Haber ve Fotoğraflar: Safa Kerem Artan
Risale-i Nur Enstitüsü Şanlıurfa Şubesi tarafından 'Risale-i Nur'da temel hukuk ilkeleri' konulu bir seminer düzenlendi. Hukukçu Lokman Altın tarafından sunulan seminer, Risale-i Nur Enstitüsü seminer salonunda gerçekleştirildi.
İşte Lokman Altın'ın sunduğu seminerden notlar:
Bediüzzamanın, eserlerinde, anayasa hukuku, ceza hukuku, idare hukuku, usul hukuku ve temel hukukta esas kabul edilen temel ilkeler üzerinde durduğu görülmektedir. Bediüzzaman, temel hukuk ilkelerini Kur’an temelinde ele almıştır. Bu ilkelerin bir kısmının çerçevesi modern hukuk ilkeleri ile örtüşmektedir. Ancak bazı noktalarda söz konusu ilkeler için daha ileri sınırlar çizilmektedir. Modern hukuk, bugün itibariyle, hak ve adalet noktasında Bediüzzamanın çizdiği çerçevenin gerisindedir.
Adalet:
Bu ilkelerin en başında adalet gelmektedir. Hukukun temel amacı hiç şüphesiz adaleti gerçekleştirmektir. Adalet herkese hakkını vermektir. Diğer bir tabirle haklıya hakkını vermek, mağduriyetini gidermek, haksıza da cezasını vermektir. Bu yönüyle de adalet devlet yönetiminin esasını teşkil eder.
Bediüzzaman gerçek, hakiki adaleti savunmaktadır. Hakkın büyüğü küçüğü olmaz. En küçük bir hak en büyük bir hak kadar değerlidir. Küçük hak büyük hakka feda edilemez. Bu nedenle birey hakları devlet güvenliği için feda edilemez. Bediüzzamanın hakiki adalet için verdiği en çarpıcı örnek şudur: Bir gemide dokuz masum bir cani bulunsa o gemi batırılamaz. Bir gemide dokuz cani bir masum bulunsa, o gemi, hakiki adalet gereğince yine batırılamaz.
Hakiki adalet mümkün olmadığı takdirde nisbi adalete (ehven-i şere) başvurulabileceğini ancak bu takdirde (1) hakiki adaletin mümkün olmaması ve (2) mevcut şartlarda en az zararlı olanın tercih edilmesi gerektiğini aksi takdirde ortaya adalet değil zulmün çıkacağını belirtmektedir. Günümüzde devletlerin ve bireylerin güvenlik ve savunma gerekçesiyle yaptığı eylemlerin çoğunun hakiki adalet ilkesine aykırı olduğu bu eylemlerden masum insanların zarar gördüğü söylenebilir.
Eşitlik:
Bediüzzaman, Münazarat isimli eserinde bir soruya verdiği cevapta eşitlikten ne anlaşılması gerektiğini açıklamaktadır:
“Sual : "Gayr-i müslimlerle nasıl müsavi olacağız?" Cevap : Müsavat ise, fazîlet ve şerefte değildir, hukuktadır. Hukukta ise, şah ve geda birdir. Acaba bir şeriat, "Karıncaya bilerek ayak basmayınız"dese, tazibinden menetse, nasıl benî adem'in hukûkunu ihmal eder? Kella! Biz imtisal etmedik. Evet, İmam-ı Ali'-nin (r.a.) adi bir Yahudî ile muhakemesi ve medar-ı fahriniz olan Salahaddin-i Eyyûbî'nin miskin bir Hıristiyan ile mürafaası, sizin şu yanlışınızı tashih eder zannederim.”
Farklı din ve inanç sahiplerinin yaşadığı bir toplumda bir müslümanın hukuk ve kanun önünde ayrıcalığa sahip olmadığı, bu noktada onlarla eşit statüde olduğu açık bir şekilde vurgulanmaktadır.
Hukukta eşitlik ilkesinin diğer bir boyutu da kanunların herkese uygulanmasıdır. Yani kanunların zengin fakir, güçlü zayıf, yönetici memur, asker sivil, dindar dinsiz, işçi patron vs. farkı gözetilmeksizin aynı şekilde tatbik edilmesidir. “Kanun tatbik edenler, evvelâ kendilerine tatbik ettikten sonra başkasına tatbik edebilirler. Siz kendinize tatbik etmediğiniz bir düsturu başkasına tatbik etmekle, herkesten evvel siz düsturunuzu, kanununuzu kırıyorsunuz ve karşı geliyorsunuz.”
Bediüzzamanın “müsavatsız adalet adalet değildir” sözü adalet ile eşitlik arasında çok güçlü bir ilişki bulunduğunu eşitlik olmadan adaletin tahakkuk etmeyeceğini ortaya koymaktadır. Çünkü kanunlar sadece bir kısım insanlar hakkında hakkıyla uygulansa bir kısım kakkında uygulanmazsa, bu, adaletin gerçekleştiği anlamına gelmez. Kanunlar herkese aynı şekilde uygulandığı zaman adalet gerçekleşmiş olur. “Müsavatı ihlâl ve yalnız bazıları tahsis ve haklarında kanunu tamamıyla tatbik etmek, zahiren adalet iken, bir cihette acaba müsavatsızlıkla zulüm ve garaz olmaz mı?”
Demokrasi / Meşrutiyet
Bediüzzaman, Osmanlı Devletinin son zamanlarında uygulamaya geçirilmek istenen meşrutiyet rejimini savunmuştur. Birçok düşünürün o dönem dine aykırı bularak karşı çıktığı meşrutiyet prensibine o din namına sahip çıkmıştır.
Bediüzzaman meşrutiyetin ana umdeleri olarak şu hususlar üzerinde durmuştur:
• Hakimiyet-i millet
• Fikir hürriyeti
• Kuvvet Kanundadır
• Hak, akıl, marifet, efkar-ı amme (kamuoyu)
Bediüzzamanın yüklediği anlam itibariyle meşrutiyetin bugünkü karşılığı demokrasidir.
Demokrasi, anayasa hukukunun önemli bir konusunu oluşturmaktadır. Ancak günümüzde bu ilke sadece bir hukuk ilkesi olmaktan çıkmış birçok alanda tatbiki benimsenen bir prensip haline gelmiştir. Demokratik yönetim, demokratik eğitim, parti içi demokrasi, aile içi demokrasi vs. sık sık kullanılan kavramlar haline gelmiştir.
Bediüzzamanın eserlerinde, meşrutiyet ya da demokrasi, çok geniş anlamda, bir hayat felsefesi olarak kullanılmıştır. Özellikle siyasette, yönetimde ve ilimde demokratikleşmenin öneminden bahsetmektedir. Örneğin Mutezile, Cebriye, Mürcie ve Mücesseme gibi dalalet fırkalarının ortaya çıkmasını ilmi istibdada bağlamaktadır.
Egemenlik / Hakimiyet
Hakimiyet diğer bir tabirle egemenlik anayasa hukukunun önemli bir konusudur. Demokratik rejimlerde hakimiyet herhangi bir kişiye, zümreye, aileye değil millete aittir.
Münazarat isimli eserinde “meşrutiyet hakimiyet-i millettir” ifadelerine yer vermiştir.
Bediüzzamana göre hakimiyet milletindir. Bu hakimiyeti, millet, temsilcileri vasıtasıyla kullanır.
Ulülemre (Yöneticiye) İtaat
Ulülemre (yönetici) itaat farzdır ilkesi idare hukukunun temel ilkelerindendir. Bu ilkenin kaynağı Kuran-ı Kerimin “Ey îman edenler! Allah’a itaat edin; Peygambere ve sizden olan idârecilere de itaat edin” ayetidir. Yönetici veya amirlerin emirlerini uygulamak devlet çarkının işlemesi bir zorunluluktur. Aksi takdirde yönetim denilen mekanizma ortadan kalkacağı gibi var olan düzen yerini kargaşaya bırakır günlük hayat yaşanmaz hale gelir.
Bu nedenledir ki Bediüzzaman yaşadığı dönemde vuku bulan Osmanlı askerlerinin komutanlarına isyanlarını, onların emirlerine karşı çıkmalarını uygun bulmamış bu hareketlerinin İslamın “ulülemre itaat farzdır” kuralına aykırı olduğunu, topluma zarar vererek birçok insanın hukukuna tecavüz olduğunu ifade etmiştir.
Bediüzzamanın bu konudaki temel yaklaşımı; hatalı yönetici ile hatalı emri birbirinden ayırmasıdır. Yöneticinin şahsi hataları olsa bile onun meşru, hukuka uygun emrini yerine getirmek zorunludur diğer bir tabirle farzdır.
Kuvvet Haktadır (Hukukun Üstünlüğü)
“Kuvvet haktadır” prensibi hukukun üstünlüğü ilkesinin veciz bir ifadesidir. “Elhakku yalu vela yula aleyh” hadis-i şerifi de aynı gerçeği ifade etmektedir. Bunun tersi “Hak kuvvettedir”, yanı kim kuvvetli ise o haklıdır.
“Ammâ hikmet-i felsefe ise, hayat-ı içtimâiyede nokta-i istinâdı "kuvvet" kabul eder. Çünkü, felsefenin esâsında, kuvvet müstahsendir; hattâ, "Elhükmü lilgàlip," bir düsturudur. "Galebe edende bir kuvvet var"; "Kuvvette hak vardır" der. Zulmü mânen alkışlamış, zâlimleri teşcî etmiştir ve cebbârları ulûhiyet dâvâsına sevk etmiştir.. Ammâ hikmet-i Kur’âniye ise, nokta-i istinâdı, kuvvete bedel "hakkı" kabul eder. Düstur-u nübüvvet, "Kuvvet haktadır; hak kuvvette değildir" der, zulmü keser, adâleti temin eder.” Günümüzde süper güçlerin yaptığı her türlü zulüm ve katliamların hukukun gereği olarak görülmesi buna karşılık özgürlük ve hak mücadelesi veren toplum veya kesimlerin yaptığı faaliyetlerin terörizm olarak değerlendirilmesi bunun en çarpıcı örneğidir. İsrail ve Filistin arasındaki mücadele bunun somut bir örneğidir.
Bir ülkenin anayasasında bu ilkeye yer verilmiş olması o ülkede hukukun üstün olduğu anlamına gelmez. Bireysel olarak da bir kişinin bu ilkeyi savunması o kişinin hukuk üstünlüğüne inandığı anlamına gelmez. Bu ilkenin var olup olmadığı tatbikatta ve somut olaylarda kendisini gösterir. Hakka taraftar olmak, haklının yanında yer almakla hukukun üstünlüğü ilkesi gerçekleşmiş olur.
Birisinin hatasıyla başkası mesul olamaz
"Birisinin hatasıyla başkası mesul olamaz." mealindeki ayet Kuran-ı Kerimin En’âm (164. ayet), İsrâ (15. ayet), Fâtır (18. ayet) ve Zümer (7. ayet) surelerinde bu ayet tekrarlanmıştır. Bediüzzamanın da üzerinde en çok durduğu kurallardan birisi budur. Toplumda yaşanan çok yaygın olumsuz örnekler bu kuralın ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Birisinin işlediği suç ya da hata yüzünden o suçla veya hatayla hiç alakası olmayan akrabasına yakınına zarar verilebilmektedir. Irkçılık saikasıyla yapılan eylemler ve kan davalarında sergilenen davranışlar bunların çarpıcı örnekleridir.
“Kur’ân’ın bir (1) kanun-u esasîsi (2) muhabbet ve uhuvvet-i hakikiyeyi temin eden ve (3) bu millet-i İslâmiyeyi ve memleketi büyük tehlikeden kurtaran bu kanun-u esasî ki, "Birisinin hatasıyla başkası mesul olamaz." Kardeşi de olsa, aşireti ve taifesi de olsa, partisi de olsa, o cinayete şerik sayılmaz. Olsa olsa, o cinayete bir nevi tarafgirlikle yalnız mânevî günahkâr olup âhirette mesul olur; dünyada değil. Eğer bu kanun-u esasî çabuk düstur-u esasî yapılmazsa, hayat-ı içtimaiye-i beşeriye iki Harb-i Umumînin gösterdiği tahribatın emsaliyle, esfel-i sâfilîn olan o vahşî irticaa düşecek.”