nazarında cam parçalarına indirmemek ve en kudsî ve en büyük vazife olan imanı kurtarmak hizmetini tam yerine getirmek için, Risale-i Nur'un has ve sadık talebeleri, gayet şiddet ve nefretle siyasetten kaçıyorlar.''
(Kastamonu Lahikası-145)
''o zât şimdi olsa da, üç mes'eleyi birden umum rûy-i zeminde vaziyetlerini değiştirmek nev'-i beşerdeki cari olan âdetullaha muvafık gelmediğinden, her halde en a'zam mes'eleyi esas yapıp, öteki mes'eleleri esas yapmayacak. Tâ ki iman hizmeti safvetini umumun nazarında bozmasın ve avamın çabuk iğfal olunabilen akıllarında, o hizmet başka maksadlara âlet olmadığı tahakkuk etsin.
Hem yirmi seneden beri tahribkârane eşedd-i zulüm altında o derece ahlâk bozulmuş ve metanet ve sadakat kaybolmuş ki, ondan belki de yirmiden birisine itimad edilmez. Bu acib hâlâta karşı, çok fevkalâde sebat ve metanet ve sadakat ve hamiyet-i İslâmiye lâzımdır; yoksa akîm kalır ve zarar verir. Demek en hâlis ve en selâmetli ve en mühim ve en muvaffakıyetli hizmet, Risale-i Nur şakirdlerinin daireleri içindeki kudsî hizmettir. ''
(Kastamonu Lahikası-90)
''kâinatta en büyük mes'ele ve vazife ve hizmet olan hakaik-i imaniyenin çalışmasına racih gördüklerinden; o tercümana karşı arkadaşlarının pek ziyade hüsn-ü zanları ehl-i siyasete, inkılabcı bir siyaset-i İslâmiye fikrini vermek cihetinde, Risale-i Nur'a karşı hayat-ı içtimaiye noktasında cephe almak ve fütuhatına mâni' olmak pek kuvvetli ihtimali vardı. Bunda hem hata, hem zarar büyüktür. Kader-i İlahî, bu yanlışı tashih etmek ve o ihtimali izale etmek ve öyle ümid besleyenlerin ümidlerini ta'dil etmek için, en ziyade öyle cihetlerde yardım ve iltihaka koşacak olan ülemadan ve sâdâttan ve meşayihten ve ahbabdan ve hemşehriden birisini muarız çıkardı; o ifratı ta'dil edip adalet etti. "Size kâinatın en büyük mes'elesi olan iman hizmeti yeter" diye bizi merhametkârane o hâdiseye mahkûm eyledi. ''
(Kastamonu Lahikası-192)
''Risale-i Nur şakirdlerinin vazifeleri iman olduğundan, hayat mes'eleleri onları çok alâkadar etmez ve merakla baktırmaz. İşte bu hakikata binaen, değil onüç ay, belki onüç sene
{(Haşiye): Hem tam yedi senedir aynı hal devam etti. Ne merak etti ve ne de sordu ve ne de bildi.}
dahi bakmasam hakkım var. Sizler baktınız. Günahlardan başka ne kazandınız? Ben bakmadım, ne kaybettim?''
Kastamonu Lahikası - 208
''Fakat Nur'un mesleğinde hiçbir cihette benlik, şahsiyet, şahsî makamları arzu etmek, şan ü şeref kazanmak olmaz. Nur'da ihlası bozmamak için uhrevî makamat dahi bana verilse, bırakmağa kendimi mecbur bilirim''
(Kastamonu Lahikası-208)
Risale-i Nur'dan yukarda yapılan alıntılar çerçevesinde mehdiyet meselesine hakikat noktasından mı, yoksa avam, ehl-i dünya, ehl-i siyaset, bu asrın efkâr-ı âmmesi ve hayatperest insanların nazarıyla mı bakılmalı?
Şüphesiz ki hakikat noktasından bakılmalı. Çünkü hakikat noktasında kimin bu makamda olduğu önemli. Eğer bir kişi hakikatta bu makamda değilse bütün dünya aksini söylese de o kişi o makama ulaşamaz. Fakat bir kişi hakikatta bu makamda ise bütün insanlar kabul etmese de onu makamından tenzil etmez. Zira bu makam, insanların birisine bahşedebileceği dünyevi bir makam değildir.
İman, şeriat, hayat dairelerindeki vazifelerin tahakkuku istikametinde alem-i islam çapında çalışan herkesin velev şuuru taallük etmese dahi katkısı nispetinde o manada manevi hissesi olacaktır. Çünkü, Cenab-ı Hak hiçbir iyiliği karşılıksız bırakmayacaktır.
Bununla birlikte, bu vazifeleri yapanların oluşturduğu bir şahs-ı manevi ve onun mümessili olacağı haber verilmektedir. Her üç vazifenin bir şahıs veya bir cemaat tarafından birden yapılması ve mükemmel olması ve birbirini cerh etmemesinin kabil olmayacağı ifade edilmektedir. O halde bu üç vazife bir kişide veya bir cemaatte birleşmeyecektir.
Üstad Bediüzzaman Risale-i Nur’un, birinci ve en ehemmiyetli vazife olan hizmet-i imaniyeyi tam yaptığını ifade ediyor. Ahir zamanda geleceği haber verilen zata olan işaretlerin bu kudsi vazife itibariyle olduğunu belirtiyor. Bediüzzaman Hazretleri, şahsı itibariyle böyle manevi makamata karşı müstağni bir tutum sergilerken Risale-i Nur hesabına müstağni davranmayıp tahdis-i nimet olarak bu tür makamların Risale-i Nur’a ait olduğunu ifade eder. Çünkü, üzüm salkımının hasiyetlerinin kuru çubuğunda aranılmaması gerektiğini, kendisinin de öyle bir kuru çubuk hükmünde olduğunu, Risale-i Nur’un kendi fikri ve eseri olmadığını söyler.
Öte yandan, bir şahsa mehdilik makamı atfedildiğinde dünyaperest insanların nazarında ikinci ve üçüncü vazifenin hatıra geldiği, bu vazifelerin ise siyaseti çağrıştırması sebebiyle hizmet-i imaniye ile bir arada olmaması gerektiği, çünkü iman hizmetinin dünyada hiçbir şeye alet olamayacağı ifade edilmektedir. Değil dünyevi, hatta uhrevi makâmât dahi verilse, mesleğimiz itibariyle kabul etmemek gerekiyor demektedir. İmana muhtaç insanlar nazarında elmas gibi hakikatlerin adi şişeler derekesine düşürülmemesi için siyaseti çağrıştıran vazifelerden uzak durulması gereği vurgulanmıştır. Yüz elin de olsa ancak nura kafi geleceği, bir elde nur, bir elde siyaset topuzu olmaması gerektiği, böyle olduğu takdirde imana muhtaç olan insanlar nazarında acaba, bizi nur ile celb edip topuz ile vuracak mı diye bir endişe uyanacağı, dolayısıyla iman hakikatlerinden mahrum kalınmasına sebebiyet verileceği anlatılmaktadır.
İman hizmeti ile siyasete temas eden şeriat ve hayat vazifesi bir arada bulunmaması gerektiğine göre, ikinci ve üçüncü vazife olan şeriat ve hayat dairesindeki vazifeyi kim yapacak?
Yukarda tarif edildiği üzere, ikinci vazife olan şeriat; çok zamandır tezelzüle uğrayan şeair-i islamiyeyi ihya ve şeriatın ahkâmını tatbik olduğuna göre, sadece sosyal hayatta bireylerin ferdî yaşantısı ve çabası bu ahkâmın icrası için yeterli olmayıp kanun hükümlerine ihtiyaç olacaktır. Kanun vaz'etme yetkisi ise, Meclise ve dolayısıyla siyasilere aittir. O halde bu vazifenin kurumsal anlamda siyasetçilere terettüp ettiğini söyleyebiliriz.
Üçüncüsü olan hayat vazifesi ise; hilâfet-i Muhammediye ünvanı ile ittihâd-ı islâmı tesis olarak tanımlanmıştır. Bu vazife de devlet gücünü gerektirdiğinden yine siyasîlere düşmektedir.
Bu iki vazifenin çendan, hakikat noktasında birinci vazife derecesinde olmadığı, hatta birinci vazifeye nisbeten üçüncü dördüncü, hatta onuncu derecede olduğu, fakat ehl-i dünya, ehl-i siyaset ve avam nazarında birinci derecede olduğu hatta hayat-ı ictimaiyeye baktığı cihetle yüz derece parlak göründüğü belirtilmiştir.
Siyaset dairesindekilere terettüp ettiği sonucuna vardığımız şeriat ve hayat dairesindeki vazifelerle, birinci vazifeyi yapanlar arasında hiç ilişki olmayacak mı? Şüphesiz ki olacaktır ama nasıl? Öncelikle, şeriat ve hayat vazifesi iman hizmeti ile hazırlanan zemin ve insan kaynağı üzerine bina edilecektir. İkinci olarak, Risale-i Nur, hayat-ı içtimaiyeye ait düsturları ile yol gösterici olacaktır. Tabiri caiz ise, binayı yapacak ustaların elindeki proje olacaktır. Burada şu hususa da dikkat etmek gerekir ki, Risale-i Nur bu mana ile ikinci ve üçüncü vazifeyi yapacak olanlara alet değil, istinad noktası olacaktır. Nitekim, Üstad Bediüzzaman, Risale-i Nur’un dünyada her cereyanın fevkinde bulunduğunu ve umumun malı olması cihetiyle bir tarafa tabi ve dahil olmayacağını, belki mütecaviz dinsizlere karşı haklı tarafa yardımcı, dost ve ihtiyat kuvveti hükmünde onlara bir nokta-i istinad olacağını, fakat bunun siyaset hesabına değil; belki Nurların intişarı ve maslahatı hesabına olacağını, bazı kardeşlerin Nurlar namına değil, belki kendi şahısları namına siyasete girebileceklerini ifade etmiştir.
Birinci ve en ehemmiyetli vazife olan hizmet-i imaniyeyi tam yapan Risale-i Nur’un ikinci ve üçüncü vazifeyi ifa edecek siyaset dairesi ile alakasının bu çerçevede olacağı anlaşılmaktadır. Demek ki şeriat ve hayat dairesindeki vazifeyi Risale-i Nur, çağdaş bir tabirle ‘’kurumsal’’ olarak yapmayacaktır.
Hizmet-i imaniye vazifesini yaptığını söyleyen cemeat veya gruplardan, şeriat ve hayat dairesindeki vazifelere kurumsal olarak talip olanlar, Risale-i Nur ve dolayısıyla Üstad Bediüzzamanın hizmet prensipleri ile çelişmiş olurlar. Hele de şeriat ve hayat dairesindeki vazifeleri yapma iddiası ile siyasilerle bürokratik ve yargısal kadroları vasıtasıyla kavgaya girenlerin sıkıştıklarında Risale-i Nur'u referans aldıklarını iddia etmeleri, Risale-i nur'u kendilerine siper ve alet etmektir. Daha da ötesinde Risale-i Nur'u 'kullanmaktır'.
Hizmetlerin ücretleri öncelikle uhrevidir. Hele de kudsi iman hizmeti, dünyevi hiçbir şeye alet olamayacağından tamamen uhrevidir. Yani iman hizmetini yapanlar dünyevi bir şeye veya makama talip olmayacaklardır. Dünyevi faide beklenilmeyecektir. Cenab-ı Hak hadsiz uhrevi netice ihsan ettiği gibi, dünyevi neticeler de lütfedebilir. Fakat bu beklenilmez, kalben dahi muntazır kalmak iman hizmetinin kudsiyetini bozar.
Diğer iki vazife dünyevi makamları iktiza ettiğinden ve dünyevi makamlar ise sınırlı olduğundan nizaya, münakaşa ve kavgaya sebep olmaktadır. Beşeriyetin bu gün geldiği seviye itibariyle dünyevi makamlar ve devlet idaresi demokrasinin yerleşmesiyle kurallara bağlanmıştır. Eskiden olduğu gibi şahıs ve kuvvet değil, kurallar hakimdir. Demokrasi kuralları içinde hangi makama kimlerin nasıl geleceği belirlenmiştir. Seçimlerle tecelli eden millet iradesi belirleyicidir. Bunun dışında şahıs veya grup hakimiyeti kabul edilemez. Kaldı ki, icma-ı ümmet ve rey-i cumhur dinimizde bir hüccettir. İcma-ı ümmetin siyasetteki tezahürü, seçimde tecelli eden millet iradesidir. Bu gün için artık peygamber gelmeyeceğine göre, seçim dışında devleti kimin idare edeceğini belirleyecek ve insanların üzerinde ittifak edecekleri bir usul mevcut değildir.
Seçimle gelen kişilerin şeriat ve hayat dairesindeki vazifeyi yapıp yapmadığı icraatları ile anlaşılacaktır.Geçmiş dönemlerde rahmetli Adnan Menderes'ten günümüze kadar milletin teveccühü ile iktidara gelen bazı siyasiler geniş dairedeki bazı hizmetleri kısmen de olsa yapmışlardır. Bundan sonra ise, 2010 Anayasa değişikliği sayesinde Türkiyenin vesayetten kurtulması ile bir takım önemli adımlar atılmakla birlikte, daha büyük ve daha hızlı adımların atılacağı umulmaktadır.
Millet tarafından seçilmediği halde, ikinci ve üçüncü vazifeye talip olmak adına devlet idare etmeye kalkışmak veya millet iradesi üzerinde vesayet oluşturmaya teşebbüs etmek icma-ı ümmete tabi olmamaktır. Dahili kargaşaya sebep olmaktır.
Fertler veya topluluklar (sivil toplum örgütleri, gönüllüler) devleti idare edenlerden her konuda talepte bulunabilecekleri gibi her konuda ikaz ve eleştiride de bulunabilirler. Bu onların en tabii hakları olduğu gibi demokrasinin de gereğidir. Ancak bu kişi ve gruplar, seçilmeden Devlet idare etmeye kalkışırlarsa veya yöneticilerden 'Devleti' isterlerse bu kabul edilemez.
Şeriat ve hayat dairesindeki vazifeleri yapma konusunda kendisinde misyon görenler, sosyal alandaki faaliyetlerle yetinmek istemiyorlarsa siyasi parti kurup seçimlere girmelidirler. Bu tarz dünyevi görevler ancak, milli iradenin tensibi ile olabilir. Aksi takdirde, millet tarafından seçilmediği halde, bu iki vazife itibariyle kendini görevli addedip merci kabul etmek İrandaki Ayetullahlar gibi bir pozisyon edinip Devleti yönetenleri yönetme gibi bir vesayet makamı istemek sonucunu doğurur ki, böyle bir makam demokrasilerde kabul edilemez.
Seçimle gelip devleti idare eden siyasilerin, millet tarafından beğenilmediğinde bir sonraki seçimde değiştirilme ihtimali ve imkanı varken, millet tarafından seçilmediği halde kendisinde manevi misyon vehmederek, çeşitli yollarla vesayet makamı haline geleceklerin ise, millet tarafından beğenilmediğinde değiştirilebilme imkanı olmayacaktır. Milletimizin yeniden 90 yıl daha vesayete tahammülü yoktur.