Şu hususları açıkça belirtelim ki;
1-Biz bu makale serisini Muhammed Ali Doğan Hocanın, ilmini küçümsemek, şahsi kemalatını inkar etmek ve ona hakaret emek maksadıyla yazmadık. Çünkü alim ve fazilet sahibi olduğunda bir şüphemiz yoktur.
2-Şerh adı altında yapılan açıklamaların “dini bakımdan, Kitap ve Sünnet açısından, mana ve mefhum olarak” doğru veya yanlışlığı üzerinde de durmadık. Sadece yapılan izahların esas metin ile bir ilgisi olmadığını, başka malumatlar olduğunu, bazı noktalarda Bediüzzaman’ın orada anlattığından farklı açıklamalar yapıldığını, ilave ve eksiltmeler yapılarak orijinalliğin bozulduğunu söylemeğe çalıştık ki Risaleler hususunda az buçuk malumatı olan herkes bunu açıkça görebilir.
3-Maksadımız, muhabbet ve sadakatla, Hoca Efendiden istifade eden ve ona bağlanan şahısları rencide etmek de değildir. Sadece yapılan yanlışlığa nazar-ı dikkati celb etmektir.
4-Yapılan bu yanlışlıkları eleştirmekle beraber, hangi gerekçe ile olursa olsun, kendisine ve cemaatine FETÖ örgütü tarafından yapılan “tertip, tuzak ve kumpas planları”nı da asla tasvip etmediğimizi belirtmek isterim.
Her şeyden evvel, “şerh ve izah ne demek olduğu hususunun açıklığa kavuşturulması gerekir. Şerh; muğlak, müşkül ve gizli olan mananın açıklanmasıdır. “Şerh” müellifin eserini, tahrif etmeden ve kendimizden farklı manalar katmadan, anlaşılması herkes tarafından kolay olmayan noktaların değişik kelimelerle anlaşılır hale getirilmesidir.
“Şerh” ana metne ve manaya sadık kalınarak, muğlak olan noktaların anlaşılır bir şekilde ifade edilmesidir. (İşin tuhaf tarafı, esas metinle alakası olmayan bu açıklamaları yapan Hoca Efendi ve yayına hazırlayan şahıslar da, “şerh” hususunda “metne sadık kalınması” gerektiğini belirtiyorlar. (Kader Risalesi ve haşiyesi sayfa 6) Ama yazılanlara bakıldığında bu ifadenin boşlukta kaldığı görülmektedir. Çünkü esas metne sadık kalınmadığı bariz bir şekilde ortadadır. Esas metin ve konu ile alakası olmayan pek çok malumatı, metnin altına doldurmak suretiyle yapılan açıklamalara; elbette ki “metne sadık kalınarak yapılmış bir şerh” denemez.
Şerh; Münazarat veya bir başka Risaleyi açıklama bahanesi ile kendi kafasındaki fikirleri ifade etmeye çalışmak, Bediüzzaman’ı kendine göre konuşturmak, kendi düşüncesi istikametinde yorumlamak, Onu kullanarak kendi malumatını satışa çıkarmak da değildir. Risale-i Nur hakkında az çok müktesebatı olan kimseler, yapılan bu açıklamaların pek çoğunun oradaki orijinal metnin açıklaması olmadığını kolayca anlayabilir. Ancak orijinal metinden ve onların manalarından haberi olmayan kişiler; bu açıklamaların gerçekten Risale-i Nurla ilgili olduğunu zannedebilirler.
“Kader”, “İstibdat ve Meşrutiyet”, “Şuray-ı Şer’i”, “Şer’i Devlet”, “Mehdilik”, “İslam’da siyaset”, “Hürriyet”, ’’Ene’nin mahiyeti’’ ve daha bir çok konu hakkında kendi ismini taşıyan müstakil eserler yazarak, şahsi fikir ve yorumlarını neşredebilir. Tabii ki böyle bir neşriyattan kimsenin rahatsızlık duyma hakkı olamaz. Dileyen okur kabul eder, dileyen de okumaz veya tasvip etmez. Ancak bu konularla ilgili şahsi fikir ve düşüncelerini Bediüzzaman’ın fikri imiş gibi göstermeye ve kendi fikirlerini Risale-i Nur gibi takdim etmeye çalışmak asla mazur görülemez. Çünkü şerhleri yapılan bu eserler, Bediüzzaman’ın eseri olmaktan çıkmış, Molla Muhammed Hoca Efendinin “te’lifat”ı haline getirilmiştir.
Bir eser şerh edilirken; yapılan açıklamaların, sarih manaya uygun veya en azından şerhi yapılan metnin muhtemel manalarından birisi olması gerekir. Çünkü yine Bediüzzaman’ın açıklamalarına göre; “Bir kelâmda, her fehme gelen şeylerde mütekellim muahaze olunmaz. Zira mesûk-u lehül kelâmdan başka mefhumlar iradeyle deruhte eder. İrade etmezse, itab olunmaz. Fakat garaz ve maksada mutlaka zâmindir. Fenn-i beyanda mukarrerdir: Sıdk ve kizb, mütekellimin kast ve garazının arkasında gidiyorlar. Demek maksut ve mesâk-ı kelâmda olan muâhaze ve tenkit, mütekellime aittir. Fakat "kelâmın müstetbeâtı" tabir olunan telvihat ve telmihatında ve "suver-i maânî" ve "tarz-ı ifade" ve "maânî-i ûlâ" tabir olunan vesail ve uslûp garazında olan günah ve muâhaze, mütekellimin zimmetinde değil.Evet, mütekellim suver ve müstetbeâtta muâhaze olunmaz.
“Hem de mantıkça müsellemdir ki: Hüküm, mevzuyla mahmulün yalnız veçh-i mâ ile tasavvurlarını iktiza eder. Ve onların teşrihat-ı sairesi ise, o fenden değildir… Hem de mukarrerdir ki: Âmm, hâssa delâlât-ı selâsenin hiçbirisiyle delâlet etmez.” (Muhakemat:31)
Bediüzzaman’ın ortaya koyduğu bu kaideler çerçevesinde baktığımızda, yapılan şerhlerin, Hocanın kendi ilmi malumatlarının, esas metnin altına yerleştirilmesi şeklinde olduğu görülmektedir. Nitekim bu şerhlerde Bediüzzaman’ın orijinal ifadelerinin aralarına, değişik ve farklı manalar sokuşturulmak suretiyle yanlış sonuçlar istihraç edilmiştir. Üstelik başkalarının “yanlış anlamalarının önüne geçme niyeti ile” bu “şerh”in kaleme alındığı ifade edilerek...
Bütün bunlar yapılırken de, “Kitap ve Sünnet”in ölçü alındığı, gerekçe olarak gösterilmiştir. Güya bu şerhlerle, “Risalelerde Ehl-i Sünnet itikadına göre düzenleme, Bediüzzaman’ın yanlışlarını kendi kanaatlerince düzeltme” intibaı verilerek, Risalelerde sanki Ehl-i Sünnet ölçülerine aykırı beyanlar varmış gibi imalarda bulunulmuştur. Üstelik, bunu yaparken de, Bediüzzaman ve Risalelere saygılı olunduğu ifade edilmektedir. Niyet okuyacak değiliz. Ancak iyi niyetle de olsa yapılan bu yanlışlıklar mazur görülemez.
Mesela; Muhammed Hoca Efendiye göre; Bediüzzaman’ın Meşrutiyeti savunması Kitap ve Sünnete uymamaktadır. Bunun gibi Münazarat’ta anlatılan bir çok hususu da kendine göre güya “tashih” etmeye çalıştığı görülmektedir. Keza, Bediüzzaman’ın “Nurcu” kelimesini kullanmasını da, bölücü mana ifade ettiği gerekçesiyle, Kitap ve Sünnete aykırı görmektedir.
Kitap ve Sünnet ölçüleri çerçevesinde, bir hocadan veya kitaptan ders almak, bundan dolayı da bir ekol ve meslek olarak isimlendirilmek, neden yanlış olsun? Meşru bir fikir ve gaye etrafında toplanarak, o fikir ve düşüncelerin yayılması için gayret gösteren, bundan dolayı da bir gurup veya ekol olarak adlandırılan kimseler Kitap ve Sünnete aykırı mı hareket etmiş olurlar? Nitekim bu yazı serisine o ekol mensubu kişiler tarafından pek çok cevapların verileceği de muhakkak. Dolayısıyla “mensubiyet” ve “aidiyet” ifade eden böyle bir isimlendirme, itikadi noktada bir yanlış yapılmadığı takdirde, “Kitap ve Sünnete aykırıdır” denilemez.
Tabii ki, her insanın istifade ettiği mürşidi, öğretmeni, Üstadı da olabilir. Ona karşı İslami çerçeve içerisinde, kendini ona endekslemeden ve aklını onun cebine koymadan, saygı, muhabbet ve hürmeti de olabilir. Böyle bir ilim erbabından istifade eden insanların, bir ünvan ile anılması, neden İslam’a aykırı olsun? Nitekim, böyle bir isimlendirmenin yanlış olduğunu söyleyen kendileri de –her ne kadar kendileri tarafından reddedilse de- “Tahşiyeciler” olarak bilinmektedir.
Kaldı ki Bediüzzaman, farklı meslek ve meşrep mensuplarının birbirleri ile olan münasebetleri hakkında önemli düstur ve prensipler va’zetmiştir. Bu düsturlar muvacehesinde hareket edildiği takdirde, hiçbir sıkıntı ve tefrika çıkmaz. Şayet bu isimlendirme yanlış ve hatalı olsaydı, Bediüzzaman, Risalelerin pek çok yerinde “Nurcu” kelimesini kullanır mıydı? Tabii ki Bediüzzaman bu ifadeyi bölücülük anlamında değil, bir isim ve ünvan olarak kullanmıştır.
Yine bu gurup “Salat-ı Münciye”yi de, Bediüzzaman’ın “Lemaat”daki “Aksa’l- ğayat” ifadesine olan itirazını gerekçe göstererek, namazlardan sonra okunmasını uygun bulmadıklarını ileri sürmektedirler. Sitelerindeki ifade aynen şöyle: “Bu ilmi açıklamalara göre, Semendel yayınları olarak farz namazlardan sonra, Salat-ı münciyenin (salaten Tüncina) okunmasını mümin kardeşlerimize tavsiye etmiyoruz.”
Halbuki o duadaki itiraz, bu ifadeyi “naz” şeklinde kullanan kimseler içindir. Yoksa, “niyaz” şeklinde söylenmesinin hiçbir mahsuru yoktur. Şayet böyle bir mahzur olmuş olsaydı, Bediüzzaman’ın bizzat kendisi bu duayı okumaz ve okutmazdı. Halbuki Bediüzzaman hem bu salat-ı münciyeyi kendisi okumuş, hem de tesbihatta bilhassa kaydettirmek suretiyle talebeleri tarafından da okunmasını tavsiye etmiştir. Bunun okunması mecburiyet değildir tabii ki ancak burada vurgulanan husus sanki Bediüzzaman bunu okumak ve okutmakla ve tesbihata koymakla yanlış hareket etmiş intibaının verilmesidir.
Devam edecek