“Edebî eserlerin vaz geçilmez özelliklerinden birisi de üslûplarıdır. Üslûp, yazarın eserine vurduğu gizli damgadır. Yazarın kişiliği, kültürel varlığı, hayatı algılayış ve yorumlayışı üslûbuyla eserine yansır. Yani, herkes kendi ateşini taşır cehennemine. Yahut cennetteki köşkünü kendisi inşâ eder. Yazı da biraz öyledir. Üslûp, iyi bir yazının bel kemiğidir. Belki yazarını, metinler deryasında, taşıdığı gizli damga ile belirli kılacak tek unsurdur üslûp.
Hal böyle olunca, ben yazarın üslûbunu önemserim. “Le style I’lomme me’me” diyor, Buffon... Ziya Paşa, özdeyişleri ve atasözlerini şiirleştirmekteki eşsiz başarısını konuşturarak şöyle çevirmiş bu sözü: “Üslûb-u beyan, aynıyla insan..” dır. “Beyan, insan” sözlerini kafiyeleyerek üstelik.
…Bir metinde yapılacak “yalınlaştırma” yazarın üslûbuna müdahale anlamına gelir mi? Bu sorunun cevabı: “Evet, hem de üslûbun katline sebep bir müdahaledir” olacaktır. Neden? Çünkü, birazcık olsun edebî metin tahliliyle uğraşmış olanlar bilirler ki; her metin kendi içinde bir düzen, bir bütünlük taşır. Her yazarın dildeki kelimeleri tercihi, kelimelerin dizilişi, cümlelerin birbirine bağlanışı ve paragraflar arası anlam bağlantıları kendine özgüdür. Hele yazarın kullandığı kelime kadrosu, metine yüklenmek istenen anlam zenginliği bakımından son derece önemlidir. Yazarın kullandığı bir kelimeyi değiştirmek, hem metnin anlamında daralmaya sebep olacak, hem de metindeki ses ritmini bozacaktır.” (http://yayim.meb.gov.tr/dergiler/sayi42-43/ozudogru.htm)
Yukarıdaki bağlamından kopartılarak yapılan alıntı aslında bu yazının hangi minvalde ilerleyeceğine dair bir ipucu veriyor sanırım.
Risalelerin sadeleştirilmesi üzerine bir yazı yazmak, ne teknik anlamda ne de risalelerin hukukunu müdafaa anlamında üzerime vazife değil elbette. Hem sadeleştirme girişiminde bulunan ehl-i hamiyet hem de bu sadeleştirme girişiminin problemlerine dikkat çeken ehl-i ilim kimseler ilmin ve tartışma usul ve üslubunun ilkelerine riayet ederek benim gibi bu konuda makul bir açıklama bekleyen kulaklı tabakasını aydınlatacaklardır, zaten. Onun için bu yazının baştan bir iddia taşımadığını belirtme gereği duyuyorum.
Ben Risalelerdeki birkaç ifadeyi nazar-ı dikkate sunarak sadeleştirme girişiminin o minvalden değerlendirilmesine atıfta bulunmak niyetindeyim.
Bu ifadelerden ilki Muhakemat adlı eserden… Unsur’ul- Hakikat’in sonunda yer alıyor:
“… mesailin elbiselerinin perişaniyeti seni temaşasından müteneffir etmesin. Zira iğlak eden manasındaki dikkat ve kıymettir. Ve perişan eden ve ziynet-i zahiriyeden müstağni eden, manasındaki cemal-i zatiyesidir. Evet, nazlanan ve istiğna gösteren nazeninlerin mehirleri dikkattir…Hem de şahsın üslûb-u beyanı, şahsın timsal-i şahsiyetidir…”
Özellikle de “şahsın üslûb-u beyanı, şahsın timsal-i şahsiyetidir” ifadesi benim açımdan çok önem arz ediyor. Zira Emirdağ Lahikasındaki bir mektubunda Bediüzzaman, risaleleri okumanın kendisiyle görüşmekten on defa daha kârlı olduğunu üstüne basa basa ifade eder. Zira risalelere kim baksa Kur’an dellalı olan Said’i bulabilir ve onunla görüşebilir.
Ziya Paşa’nın Buffon’un ifadesinden yola çıkarak veciz bir şekilde dile getirdiği ve Üstad Bediüzzaman’ın kendisine has üslubuyla dillendirdiği “bir şahsın üslubu onun şahsiyetinin timsali olması” hakikatinden yola çıkıldığında şu soru beliriyor aklımda:
“Risalelerin orijinal metinlerinde Bediüzzaman’ın şahsiyetiyle muhatap oluyorum. Peki sadeleştirilmiş ve sadeleştirenin edebi ve ilmi zevkine göre şekillendirilmiş Risale metinlerinde kimle muhatap oluyorum?”
***
Sadeleştirme girişiminde bulunulurken dikkat edilmesi gereken ikinci ifade de Mesnevi-i Nuriye’den… Bakın ne diyor Bediüzzaman:
“… takip ettiğim yol akılla kalp arasında yeni açılan berzahi bir yoldu. Akıldan kalbe, kalbden akla inip çıkmaktan bizar olmuştum. Bunun için, bir nur bulduğum zaman, hemen üstüne bir kelime bırakıyordum. Fakat, o nurların üstüne bıraktığım kelime taşları, delalet için değildi. Ancak kaybolmamak için birer nişan ve birer alamet olarak bırakırdım…”
“O kelime taşları delalet için değildi” ifadesine dikkat lütfen! Delaleti en basit şekliyle, sözle mana arasındaki münasebet yahut bir söz söylendiğinde zihinde canlandırdığı şey olarak tarif edebiliriz. Peki Bediüzzaman’ın kelime taşları olarak ifade ettiği ve delalet payesi bile vermediği kelimeler neler?
Yüzyıllarca İslam kültür ve medeniyetinde harmanlanmış ve bazıları sayfalarca açıklanabilecek derinliğe sahip kelime ve kavramlar…
Yani, Kur’an’ın öyle nurları ve hakikatleri var ki böylesine derinlikli kelimeler delalet payesi bile alamıyor!
Şimdi sadeleştirilme girişiminde, sadeleştirilen eserlerin orijinal metinlerindeki kelime ve kavramlarla, karşılığı bulunduğu iddia edilen dilin kelimelerini bir karşılaştırın!
Tabi bu kadarla bitmiyor. Osmanlıca bir terkip ve sıradan bir kelimenin ruhta çağrıştırdığı ve hissiyata verdiği ulviyetle, günümüz kelimelerinin -aynı anlama gelse de- zihinde canlandırdığı ve yaptığı tesiri de göz ardı etmek mümkün mü?
***
Ve son olarak, bir eserde tasarruf hakkı en önce o esrin müellifine düşmez mi? Üstad Bediüzzaman, Muhakemat gibi her cümlesi vecize değerinde yoğun ilmi terkiplerin yer aldığı bir eserin yazarı… Ama gelin görün ki Risalelerin merkezinde bulunan bir esere “Sözler” ismi verecek kadar yalınlığı tercih edebiliyor! Yahut onca kelime varken “duygu” kelimesini eserlerinde kullanıyor.
Şunu söylemeye çalışıyorum, Bediüzzaman neyin ne olduğunun farkında bir adam. Hissiyatla duyguyu, mevtle ölümü, sırr-ı azimle azim sırrı aynı eserde kullanabiliyorsa… Ama bu bilince sahipken eserlerinde tek kelimeye müdahale edilmesine razı olmuyorsa bir bildiği vardır herhalde değil mi?
Hem toplumsal bilincin yavaş yavaş kendi medeniyetine ve o medeniyetin unsurlarına teveccüh ettiği bir süreci yaşamıyor muyuz? Millet hat kurslarına, Osmanlıca kurslarına akın ediyor! Tam böyle bir fırsat aralığında, Sezai Karakoç’un ifadesiyle diliyle, işlediği konularla vs. “İslam Kültür Ansiklopedisi” hüviyetinde olan bir eserin orijinal dilinde anlaşılmasına vesile olacak çalışma yapmak yerine şu yapılana bir bakın lütfen!
Hasılı, Şimdiki gençler istifade etsin diye bir eseri yazarının şahsiyetinden koparmak gayr-i nazik bir girişim… Muvaffak olmak da pek mümkün değil; Zira Ömer Sevinçgül’ün ifadesiyle, “Seccadeyi dışarı sermekle milleti camiye alıştıramayız!” (Osman)