Karakalem'den Abdullah Taha Orhan ve Kübra Zümrüt Orhan'ın sorularını cevaplayan Ulusoy'un ilgili sözleri şöyle:
Risale-i Nûr’daki Kur’ânî hakikatler ile psikiyatri arasında bağ kurma niyeti taşıyorum
İnsanın ve âlemin hakikatine dair fikirlerinizi Bediüzzaman’dan beslenerek oluşturduğunuzu söylüyorsunuz. Bediüzzaman’ın da aslında tasavvufun kavramlarından, özellikle de İbnü’l-Arabî’nin (ö. 1240) kavramlarından ya da bakış açısından etkilendiğini görüyoruz. İbnü’l-Arabî, Bediüzzaman ve Mustafa Ulusoy arasında bir köprü kurabilir miyiz? İnsana, âleme, Yaratıcı’ya dair tasavvufî hakikatleri, psikiyatri biliminin imkânlarından da istifadeyle yeni bir dille günümüz insanına aktardığınızı söyleyebilir miyiz?
İbnü’l-Arabî konusunda kendimi cahil addederim. Hayata, ölüme, varoluşa bakış açısına dair kısıtlı bir malumatım var. Benim yapmaya çalıştığım şu: İnsanın varoluşsal sorunları özel çalışma alanım. Psikiyatrik birçok durumun temel varoluşsal sorunlar olan ölüm, ölümlülük, değerli olma isteği, anlam, varoluşsal yalnızlık ile bağlantılı olduğunu söyleyebilirim. Bu sorunları iman dairesinde çözümlemek mümkün ve bunları imanî çerçevede çözümlemek isteyen hatırı sayılır sayıda insan var. İnsanın varoluşsal sorunlarının çözümü Kur’ân’da. Bu asırda bu çözümleri bizim gibi seküler eğitimden geçmiş asrın insanlarına kısa ama derin bir yol açarak anlatan Risale-i Nûr’dur. Risale-i Nûr’daki varoluşsal çözüme yönelik imanî ve Kur’ânî hakikatlerin psikiyatrik karşılıklarına temas ederek psikiyatri ile bir bağ kurma niyeti taşıyorum. Kitaplarımı yazarken hep böyle bir niyetle yazmaya çalışıyorum.
Bediüzzaman elem ve kedere şifa bulduğu ayetler
İnsanlığın ve âlemin gidişatını nasıl görüyorsunuz? Karamsarlığa düşmemek için neler tavsiye edersiniz?
Bu asır Bediüzzaman’ın ifadesiyle “dehşetli asır”dır. Zor bir zamanın insanlarıyız. İmanı elde etmenin ve muhafaza etmenin son derece müşkil olduğu bir asırdayız. Ama Rabbimiz sonsuz rahmet sahibi olduğundan bu dehşetli asırda bize yardımını esirgememiş. Başta elimizde Kur’ân var. Efendimiz aleyhissalatuvesselamın yol göstericiliği var. Zihni seküler eğitimle şekillenmiş, Arapça bilmeyen, kelâm ilmi nedir bilmeyen, tasavvuf nedir bilmeyen, medresede okutulan ilimlerin hiçbirine vâkıf olmayan bizleri, en kısa yoldan Kur’ân’daki hakikatlere ulaştıracak, nefsimizi terbiyeye, kalb ve ruhumuzun yaralarını tedaviye vesile Risale-i Nûr bahşetmiş. Elimizde sonsuz hakikatlere, sonsuz şifaya sahip Kur’ân olduğunu unutmamanın, karamsarlığa düşmemek için en çıkar yol olduğunu zannediyorum.
Bir başka nokta, başkalarının dalaleti, küfrü ile meşgul olmadan kendi imanımızı inkişaf ettirmek, elimizden geldiğince başkalarına aktarmak için çaba göstermek de karamsarlığa düşmemek için elzem. Kötülükle ve kötülerle zihinsel meşguliyet insanda gerçekten bıkkınlık uyandırıyor.
Karamsarlığa düşmemenin önemli bir yolu da ahireti sürekli göz önünde bulundurarak hayatta olan bitene bakmak. Mesela Bediüzzaman’ın Birinci Dünya Savaşı’nda on binlerce insanımız öldü ve savaştan yenik çıktık diyenlere verdiği cevap bana hep iç açıcı gelmiştir. On binlerce insanı ölüp gitmiş telef olmuş insan olarak değil ahiret nokta-i nazarından bakılınca on binlerce evliya makamına ulaşmış insan olarak görür.
Yine Bediüzzaman zulme uğramanın, hastalıkla boğuşarak dünya yüzü görmeden ölmenin hep ahiretteki meyvelerini nazara verir. Umutsuzluktan kurtulmanın önemli bir başka yolu dünyevi musibetlerin uhrevi meyvelerini hatırda tutmaktır. Bir diğer nokta şerlerin içindeki hayırları görebilmektir. Zulümâtın içindeki nuru görebilmek müminin vazifesidir. Şer, tebeîdir. Kainatta şer tebeîdir, esas değildir. Bu da umutsuzluğa düşmemek konusunda elzem bir meseledir.
‘Gelecek şöyle güzel, böyle güzel olacak’ bakış açısını benimseyemiyorum. Şimdinin içindeki hayrı, güzelliği, iyiliği görmeyi önemli buluyorum. Bunu görebilmek için Kur’ân’daki hakikatler bize yol gösterecektir. Mesela bunun güzel bir örneğini On Üçüncü Ricâ’da, Bediüzzaman’ın Birinci Dünya Savaşı sonrası yanmış yıkılmış Van’a gelince kapıldığı elem ve kederden Hadid Suresi birinci ve ikinci ayetleriyle şifa buluşunda görüyoruz:
“Göklerde ve yeryüzünde olanların tümü Allah’ı tesbih eder. O’nun kudreti her şeye galiptir ve hikmeti her şeyi kuşatır. Göklerin ve yerin mülkü O’na aittir. Hayatı da ölümü de O verir. O’nun kudreti her şeye yeter.” (Hadîd, 57/1-2)
İşte bu ayete istinaden yanmış yıkılmış Van’dan nazarını meyvedar ağaçlara çevirir ve ağaçların başlarındaki meyveleri tebessüm eder bir tarzda ona bakıp şöyle diyordur: “Bize de dikkat et, yalnız harâbezâra bakıp durma.”
Şu yazdıkları bana enfes bir çıkış yolu gibi gelir karamsarlığa düşmemek için:
“Van sahrâsının sayfasında misafir olan insanların eliyle yazılan ve şehir suretini alan sun’î bir mektubun, Rus istilâsı denilen dehşetli bir sel belâsına düşüp silinmesi neden seni bu kadar müteessir ediyor? Asıl Mâlik-i Hakikî ve her şeyin Sahibi ve Rabbi olan Nakkâş-ı Ezelî’ye bak ki, bu Van sayfasında, mektûbâtı kemâl-i şâşaa ile, eski zamanda gördüğün vaziyeti yine devam edip yazılıyorlar. O yerler boş, harap, hâlî kalmış diye ağlamaların, Mâlik-i Hakikî’sinden gaflet ve insanları misafir tasavvur etmemekten ve mâlik tevehhüm etmek yanlışından ileri geliyor.”
Bu âlem geçici. İman ehli bu dünyada kazansa da kaybetse de her daim kazançlıdır. Bizim varoluşumuzun gayesi bu dünyayı kazanmak değildir, mümin bu dünyada ahireti kazanmayı hedefleyendir. Gerçek muvaffakiyet budur.
Röportajın tamamı için tıklayınız