Risale-i Nur’u anlamada ruhî ve kalbî hâletin rölü
Yirmi düsturu kuşanmak
Risale-i Nur’u okumak ve anlamaya yönelik çabalarda iki nokta önemlidir:
Birisi, bu eserleri okumaya teşvik edici ve ihtiyaç hissettirici hususlardır. Diğeri, risalelerin bir ilim olarak kavranması için izlenecek teknik ve pratik yollardır.
Risale-i Nur’u anlamanın bir yönü ilimle ilgilidir. Buradaki derin meseleleri kavramak elbette önemlidir. Ancak bunu sadece kuru bir bilgi yığını olarak öğrenmek fazla önem taşımıyor. Bu da gerekli şüphesiz; ama bu, işin sadece aklî ve ilmî yönüdür.
Bir de anlama gayretinin ruhu ve kalbi ilgilendiren hâlî yönü var ki, hem girift meselelerin anlaşılıp mânâ cevherlerinin açılmasında, hem de ruh ve kalp üzerinde tesir icra etmesinde büyük ehemmiyet taşımaktadır.
Konunun ikinci veçhesi üzerinde dururken, Üstad Hazretlerinin ilk talebesi ve onun büyük iltifatlarına mazhar olan Hulûsi Yahyagil Ağabeyin bir tavsiyesiyle karşılaştım. Risalelerin en ince ayrıntısına kadar anlaşılmasına büyük ehemmiyet veren bu muhterem zat, şu dört hususu tavsiye ediyormuş:
1.Önce Hücumat-ı Sitte’nin altı desisesini çok iyi anlamak ve onlardan kaçınmak.
2.İhlâsın altı düsturunu anlayıp uygulamak.
3.Dört Hatveyi fıtrî bir yaşayış, bir meleke hâline getirmek.
4.Farzları yapıp kebirelerden kaçmak, sünnete sarılmak ve evrad ü ezkâra devam etmek.
Görünüşte çok kolay ve belki de tümünü uyguladığımızı sandığımız bu dört maddede tam 20 düstur var. Bunlardan sadece birisi olan “günahlardan kaçınma”nın yüzlerce alt maddesi bulunuyor ki başarabilen kimseyi takva mertebesine çıkarıyor. Bir başkası olan “fazları yerine getirmek” maddesinde yığınla alt başlık var. Bunları uygulayanları, abid ve salih makamına terakki ettiriyor.
Bu maddelerin derin mânâlarını Risale-i Nur’un ilgili bahislerine havale ederek, belki günlerce sürecek etraflı bir müzakereyi tavsiye ediyorum. Şimdilik bunları çok özlü bir şekilde ele alalım.
1.Hücumat-ı Sittenin tuzağına düşmeyin
Hücumat-ı Sitte konusu, Yirmi Dokuzuncu Mektup’ta yer alır. Burada ins ve cin şeytanlarının altı hilesi sonuçsuz bırakılır ve hücum yollarının altısı kapatılır.
Bu hileler sırasıyla şunlardır:
Hubb-u cah (makam sevgisi), hiss-i havf (korku duygusu), tamah (geçim endişesi), ırkçılık, enâniyet (benlik), tembellik.
Gerçekten de makam mevki arzusu ve şöhrete düşkünlük, insanın risaleleri okuyup anlamasında ve hizmet etmesinde büyük bir engeldir. Bir kimse makam ve şöhretini kaybetmemek için imanî hakikatleri ihmal ederse büyük zarar eder. Bu yolda olan kişinin, makamını ve şöhretini feda etmekten bir an bile çekinmemesi gerekir. İman dersiyle meşguliyetin kendisine zarar verebileceğini düşünen bir kimsenin korkusu da Nurlardan istifadeye büyük bir mânidir.
Tarihin her devrinde hak ve hakikat kahramanlarına zorluk çıkaranlar, onların canına ve malına kast edenler, hapis ve işkenceyi reva görenler olmuştur. Bunları düşünen bir kişi, iman deryasından istifade edemez ve hizmette bulunamaz. Bunun için korku ve evhamı bırakmak, imanın kazandırdığı hakikî cesareti kazanmak şarttır. Bazı kimseler ihtiyat gerekçesiyle Risale-i Nur’u evinde bulundurmaktan bile çekinmektedir. Oysa bu ihtiyat değil, korku tuzağına düşerek bu eserlerden istifade etmemektir. Eserlerden istifade edemedikten sonra dünyevî rahatın hiçbir değeri yoktur. Hem risaleler, şimdiye kadar hiç kimseye zarar vermemiş, zahirdeki bazı küçük sıkıntılar ise onların daha fazla yayılmalarına vesile olmuş ve ıstırap çekenlere hadsiz sevaplar kazandırmıştır.
Rızık endişesi taşıyarak imanî eserlerden istifade etmemek, çalışmaktan dolayı hizmete vakit bulamamak da ciddî bir tuzaktır. Buna karşı, hırs ve mal sevgisini terk etmek, iktisat ve kanaat ile Nurlardan istifadeyi ve hizmeti sürdürmek gerekir.
Tembellik ve rahata düşkünlük
Irkçılık da, ulvî duyguların yerine konan yalancı ve sahte bir hamasettir ki, nice nesiller bu illete yakalandığından iman ab-ı hayatından kana kana içemediler. Bu engeli “İslâm kardeşliği”ni kurup yaşayarak aşmak icap eder.
Benlik ise, kişinin hakkı kabul edip anlamasına, yaşayıp yaşatmasına en büyük engellerden biridir. Bunun yerine tevazu ve mahviyeti bir yaşayış tarzı olarak uygulamak, Nurlardaki hakikatlere boyun eğmek gerekir. Bilhassa dinî konularda ilmi bulunan bazı kimseler Risale-i Nur’a karşı ihtiyacını tam hissetmemekte, müstağni kalmaktadır. Böylece hem şahsî olarak istifade edememekte, hem de başkalarına anlatamamış olmaktadır. Zaten kim bu eserlere ilgisizce yaklaşırsa tam anlayamaz ve anlatamaz. Bugün dünyaca ünlü bilim adamları Risale-i Nur üzerinde derin araştırmalar yapmakta, bu eserler Mısır’daki Ezher Üniversitesinde ders kitabı olarak okutulmaktadır. Bütün dünyanın ilgi ve hayranlıkla okuduğu bir kaynağa ilgisiz kalmak, akıl kârı değildir.
İnsanın tembelliği veya rahata yahut vazifeye düşkünlüğü de Nurların ruhunu kavramaya ve hizmet etmeye büyük bir settir. Bunu aşmak için de, vazifenin kudsiyetine ve ulviyetine hakkıyla inanıp faydasız meşguliyetleri gereksiz ve boş bilmek lâzımdır.
Bu bahsi bizzat Yirmi Dokuzuncu Mektup’tan okuyup kendimizle mukayese edelim. Dikkatle bakalım; bir zamanlar ehl-i dalâletin kullandığı tuzakları şimdi kendi ellerimizle kendimize kurmuyor muyuz? Çok kazanma ve rahat yaşama hırsı, makam ve şöhrete düşkünlük, korku ve benlik yakamıza yapışmamış mı? Tam bir nefis muhasebesi yapıp, bizi dünyaya ve gereksiz şeylere bağlayan kopmaz halatları ihlâs düsturlarıyla kesmeden risaleleri hakkıyla okuyup anlayabilir miyiz?
Heyhat! Serâ nerede, Süreyya nerede?