Bir önceki yazımızı İşte bu gayret, bu zamanda ve bu şartlarda ancak yüksek ve azim bir heyetin tesanüdüyle ve o heyetin telahuk-u efkarından ve ruhlarının tenasübüyle birbirine yardım etmesinden ve hürriyet-i fikirlerinden ve taassuplarından azade olarak tam ihlaslarından doğan dahi bir şahs-ı manevide bulunur. Çünkü "Cüzde bulunmayan, küllde bulunur" kaidesine binaen, her fertte bulunmayan bu gibi şartlar, heyette bulunur. Şeklide bitirmiştik.
Bu yazımızda ise sizlere Anlam Bilimden söz edip, söz konusu şerh ve izah çalışmalarının temelinin söz konusu anlam bilimle bir sistematiğe kavuşacağını belirtmek istiyorum.
Anlam Bilim Neden gereklidir?
Risale-i Nurun manası Kuran olduğu gibi, dili de Kuran dilidir. Kainat kitabı ve Kuran kitabının bir halitasıve bir haritasıdır. Dolayısıyla risale dilinin epistemolojik olarak doğru anlaşılması ve anlam bilim açısından doğru sonuçlar çıkarılması elzemdir.
Anlam Bilimi (Semantik) anlam üzerine çalışma bilimidir.
Peki, anlam (mânâ) nedir?
B sorunun cevabını Muhakemâttan aynen alalım:
Zira mukarrerdir: Asıl mânâ odur ki, elfaz onu sımahta boşalttığı gibi, zihne nüfuz ederek vicdan dahi teşerrüb etmekle, ezâhîr-i efkârı feyizyâb eden şeydir. Yoksa, başka şeyin kesret-i tevaggulünden senin hayaline tedahül eden bazı ihtimalât, veyahut hikmetin ebâtîlinden ve hikâyâtın esâtîrinden sirkat edip cepte doldurarak sonra âyât ve ehâdisin telâfifinde gizletmek, çıkartmak, elde tutmak, çağırmak ki, "Budur mânâ, geliniz, alınız" dediğin vakit alacağın cevap şudur: "Yahu! İşte senin mânân siliktir. Sikkesi taklittir; nakkad-ı hakikat reddeder. Sultan-ı i'câz dahi onu darb edeni tard eder. Sen âyet ve hadisin nizamlarına taarruz ettiğinden, âyet şikâyet edip hâkim-i belâgat senin hülyanı senin hayalinde hapsedecektir. Ve müşteri-i hakikat dahi senin bu metâını almayacaktır. Zira diyecek: Âyetin mânâsı dürrdür. Bu ise mederdir. Hadisin mefhumu mühec, bu hemecdir.
Anlam öyle fikirlerdir ki, bir dilin farklı bir dile ya da bir dilin farklı formundaki kavrama bürünüp konuşanın dimağından dinleyenin dimağına akan mahsulattır.
Anlam dil ile bağıntılıdır. Peki dil nedir?
Dil, ses ile anlam arasında bir köprü atmaktır.
Anlamın alamı nedir? Anlamın sınırları var mıdır? Yoksa sınırlandırılmalı mıdır?
Bir dilin anlamında bu üçü birden vardır: Sözlük anlamı, Gramer anlamı, Cümle anlamı. Ayrıca, telaffuz, söz, ifade anlamı da vardır. Vurgulamalar anlamı değiştirir. Cümle anlamı telaffuzla doğrudan ilgilidir. Anlamları ayrı telaffuzları aynı olan (Homonomi) kelime ve kelime grupları olduğu gibi, çok anlamlı kelimler (Polisemi), eşanlamlı kelimeler (Sinonimi) de vardır.
Bunlar her dilde olduğu gibi en çok da Risale-i Nurda görülürler. Risale-i Nur bir anlama kaç kelimenin geldiği gösteren müstesna bir eserdir.
Anlam bilimini öğrenmek Risalelerde şerh ve izah çalışmaları yapacaklar için önemli bir aşamadır. Bu dilbilim ana hatlarıyla da olsa şerh ve izah çalışmaları yapacaklara mutlaka sunulmalıdır. Esasen bu çalışma Edebiyat-Türkçe ve Dilbilimci meslek erbabının ihtisas konusu olduğundan bu konuyu olara havale etmek istiyorum. Ve buradan dayanışması kafiyeli bu yüksek ruhlu Edebiyatçı-dilbilimci heyete bu çalışmayı başlatmaları için bir çağrıda bulunmuş oluyorum.
Risale-i Nurda mânâ kavramı sıkça geçer. Hoş bir tefsirde bundan daha fıtri ne olabilir ki? İşte size Birinci Şuadan farklı manalar için birkaç gavvaslık örneği:
Birinci nokta: Hadiste vârit olduğu gibi, "Herbir âyetin mânâ mertebelerinde bir zâhiri, bir bâtını, bir haddi, bir muttalaı vardır. Bu dört tabakadan her birisinin [hadisçe şucunun ve gusunun tâbir edilen] fürûatı, işârâtı, dal ve budakları vardır" meâlindeki hadisin hükmüyle, Kur'ân hakkında nazil olan bu âyet-i kudsiye fer'î bir tabakadan ve bir mânâ-yı işârîsiyle de Kur'ân ile münasebeti çok kuvvetli bir tefsirine bakmak, şe'nine bir nakîse değil, belki o lisanü'l-gaybdaki i'câz-ı mânevîsinin muktezasıdır.
İkinci nokta: Bir tabakanın mânâ-yı işârîsinin külliyetindeki efradının bu asırda tezahür eden ve münasebeti pek kuvvetli bir ferdi Risaletü'n-Nur olduğunu, onu okuyan herkes tasdik eder.
Evet, ben Risaletü'n-Nur'un has şakirtlerini işhad ederek derim:
Risaletü'n-Nur sair telifat gibi ulûm ve fünundan ve başka kitaplardan alınmamış. Kur'ân'dan başka me'hazı yok, Kur'ân'dan başka üstadı yok, Kur'ân'dan başka mercii yoktur. Telif olduğu vakit hiçbir kitap müellifinin yanında bulunmuyordu. Doğrudan doğruya Kur'ân'ın feyzinden mülhemdir ve semâ-i Kur'âniden ve âyâtının nücûmundan, yıldızlarından iniyor, nüzul ediyor.
Bir de Risale-i Nurun muhtelif yerlerinde söz edilen mânâ çeşitlerini bir hatırlayalım:
Mana-yı ismi, Mana-i harfi, Mana-i zımni, Mana-i örfi, Mana-i sarihi, Mana-i işari, Remiz, İşaret, Mana-i külli, Mutlak mana, takyid, Hadd, füruat, mana-i zahiri, mana-i batini
Bediüzzaman Unsurul Belağat kitabında (Muhakemat) anlam bilim üzeride ayrıntılarla durur. Bu bölümü şu şekilde özetleyebiliriz:
1- Bir metni doğru anlamak önemlidir. Özellikle başta Kuran-ı hakim olmak üzere kutsal metinlerin acemler ve acemîler tarafından doğru anlaşılması için etrafını cami, ağyarını mani olacak şekilde anlaşılması ve karıştırılmaması gerekir.
2- Düşüncenin (fikrin) tadı, lezzeti aslen manasında olmasına rağmen acemler ve acemîler belağat zevkini kelimelerin dizilişinde arıyorlar.
3- İki türlü mana vardır: Bir: Söz dizimdeki mana (Nazm-ı Maani) İki: Kelime anlamı (Nazm-ı lafz)
4- Fikirler ve hisler manadadır. Mana mantıklı olmalıdır. Mantıklılık ise hakikat zincirini içermelidir. Hakikat fikirleri ise mahiyetin inceliklerine nüfuz etmelidir. Kainatta hüsnü mücerred vardır ve anlam bilim bu hakikate uygun olmalıdır.
5- Manada hüsnü mücerred (yalın güzellik) olmalıdır. Hüsnü mücerred ise anlamın meziyetlerini ve latifelerini taşımalıdır. Çünkü hüsn-ü mücerred bostan gibidir. Belağat bu bostanda yetişen çiçeklerdir. Bu çiçeklerin bülbülleri şairlerdir. Şairler nağmelerine verdikleri ruhani ahenk ise söz dizimdeki manadan (nazm-ı maani) gelmektedir.
6- Belağat çiçeklerinin özü ise efkar ve hissiyattır. Mantıklı bir dizilişi var ve nüfuz etmiştir.
Bediüzzaman kutsal metinlerin doğru anlaşılmasına yönelik olarak da usullerden söz eder. Bunlar:
1- Her milletin dili o milletin hislerini de yansıtır.
2- Bu hisler de kendi aralarında çeşitlidir. Dolayısıyla bu çeşitlilik kelime çeşidinde arttığı gibi aksan/şive ve ağızlar da farklı farklıdır
3- Bundan dolayı kelime dizimi çorak kalabilir. Manayı tam yansıtamayabilir.
4- Bir dili öğrenen yabancı kişiler (acem) de kelime anlamıyla işe başladığından sathi, dış anlamı ve kendi kültüründeki karşılığı olan aynı olanı alama eğilimi doğurur.
5- Zamanla kelime dizimi anlama galebe ederek mana kaybolur.
6- Hariri Makamatında bunu yapmış, lafız sevgisine mağlup olup anlamı unutmuştur.
7- Böylece lafızperestlik hastalığı ortaya çıkmıştır. Ancak kişi bu zevkli uğraştan dolayı bu hastalığa yakalandığının farkında olmaz.
8- Lafızperestlik gibi; suretperestlik, üslupperestlik, hayalperestlik, kafiyeperestlik, tesbihperestlik de hastalık türleridir.
9- Oysa;
Lafız manaya haşmet vermeli
Suret-i mana meale izin vermeli
Üslup parlaklığı istidadı müsait ise yapılmalı
Teşbih matluba münasebeti varsa yapılmalı
Hayal hakikati incitmemek şartıyla kurulmalı.
Yazıyı, bu yazının başında Risale-i Nurun şerh ve izahları sadedinde Kuran-ı Hakim gibi hassasiyet gösterilmesi gerektiğine vurgu yapan ve İşaratul-İcazdan yapılan alıntının bu defa Muhakemattan alınan benzer bir alıntısı ile bitirelim:
İşte 1900lü yılların başlarında yazılan bu hakikatler, bu iddiaların sahibi Bediüzzaman tarafından Risale-i Nur ile hayata geçirilmiştir. Kendi iddiasını Risalelerle ispat eden Bediüzzamanın da bizden istediği, Risale-i Nurun DOĞRU ALAŞILMASIdır.
Hâtime: Bu mukaddemeden maksadım, efkâr-ı umumiye bir tefsir-i Kur'ân istiyor. Evet, her zamanın bir hükmü var. Zaman dahi bir müfessirdir. Ahval ve vukuat ise, bir keşşaftır. Efkâr-ı âmmeye hocalık edecek, yine efkâr-ı âmme-i ilmiyedir. Bu sırra binaen ve istinaden isterim ki: Müfessir-i azîm olan zamanın taht-ı riyasetinde, her biri bir fende mütehassıs, muhakkikîn-i ulemadan müntehap bir meclis-i meb'usan-ı ilmiye teşkiliyle, meşveretle bir tefsiri telif etmekle sair tefasirdeki münkasım olan mehasin ve kemâlâtı mühezzebe ve müzehhebe olarak cem etmelidirler. Evet, meşrutiyettir; herşeyde meşveret hükümfermâdır. Efkâr-ı umumiye dahi didebandır. İcma-ı ümmetin hücciyeti buna hüccettir. (Muhakemat,19)
RİNAP bu gerçeğe hizmet edebilecek istidattadır.