Risale-i Nurların yazılmasının ve yayılmasının sosyolojik ve piskolojik nedenleri
“Doğrudan doğruya Kur'an'dan alıp ilhamı,
Asrın idrakine sunmalıyız İslam'ı“
Mehmet Akif Ersoy
Kainatta bazı sesler vardir ki bin sene dahi geçse o sesleri duymak halen mümkündür. O seslerin başında Hz. Muhammedin (sav.) sesi gelir. Kendisine makam ve mevki teklif edildiğinde, ´Bir elime güneşi, diğer elime ayı verseler, davamdan yine vaz geçmem´ demişti. Davası ´La ilahe illlah. Muhammedur Resulullah“ idi.
Peygamberin nurundan istifade eden insanların sesleride halen duyulmakta.
Resulullah Miraca çıktığında, o seslerden biri hiç tereddüt etmeden ´O dediyse doğrudur´ demişti ve Sıddık ünvanına layık olmuştu Ebu Bekir.
Bir başka ses Allahın Vedud ismine mazhar olmuş olan Mevlana Celaleddin Rumi. Şefkat ve aşk ile ´Gel, gel, ne olursan gel´ demişti ve halen hem müslümanların hem gayri müslimlerin yüreklerini feth etmeye devam ediyor.
Bir başka kahramanın sesi daha var…
Yıl 1906.
Yer, Van.
Tahir Paşa bir gence gazete gösteriyor. Gazetede ingiliz komutan Gladstone elinde Kur´an´ı tutarak şunları söylüyor: ´Bu Kur'an Müslümanların elinde bulundukça, biz onlara hakim olamayız. Ne yapıp yapmalıyız, bu Kur'an'ı onların elinden kaldırmalıyız; yahut Müslümanları Kur'an'dan soğutmalıyız´… Bu sözleri duyan genç şimşek gibi alevli bir şekilde ´Bende Kur'an'ın sönmez ve söndürülmez manevî bir güneş hükmünde olduğunu, dünyaya ispat edeceğim ve göstereceğim!´ diyerek sesini bugünlere kadar duyurmuş.
İşte bu genç kahraman Bediüzzaman Said Nursi.
Peki Bediüzzaman Kur´an´ın sönmez ve söndürülmez bir güneş olduğunu ispat edebildi mi?
Bu soruyu yine Bediüzzaman’ın başka bir yerde yazdığı bir metin ile cevaplamaya çalışalım. Said Nursi şöyle yazıyor: ´Ey üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş ve sakitane Nurun sözünü dinleyen ve bir nazar-ı hafî-i gaybî ile bizi temaşa eden Said’ler, Hamza’lar, Ömer’ler, Osman’lar, Tahir’ler, Yûsuf’lar, Ahmed’ler!.. Sizlere hitap ediyorum. Başlarınızı kaldırınız, "Sadakte" deyiniz. (Doğru söyledin) deyiniz. Ve böyle demek sizlere borç olsun.”
Evet, borcumuzu eda ediyoruz. Doğru söyledin ya Üstad, doğru söyledin. Kur´an´ın sönmez ve söndürülmez bir güneş olduğunu hem bizlere hem tüm dünyaya ispat ettin.
***
Şunuda yazmadan geçemeyeceğim…
Bediüzzaman Said Nursi ve Risale-i Nurlar sadece nurculara ait değildir. Said Nursi hepimizin alimidir, Risale-i Nurlarlar tüm İslam aleminin ortak malıdır. Bunlara sahip çıkmak, hepimizin vazifesidir.
Çünkü Bediüzzaman Said Nursi, herkesin korktuğu ve çekindiği bir zamanda bu vatanın imanına sahip çıkmıştır. Said Nursi o gür sesiyle iman hakikatlarını haykırmıştır.
O haykırdi diye, çekemeyenler, kendisini Barlaya sürgün ettiler. Kuş uçmaz, kervan geçmez Barla köyünde o sesi kısmaya çalıştılar. Bediüzzamanın orada yapa yanlız öleceğini umut ettiler. Ama nerede? Ölmesini bekledikleri Said Nursi, ilk kitabı Haşir Risalesini yazarak, adeta Barlada haşrini yaşıyor…
Said Nursi Barla´ya geldiğinde sadece iki tane malvarlığı vardı. Başka hiç bir şeyi yoktu. Birincisi çaydanlığı. İkincisi Kuran-ı Kerim.
Daha önce yüzlerce kitabı okuyan ve hatta ezberleyen Bediüzzaman Said Nursi, iman hakikatlarını yazarken sadece ve sadece Kur´an´a ve Sünnete başvuruyor. Başka hiç bir şey kullanmıyor.
Bu eserlerin yazılmasının tabiki bir çok nedenleri var. Biz burada, kendi mesleğimiz gereği, sadece piskolojik ve sosyolojik nedenlerini analiz edeceğiz.
İlk önce Risale-i Nurların yazılma sebeblerinin piskolojik nedenlerine göz gezdirelim…
Bunun için Üstadın hayatında dört dönüm noktası tespit etmek mümkün. Bu dönüm noktalarıda piskolojik olarak Üstadı etkilemiş ve Risale-i Nurları yazmasına vesile olmuş.
1.14 yaşındayken bir sadık rüya görüyor. Rüyasında kıyamet kopuyor. Üstad Peygamberimizi (sav) görebilmek için sırat köprüsüne koşuyor. ´Olsa olsa Peygamberimiz oradadır´ diye düşünüyor. Rüyasında Sırat köprüsünün başında beklemeye başlar. Orada bütün peygamberleri karşılar ve hepsinin ellerini öper. Sonunda Kâinatın Efendisi’ni Sallallahu Aleyhi ve Sellem'i görür. Küçük Said, Peygamber Efendimiz’den ilim talep eder. Resûl-i Ekrem Sallallahu Aleyhi ve Sellem'i bu talebi ´Ümmetimden suâl sormamak şartıyla, sana ilm-i Kur’ân verilecektir´ diyerek kabul eder. Rüyadan uyandıktan sonrada Said Nursi hayatı boyunca Peygamberimizin ikazına uyar ve herkesin sorusunu cevaplarken kimseye soru sormaz.
Bu dönüm noktasi ilim aşkını sembolize ediyor.
2.1906’da okuduğu gazete haberi. Yazımızın başındada belirttiğimiz gibi ingiliz komutanı Gladstone Kur´anı yok etmekten bahsediyor. Bu haberi okuyan Üstad ´Bende Kur'an'ın sönmez ve söndürülmez manevî bir güneş hükmünde olduğunu, dünyaya ispat edeceğim ve göstereceğim!´ diyor.
Bu dönüm noktası aslında Risale-i Nurların asıl başlangıç tarihidir. Bu sözlerden sonra Risale-i Nurlar manevi olarak, Bediüzzamanın zihninde, yazılmaya başlamıştır zaten.
3.Yine 1. Dünya savaşından evvel bir rüya görür. Rüyasında Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağının altında. Birden o dağ müthiş infilâk eder. Dağlar gibi parçaları dünyanın her tarafına dağılır. O dehşet içinde bakar ki, merhum validesi yanında. Üstad der: ´Ana, korkma. Cenâb-ı Hakkın emridir; O Rahîmdir ve Hakîmdir.´ Birden, o halette iken, mühim bir zat Üstada âmirâne der: ´İ'câz-ı Kur'ân'ı beyan et.´ Üstad bu rüyayı şöyle yorumlar: ´Anladım ki, bir büyük infilâk olacak. O infilâk ve inkılâptan sonra, Kur'ân etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur'ân kendi kendini müdafaa edecek. Ve Kur'ân'a hücum edilecek; i'câzı onun çelik bir zırhı olacak. Ve şu i'câzın bir nev'ini şu zamanda izharına, haddimin fevkinde olarak, benim gibi bir adam namzet olacak. Ve namzet olduğumu anladım.´
Bu dönüm noktasıda kendisinin Risale-i Nurları yazmakla vafider olduğunu gösteriyor.
4.Ankara'da gerçekleşiyor. Kurtuluş Savaşından sonra Üstad meclise davet ediliyor. Oraya gidiyor fakat umduğunu bulamıyor. Zafer sarhoşluğu ve namaz kılmayan milletvekilleri ile karşı karşıya kalıyor. Üstad mecliste, daha sonra ´Namazname´ adını alacak olan, namazın ehemmiyetini anlatan bir yazısını okuyor ve bir çok milletvekili namaza başlıyor… Üstada Ankarada büyük paralar ve makamlar teklif ediyorlar, fakat o bunların hepsini red ediyor ve daha sonra şunları yazıyor: ´Eğer o teklifi ben kabul etseydim, hiçbir şeye âlet olamayan ve tabi olmayan ve sırr-ı ihlası taşıyan Risale-i Nur meydana gelmezdi.´ Bediüzzaman Ankarada kalamayacağını anlamıştı ve trene atlayıp Vana geri dönmüştü. Bu tren yolculuğu – kendi tabiriyle - onu Eski Said´den Yeni Said´e dönüştürmüştü.
Bu dördünce ve son dönüm noktasıda Bediüzzamanı sosyal hayattan tamamen kopturuyor. Nursi siyaset ile vazifesini yerine getiremeyeceğini anlıyor. Bundan sonra Yeni Said olarak sadece iman hakikatlarına yöneliyor.
Bu dört olay Risale-i Nurların yazılmasında ehemmiyetli rol oynuyor…
***
Evet Bediüzzaman, daha öncede belirttiğimiz gibi sürgün edildiği Barlada Risale-i Nurları yazmaya başlıyor. Barlada ölmesini bekleyenlere tokat gibi bir cevap ile ilk Risalesini yazıyor: Haşir Risalesi. Yana ölmeyi beklerken adeta orada diriliyor.
Ve sadece iman hakikatlarını yazıyor. Hayatını buna vakf ediyor. Aslında Risale-i Nur Üstadın bir hayalinin gerçekleşmesi. Üstad hem din ilimleri hem fen ilimlerinin aynı anda okutulduğu bir üniversite hayal ediyordu. ´Vicdanın ziyası ulum-u diniyedir. Aklın nuru fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit birincisinde taassub, ikincisinde hile ve şüphe tevellüd eder´ diyordu. Fakat böyle bir üniversiteyi bir türlü yaptıramıyordu… İşte Risale-i Nur bu üniversitenin gerçekleşmiş halidir. Çünkü Risale-i Nurlarda iman hakikatları gayet ilmi bir şekilde izah ediliyor. İlmi metodlar ile İslamın en büyük meseleleri çözülüyor. Bu şekilde hem akla, hem kalbe hitap edilmiş olunuyor.
Evet, Barlada sosyal ölüme mahkum olmayan Üstad yine sürgün edilir. Yine eziyet görür. Yine hapislere sokulur. Ama Said Nursi hayatı boyunca hapisten hapise sürgünden sürgüne götürülmesine rağmen Risale-i Nurlar tüm Türkiye´de yayıldı. O kadar menfi propaganda yapılmasına rağmen Said Nursi gönüllerde taht kurdu. Neden acaba?
Yukarıda Risale-i Nurların yazılmasındaki piskolojik nedenlerini inceledik, şimdide Risale-i Nurların yayılma sebeblerini sosyolojik olarak ele alacağız. Burada üç önemli nokta göze çarpıyor:
1.Manevi boşluk dolduruldu.
Evet 20. Yüzyılın başlarında ve ortalarında ülkemizde büyük bir manevi boşluk hakimdi. Adeta dini hayat silinmişti ve yeri başka birşeyle doldurulmaya çalışılıyordu. Ama 1000 senedir İslama bayraktarlık etmis olan Türk ve Anadolu halkı bu değişimi kabul etmiyordu. Bu manevi boşluğu yine İslamdan başka hiç bir şey dolduramazdı. İşte Risale-i Nurların tam bu zamanda yazılması, bu manevi boşluğa tevafuk ediyor. Bütün dini hareketlerin ve eğitimlerin yasaklandığı bir dönemde, Said Nursi kalkıyor, tam aksine dini ve imani eserlerini yazıyor. Bu eserler hakltan halka yayılıyor.
2.İlim ve fen birleştirildi.
Eskiden ya fizikçi olurdunuz yada hoca. Ama Risale-i Nur sizi fizikçi bir imam haline getiriyor. Çünkü din ve fen ilimlerini birleştiriyor. Ayırmıyor. Yani Üstada göre din ve fen ilimlerinin ayrı ayrı okutulması, kurumlar arasında büyük çatışmalara sebebiyet vereceğinden bunların birlikte okutulmasında zaruret vardır. Ve Üstad risalelerinde imani konuları ilmi bir şekilde cevaplıyor. İkna metodunu kullanıyor. Bu şekilde kitaplar toplumda büyük ilgi duyuyor. Özellikle öğretmenlerin Risale-i Nurlara yönelmesi bu durumun hakikatini ortaya koyuyor.
3.Dini toplumsallaştırıyor.
Yine 19. Yüzyıldan gelen ve 20. Yüzyıldada devam eden bir anlayış hakimdi Osmanlı ve daha sonrası Türkiyede. Dini öğrenmek için biryerlere veya birkişilere bağlanmanız gerekiyordu. Halkın arasında dini öğrenmek en asgari meseleleri düşmüstü. Said Nursi bunu değiştiriyor. Haşir, Ahiret ve Kader gibi zor konuları herkesin anlayabileceği bir şekilde topluma sunuyor. Hani Mehmed Akif diyorya: ´Doğrudan doğruya Kur'an'dan alıp ilhamı / Asrın idrakine sunmalıyız İslam'ı´. İşte Üstad tamda bunu yapıyor. Modern çağda yaşayan insanların modern sorularına bir nevi yine modern cevaplar veriyor. Bizim sorunlarımıza asrımıza uygun cevaplar veriyor.
Bir misal: İbn-i Sina. Belki gelmiş geçmiş en büyük hekimlerden birisi. Ama 2010da yaşayan 15 yaşındaki bir genci alsak, İbn-i Sinadan tıp hakkında çok daha fazla bilgisi vardır. Daha akıllı olduğundan değil, şartların degistiğinden dolayı.
Aynen öyle, Risale-i Nurlar bizim şartlarımızı göz önünde bulundurarak cevaplar sunuyor. Böyle olmasıda işte yine Risale-i Nurun yayılmasına vesile olan sosyolojik nedenlerden bir tanesi.
Bu üç nokta Risale-i Nurların Türkiye´de yayılmasında tetikleyici rol oynamış. Tam ihtiyaç duyulduğu vakitte, Bediüzzaman Said Nursi Risaleleriyle toplumun ihtiyaçlarına karşılık verebilmiş…
Moral Haber