Nurettin Huyut'un Muhsin Demirel ile yaptığı röportaj-2
Bu anlattığınız dönem sizin çocukluk yıllarınız. Muhsin Demirel bu dönemde nasıl bir çocuktu? Yaramazlık yapar mıydı? Yoksa uyumlu, öyle uysal bir çocuk muydu?
Yok yok! Çocukluğumuzda hiçbir aşırılığımız, hiçbir taşkınlığımız yoktu. Hiperaktif taşkınlık yapan veya pısırık böyle bir şey de yoktu. Normal çocukluk hayatını yaşadım. Bediüzzaman hazretlerinin yakın talebeleri, hizmetkârları denen talebeleri ve onlarla yakın ilişkide olan Türkiye’nin muhtelif yerlerinde bulunan ileri gelen, hizmetleri taşıyan insanlar İstanbul’a geldiklerinde her seferinde bizim eve gelirlerdi. Bu itibarla çocukluğumuz bunların kucağında geçti “ınga” dediğimiz zaman bunlarla muhatap olduk.
Size geldiklerinde daha çok ne yaparlardı ders mi yaparlardı?
Şimdiki manada ders sonraki bir iştir. Yani, bugün yapılan periyodik, belli bir sisteme bağlı olarak ders yapılması 70’li yıllardan sonra ihdas edildi. Şimdilerde bu iş müfredat gibi bir hale geldi. O zaman her gelişte veya her oturumda, her sohbette az veya çok bir şeyler okunurdu. Bence okunmasından ziyade önemli olan insanların zihnini kalbini, gönlünü, devamlı bu hakikatlerin meşgul ediyor olmasıdır.
Mesela, o gün gelenler sohbet ederken her şeyi bu hakikatler muvacehesinde değerlendirirlerdi. Bu hakikatlere göre hayat şekilleniyordu. Şimdi bugün bunları söylemek çok kolay niye çünkü İslami gelişmeler çok ileri noktaya gelmiş hatta şu kadarını da söyleyeyim. Bugün Anadolu’da 1071 muharebesinden beri (bütün samimiyetimle söylüyorum) İslami faaliyet veya İslam’a hizmet faaliyeti şu anda olduğu kadar geçmişte olmamıştır. İnsanlar gönülleriyle, kalpleriyle, servetleriyle evlatlarıyla her şeyleriyle böyle bir hizmete koşuyorlar. Yalnız, çok önemli bir şey söyleyeceğim bugün hizmete koşmanın veya İslami çalışmanın çok önemli çok çok önemli bir eksiği var; medeniyet perspektifinden yoksunuz. Dolayısıyla köylüleşmeye, hatta dejenere olmaya müsait hale gelmişiz. Zaman zaman da dünyevileşmeye müsait bir mahiyet arz ediyor. Bunu çok önemsiyorum. Mevzumuz dışında söyledim bunu ama önemli bulduğum için söyledim.
Gelen ağabeyler devamlı hizmet mi konuşurlardı?
Evet devamlı hizmet konuşurlardı. Yani o günkü saffet, samimiyet ihlâs, ciddiyet, vakar gibi şeyleri ben bugün (kendim dâhil) pek göremiyorum. Yani çok uzağız bir. İkincisi, hizmetler, İslami gelişme, insanların hayatına yansıması bu kadar gelişmişken bugün bunları söylemek kolay. Ama o gün yüksek sesle konuşmak bile problem, pencerenin önünden bir serseri geçip emniyete veya polise haber verdiği zaman hayatın bitiyordu. O zaman böyle bir zamandı. Böyle bir zamanda o insanlardaki o enerji, o şevk, o gayret, o ihlâs, o derin ciddiyet, vukuf, sarsılmamak, bunların hepsi onlarda vardı. Bunlar önemli şeyler ve belki bugün en çok vurgulanması gereken işte o ruhtur. O manadır. Ben, bugün bütün bunları yaşamış bir insan olarak kendime baktığım zaman kahroluyorum. Yani o günkü şeyi bulamıyorum. Ama, bir yerde diyorum “keşke bilmeseydim.” Bir yerde de “iyi ki, biliyorum” diyorum.
CEYLAN ÇALIŞKAN MÜTHİŞ BİR İNSANDI
İstanbul’da birlikte olduğunuz Ceylan Çalışkan abi vardı. Biraz da ondan bahseder misiniz?
Ceylan abi, İstanbul’a Üstad hazretlerinin vefatından sonra geldi. Altmışın sonunda veya altmış bir yılının başında geldi. Ceylan abi müthiş bir insandı. Dünyaya da ahirete de müthiş kafası çalışan bir zattı. Çok net hatırlıyorum Ceylan abiyi. Gülüşü, gelişi, sohbeti, esprileri, nükteleri, fevkalade zeki bir insandı, deha derecesinde bir zekâya sahipti. Fevkalade nüktedan bir adamdı. Her an nükteye açık bir insandı.
Türkiye’de minibüsçülüğü, daha doğrusu tarifeli taşıma sistemini kuran ilk kişi ceylan abidir. İlk O ihdas etmiştir. Zeytinburnu, Beyazıt arası çalışırdı. Ben minibüsünü bilirim ilk aldığı minibüsünü 56 fiyatı vardı. Çok iyi bir araba değildi. Yani, o marka arabalar iyi araba değildi. Sonra onu sattı bir tane Taymıs aldı. 34 AK 120 plakasını dahi hatırlıyorum.
CEYLAN ABİ ŞOFÖR, FIRNICI ABİ MUAVİN İDİ
Daha plakayı almamış bizim eve geldi. Mahallenin çocukları Ceylan abiyi çok severdi o zaman arabayı bulmak, binmek kimin haddine yok ki, mahallenin çocuklarını arabaya bindirir bir şehir turu attırırdı. Aksaray, Beyazıt, Topkapı falan. Dolayısıyla mahallenin çocukları Ceylan abi gelince etrafını sararlar. O da onları çok severdi. Ceylan abi dikkat çeken bir insan. Bulunduğu yerde hemen dikkatleri üzerine çekerdi. Paratoner gibi bir insandı. Öyle enteresan bir adamdı. Şimdi şöyle: Fırıncı abi muavin Ceylan abi şoför, Zeytinburnu’na dolmuşçuluk yapıyorlar.
İkisi ortak mıydı?
Yok ortak falan değillerdi ama her şey sanki birdi. Yani ne varsa herkes kullanır. Öyle bir durum söz konusu. Fırıncı abi Türkiye’nin en enteresan minibüs muaviniydi. Bağırıyor: Zeytinburrrrnu… Zeytinburrrrrrrrnu… Şeddeli hatta birkaç şeddeli bağırırdı. Zeytinburrrrnu… Zeytinburrrrrrrrnuuuuuu… ben biliyorum bu şekilde bağırırdı. Yolcu toplardı. (Gülüşmeler) o zaman minibüslerde muavin vardı.
Çok sonraları Mahmut diye biri vardı. Zeytinburnu’nda bir köy yoluna, Fırıncı abi, Birinci abi beraber beni bir yere götürdüler. O zaman ben de araba kullanıyordum. Yani, şoförlüğünü ben yapıyordum. Bir araziye bakmaya gitmiştik. Artık arazi mi alınacak tam hatırlamıyorum. Açık arazide dururken bir adam geldi. Fırıncı abinin gözünü kapadı arkadan ve “bil bakalım ben kimim” dedi. 70’li yılların sonu falan. Fırıncı abi gülmeye başladı. Ve kim olduğunu hemen hatırladı. Kimmiş? Tornacı ustası imiş meğer. Minibüsçülük yaparken o da minibüsçülük yaptığından biribirlerini tanıyorlarmış. Fırıncı abinin muavinliğini ta o zamandan bilen biri. Tornacı abi biraz bıçkın bir adammış, vurmuş vurulmuş bir adamdı. İşte böyle bir ortamda bu adamlar. Her türlü fedakârlığı yaptılar. Serdengeçti idiler.
60 LI YILLARDA İSTANBUL DA YAPILAN HİZMETLER
Risale-i Nur hizmeti ile ilgili olarak ne yaparlardı?
O dönemde en önemli hizmet İstanbul’da Risale-i Nurların basılmasıydı onunla iştigal ediyorlardı. Aslında bunların yazılması lazım ben birkaç arkadaşa dedim. Vaktim olsa kendim yazmak isterim. Risale-i Nurun neşir tarihinin yazılması lazım. En ufak teferruatıyla, el yazısıyla başlayan matbaalara kadar giden bir hikaye, bunun yazılması lazım, bunu şu anda herkes bilmiyor. Mesela ben Risale-i Nuru yazmıştım hatt-ı Kur’an ile. O zaman herkes yazardı. Önce el yazmasından teksire geçildi.
İnebolu’da Ahmet Nazif Çelebi ve oğlu Selahattin Çelebi, baba-oğul birlikte teksir makinesi ile çoğaltmaya başlıyorlar. Selahattin Çelebi İstanbul’dan teksir makinesini alıp getiriyor. 40’lı 45’li yıllarda, İnebolu’da teksirle basılmaya başlıyor. Üstad “500 kalemli Nurcu” diyor. Çünkü bir kalıptan ancak 500 nüsha çıkıyor. Daha sonra Tahiri abi teksir makinesi alıyor. Sav köyüne götürüyor. Bir de İbrahim Gül isminde Mustafa Gül’ün amcası veya amcazadesi birlikte Sav köyünde bu teksir makinesi ile basmaya devam ediyorlar.
Daha sonra ellili yılların sonu ben iyi hatırlıyorum. İşte daha önce bahsettiğim Zeki Yavuztürk’ün evinde (eski bakanlardan) onların Rum bozması bir evi vardı. Küçük bir evdi, ahşap bir ev, belkide tarihi bir evdir. Yani sit alanı olarak da ilan edilmiş olabilir. Çoktandır gitmiyorum oralara, oraları bilmiyorum şimdi ne durumdadır. Yani şimdi gitsem o evi bulabilirim çok iyi hatırlıyorum. Rahmetli Hakkı abi vefat etti. Onların babası vardı Ekrem amca, oğluna Hakkı abi derdi. Neden derdi? Çünkü, hizmette o daha ileriydi de ondan ona abi derdi. Hakkı abi diye çağırırdı. Ekrem amca derya gibi bir adamdı.
TEKSİR MAKİNESİ İLE RİSALE-İ NURLARIN BASILMASI
Teksir makinesini onlar mı almıştı?
Hayır teksir makinesi hep birlikte alınmıştı. Onların evinin bir odacığında ama yani oda demek için şahit lazım “odacık.” Üç dört kişi ayağını uzatarak otursa nefes alacak yer kalmaz. Babam bizi oraya götürürdü. Biz o zaman dört beş yaşlarındayız. Baskı işini imece usulüyle herkes yapardı. Yani, herkes yardım eder hatta biz bile kolu çevirmişizdir.
Esas Hoca Halil vardı Halil Yürür, o yapıyordu. Mustafa Ekmekçi yapıyordu. Fırıncı abi yapıyordu, babam yapıyordu. Gidince çeviriyordu. Yani, bilek gücüyle yapılan bir işti. Kolu çevirdikçe sayfalar çıkıyordu.
Teksir işi şöyle yapılır. Mumlu kâğıtlar var o kâğıtlara yazılırdı. Daktilo ile yazılırdı. Şimdiki gençlere daktiloyu da tarif etmek gerekir. Daktilonun şeridi vardır. Klavyede harf Tuşlarına basınca demir harf gider şeridi götürür kağıda vurur. Kağıda vurunca şerit mürekkepli olduğundan harfin izi kağıda çıkar ve harfler bir araya gelince de metin yazılmış olur.
Mumlu kâğıda yazarken şerit olmaz demir harf direk mumlu kâğıda çarpar ve onu deler, Çünkü mürekkep geçmesi lazım. Yanlış yazınca onu hanımların ojesi ile düzeltirdik. Yani, oje çok mübarek işlere hizmet etmiş (gülüşmeler). Oje çabuk kurur. Önce silersin sonra tekrar denk getirirsin yazmaya devam edersin.
Tabi bu Latin harfleri ile olan, Eğer Kuran hattı ile yazılacaksa o zaman sivri uçlu demir kalem ile yazmak gerekiyor. Gene mumlu kâğıda elle ucu ince toplu iğne başına benzer demir kalemle yazılır. Yazarken yırtmayan ama kağıdın üzerindeki mumu delen bir özelliği var. Osmanlıca risaleler onunla yazılırdı. İşte Altınbaşak, merhum Tahiri Mutlu abi yazardı. O zamanki risaleleri. Özellikle Hüsrev abinin hattı ile yazılanlar vardı. Mustafa Gül abi 70’li yıllarda İstanbul’a geldi Mektubat’ı yazdı ben biliyorum ve hatırlıyorum.
Mustafa Acet, Egemen yani o gün Risale-i Nuru mumlu kâğıda yazanlar bunlardı, bunları hatırlıyorum. O gün teksir ile çoğaltılan Risaleleri bu ağabeyler yazmıştı. Mumlu kâğıda yazılıyor. Mumlu kâğıt teksir makinesine takılıyor. Kolu var kolu çevirdikçe mumlu kâğıtla normal kâğıt bir araya geliyor, makineye mürekkep konuyor. O mürekkep mumlu kağıdın deliklerinden akıp beyaz kağıda yapışıyor ve yazı ortaya çıkıyor. Her çevirişte bir sayfa yazılmış oluyor.
İşte, babam bizi oraya götürürdü o zaman o hizmette çalışan insanlar babama “Ali abi bu çocukları niye getiriyorsun?” diye sorarlardı. Babam da (asker olması nedeniyle biraz sert cevap verirdi) “Siz anlamazsınız. Yarın bir gün bunlar hatırlar buraları bu yapılanları geleceğe anlatırlar.” Hakikaten hatırlıyorum cam gibi hatırlıyorum. Yani çok berrak bir şekilde hatırlıyorum. Babam haklıymış demek ki.
Bir taraftan teksirle hizmet, bir taraftan matbaa ile hizmet, ilk matbaa baskısı Ankara’da oluyor. Eskişehir’de Ceylan abinin bastığı kitaplar var ama. Esas ilk ciddi baskı Ankara’da oluyor. Daha sonra İstanbul’da basılmasına Üstad müsaade ediyor. İstanbul’da basılmaya başlanıyor. İstanbul’da bu baskı işlerini Mehmet Fırıncı, Ahmet Aytimur, Mehmet Birinci yapıyordu, daha sonra Mehmet Kutlular. Tesahüp ediyorlar, sahipleniyorlar. Bilahare bizde bu işlerin içinde bulunduk çok defa matbaada yattık, kalktık. Çok defa kitap dizgisi yaptık o nedenle de çokça kurşun asidi çektik içimize mürekkep kokusu falan. Bunlar güzel şeylerdir.
Nurtan Matbaasında basıyorduk. Daha sonra Kur’an’ı bastık. O günün Nur talebeleri İstanbul’da bunlarla meşgul oluyordu. Risale-i Nurun bizzat neşri ile. Tabi bugünkü manada 500 kişinin 1000 kişinin katıldığı bir araya gelerek ders yapması sözkonusu değil. Yani sayı çok fazla değil. O gün İstanbul’da hizmetle uğraşanların sayısı aşağıdan say 10 kişi yukarıdan say 11 kişiyi geçmez. Bunların hepsini tek tek sayabiliriz. Hem hizmet eden az hem de emniyet diye bir engel var. Hizmetlerin önemli bir handikapı ikide bir baskın yapılıyor. Birinci şubede "Kör Faruk" vardı, ben bir defasında şahit olmuştum ve onu tanıyordum.
(Devam edecek)
Söyleşinin diğer bölümleri RÖPORTAJ sayfasında