Risale-i Nur’un dili basittir çoban da anlar alim de

Şair-Yazar Sefer Akgül Bediüzzaman’ın güçlü edebiyatını anlattı

Röportaj: Ömer Çelebi-RisaleHaber
 
Bu haftaki röportajımızı Adıyamanlı Şair-Yazar Sefer Akgül’le yaptık. Akgül, 45 yıldır Risale-i Nur okuyor. Sefer Akgül ortaokul yıllarında İşitme kaybına uğramış. Ailesi okumak yerine radyo tamirciliği yapmasını istemiş buna rağmen okumayı ve öğrenmeyi hedef seçmiş… Risale-i Nur’u tanımasına Vehbi Vakkasoğlu vesile olmuş. Mahmut Allahverdi ağabeyin tedrisinde yetişmiş, Hulusi Yahyagil ağabeyin ise derslerinde bulunmuş… Hulusi ağabeyle ilgili unutamadığı hatırasını şöyle anlatıyor:; “Bir keresinde Hulusi Yahyagil ağabey Adıyaman’a gelmişti. Rahmetli Mahmut Allahverdi ağabey elimden tutup Hulusi ağabeyin önüne oturtarak dua etmesini istedi. Hulus ağabey şefkatli ve vakur bir şekilde Risale-i Nur okursam kulaklarımın açılacağını söyledi. O günden sonra kulaklarım açılmadı ama Risale-i Nur manevi kulaklarımı açtığı için fazla merak etmedim.” 
 
Adıyaman’da bir çay bahçesinde yaptığımız röportajda; hayat hikâyesini, Risale-i Nur ile tanışmasını, Risale-i Nur’un dilini, son zamanlarda cereyan eden hadiseleri konuştuk.
 
Sizi kısaca tanıyabilir miyiz?
 
1959 Adıyaman doğumluyum. İlk, orta ve lise eğitimimi memleketimde, yüksek tahsilimi Kayseri Yüksek İslam Enstitüsü’nde, yüksek lisansımı ise Harran Üniversitesi’nde yaptım. 1982 yılından beri yurdun çeşitli yerlerinde Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmenliği görevini ifa ediyorum. Evli ve 4 çocuk babasıyım.  İlkokul 2. sınıfta iken hızlı okuma yarışmalarında birinci olduğumdan beri şiir, edebiyat, sanat ve kültür dünyasıyla ilgileniyorum. Edebiyat dünyası, İlahiyat dünyası kadar benim hayatımda iç içe yer almıştır. Bekleyenler isimli bir şiir kitabım var. 1971 yılından beri şiirlerim, hikaye ve makalelerim bir çok ulusal ve mahalli yayın organlarında yayınlandı.
 
HİÇBİR YAZARIN HİTABINA BENZEMEYEN HAŞMETLİ BİR ÜSLUP
 
Risale-i Nur’u nerede, kimler vasıtasıyla tanıdınız?
 
1971 senesinde İmam-Hatip ortaokulu 1. sınıf öğrencisi iken derslerimize giren Vehbi Vakkasoğlu hocamız sayesinde tanıdım. Allah uzun ömürler versin, Vehbi hocamız bir gurup öğrenci olarak bizi evine çay içmeye davet etti. Çaydan önce elindeki küçük bir kitapçıktan yirmi dakika kadar süren bir metin okudu. O zaman işitme özürlü değildim. Vehbi hocam metni okurken o zamana kadar hissetmediğim bir hâkimane ses, hiçbir yazarın hitabına benzemeyen haşmetli bir üslup sanki evin tavanından bize sesleniyordu. Okunanların çoğunu anlamıyordum. Ama anladığım cümleler sanki anlamadığım yerleri de otomatikmen şuuruma zerkediyordu. “Hem madem, hem madem” tekrarları beynimde temel taşları yerleştirir gibi bir şeyler inşa etti. Çok etkilenmiştim. 
 
Bu ders sonunda Vehbi hocam okunan metni beğenip beğenmediğimi, tekrar dinlemeye gelip gelmeyeceğimi sorunca çok beğendiğimi ve her zaman geleceğimi söyledim. “Baban bırakmazsa yine gelir misin” sorusuna tereddütsüz “gelirim” cevabını verdim ve ardından “babam böyle bir dersi dinlememe engel olmaz” dedim. Allah uzun ömürler versin. Babam hafız-ul Kur’andı. Gözleri zayıftı. Ama eve Yeni İstiklal, Sabah vs. gibi dini gazeteler getirirdi, biz de okurduk. Özellikle şair ağabeyim Yaşar Akgül‘le beraber babamın Kur’an sesleri ve dini–milli yazıları bizlere okutma seansları içinde büyüdüm. Fakat Risale-i Nurlar hayatımın dönüm noktası oldu. Orta ikinci sınıfa geçtiğim yaz bir ateşli hastalık yüzünden iki kulağım birden sağır olunca okula devam edip etmeyeceğim tereddütleri başladı. Babam başta olmak üzere herkes okumayı bırakıp radyo tamirciliği vs. yapmamı tavsiye ettiler. Ama ben okumak istiyordum. Kararımı vermiştim. Çevremdeki hiç kimse bu kararıma karşı çıkmadı, beni ümitsizliğe düşürmedi. Orta, lise ve yüksek tahsilimi işitme özürlü bir vatandaş olarak tamamladım. Öğretmenliğe ise işitme cihazı takma şartıyla başladım ve 32 yıllık meslek hayatımı hala sürdürüyorum.  Vehbi hocamızın tayinle ayrılması sonrasında 18 yıl Mardin Hüseyna köyünde medrese tahsili yapıp Adıyaman’a gelen Allah uzun ömür ve şifalar versin Ali Güven hocam da Risale-i Nurları anlamamda çok büyük bir emeğe sahiptir. 1975-1977 yılları arasında gece saat 2’lere kadar birebir yaptığımız dersler benim Risale-i Nur’la beraber Nurculuk olgusunu öğrenmeme sebep oldu.
 
RİSALE-İ NUR MANEVİ KULAKLARIMI AÇTI
 
Risale-i Nur talebelerinden özellikle hangi ağabeylerle hukukunuz var. Bir-iki hatıranızı anlatır mısınız?
 
Kronolojik olarak Allah rahmet etsin Hacı Mahmut Allahverdi ağabey işitme engelli olduğum için umumi derslerde genellikle dersleri bana okutur, kendisi şerh ve izah yapardı. Bu ince düşüncesinden dolayı onu hep takdir ettim. Üniversite tahsili yıllarında Kayseri’de rahmetli Ali Mutlu ağabey hizmetlerdeki gayreti, şefkati ve fedakarlığı ile ruhumda derin izler bıraktı. Saff-ı evvel ağabeylerden uzaktan yakından bir çok ağabeyi gördüğüm halde birebir muhatap olduğum üç ağabeyle ilgili hatıralarım vardır. Birincisi işitme engelli olduğum ilk yıllarda çok üzülüyordum. Kulaklarımın açılması için hep dua eder dua isterdim. Bir keresinde Hulusi Yahyagil ağabey Adıyaman’a gelmişti. Rahmetli Mahmut ağabey elimden tutup Hulusi ağabeyin önüne oturtarak dua etmesini istedi. Hulus ağabey şefkatli ve vakur bir şekilde “Risale-i Nur okursam kulaklarımın açılacağını” söyledi. O günden sonra kulaklarım açılmadı ama Risale-i Nur manevi kulaklarımı açtığı için fazla merak etmedim. 
 
İkincisi 1986-87 yıllarında bacağım kemik iliği iltihabından dolayı kırılmıştı ve kemik kaynamıyordu. Mehmet Fırıncı ağabey Allah uzun ömürler versin ben acizle ilgilendi. İstanbul’da bir hastaneye yatmamı sağladı. O hastanedeki operasyonlarla iyileştik çok şükür. Tevazu ve mahviyetin zirvesi saydığım Fırıncı ağabeyi unutmam mümkün değil. Üçüncü de Sinop-Gerze’de öğretmenlik yaparken Lahikalarda adı geçen Terzi Salih ağabey tarafından 1983 veya 84 baharında Kastamonu’da Mehmet Fevzi ağabeyi ziyarete götürülmüştüm. Birebir muhatap oldum ve bizlere şeker ikram ettiğinde şekerleri bizzat kendi elleriyle bana ikram etmesini rica etmiştim. Kırmadı kendi elleriyle şekerleri verdi, ben de teberrüken aldım. Sonra ilim ve hikmet niyetine yedim. Allah hepsinden razı olsun.
 
 
RİSALE-İ NUR UYGULAMALI ÖRNEKLERİYLE DOLU BİR EDEBİYAT ŞAHİKASIDIR
 
Mesleğiniz edebiyat ve şiir. Risale-i Nur’la şiir arasında nasıl bir bağ kuruyorsunuz ve bir edebi metin olarak nasıl buluyorsunuz?
 
Risale-i Nur edebiyat kaygısı taşımadan yazılmış ama edebiyatın her alanına bakan, rehberlik yapan şiir, hikaye, nesir dil ve edebiyat poetikası ve kuramları olan; edebiyat, belağat, sanat teorilerinin uygulamalı örnekleriyle dolu bir edebiyat şahikasıdır. Keşfedilmeyi bekleyen derin, engin bir okyanus ya da uçsuz bucaksız bir gökyüzü. Dal dal bitmiyor, git git erişilmiyor. Gittikçe derinleşiyor, kılıcal damarlara indikçe daha başka ufuklar açılıyor. 
 
Risaleleri tanıyalı 40-45 yıl oldu. İşarat-ül İ’caz ve Muhakemat‘ta Üstad’ın belağat ve edebiyattaki maharetini ve vukufiyetini teorik olarak okumuştum ama kullandığı dil yer yer anlatım bozukluğu ile dolu diye düşünüyordum. Bu; ana dili Kürtçe, bilim dili Arapça ve Farsça olan ve ancak 20’li yaşlarda Türkçe konuşmaya başlayan Said Nursi için yeterli bir mazeretti. Fakat sonraları bu anlatım bozuklukları ve tuhaf teşbihleri ve ilginç cümle kuruluşlarının aslında Franz Kafka, Neitchze gibi kendi dillerinin kurallarını yıkarak yazan edipleri görünce bende şafak attı. Özellikle edebi akımlarımızdan olan 2. Yeni akımının şairlerinde gördüğüm cümle kuruluşları ve kapalı istiareler konuya daha ciddi eğilmemi sağladı. 
 
Üstadın farklı dili ve üslubu Spitzer’in “Dilde kaidelere bağlılık ve sertlik güçlü bir şahsiyetin ifade ihtiyacına yetmez. Zihni yaratıcılık varlığını her halûkârda kendini dilde hissettirir” diye bahsettiği türdendi. Dil ve anlatım uzmanlarından Prof. Dr. Nizamettin Uğur hocanın bahsettiği ”Her sözcük ilk görünüyor, ilk duyuluyor gibi izlenim bırakmalı. Çok anlamlılığın soluk aldığı, varlığını en çok duyduğu yerdir çıplak dil. Şair, çocukların Resullerin diliyle konuşur. Çocukların dili çıplak dile en yakın yaban olanıdır, Resullerin dili ise yoruma en açık ve en elverişli olanıdır. Çıplak dil simgelere (mazmunlara) açık dildir” tanımındaki bir dille karşılaşırız. Şimdi bir şey ne kadar basitse o kadar zor anlaşılır. 
 
RİSALE-İ NUR’UN DİLİ BASİTTİR ÇOBAN DA ALİM DE ANLAR
 
Risale dili, evet basittir, çocuk da anlar, çoban da anlar. Ama bu basitliği içinde alimleri, bilginleri epey uğraştırır, Yunus Emre’nin dili gibi… Muhakemat’ın ilk 8-10 sayfasını gençliğimde resmen ezberlemiştim. Ama anlayamıyordum. Unsur-ül Belağat’taki terimlerin edebiyat alanında hangi terime tekabül ettiğini çözemeyince şevkim kırıldı. Hakkıyla ders verecek bir kişiye de rast gelemedim. 1995’lerde Muhakemat’ın ilk bölümlerini incelemeye başladım. Fakat belagat bölümünde yine frene basmak zorunda kaldım. Sonraları 2006’lardan bu yana Risale-i Nurları “Algıda seçicilik” gözüyle edebiyat yönünden tekrar gözlemlemeye başladım. 2014’lere geldik epeyi bir birikim oldu. Fakat başta söylediğim gibi derin bir okyanus, git git bitmiyor. Kısa keserek belli konu başlıkları altında “Risale-i Nur ve Edebiyat” adı altında bir eser yazmaya karar verdim. Bu çalışmamın hitam bulması için tüm kardeşlerimden dua ve muzaheret bekliyorum.
 
BEDİÜZZAMAN’IN EDEBİYATTA USTALIĞINI GÖREBİLİRİZ
 
Bediüzzaman’ın dilini nasıl buluyorsunuz?
 
Üstadın dili nesne dili gibidir ama genelde üst dili kullanır. Yapısalcı F.Saussure ”Dil varolan nesnelere etiket yapıştırmak değildir. Böyle olsaydı sözlük ezberleyen o dili bilirdi” derken, Rus Biçimcisi T.Teodorov “Edebiyat dili yabancılaştırır. Bu dil herkesin kullandığı dil değil, bir biçime sokulmuş, farklılaştırılmış bir dildir” hükmünü verir. Üstadın dil ve anlatım tekniğini, imgelem ve simgeler dünyasını, teşbih, istiare sanatlarının örneklerini yıllar yıllar sonra bir Sezai Karakoç, bir Cemal Süreya, bir Tutunamayanlar romanında Oğuz Atay kullanmışlardır. Daha nicelerinin şiir ve romanlarında bunların örneklerini bulabiliriz. İnşallah yaptığım bu çalışmamda bunları da sunacağız. 
 
Vaaz gibi gelen metinlerde bile mesela ölüm temi üzerinde Üstadın kullandığı dil nesnel ve geleneksel dil gibi olmasına rağmen edebiyat ve belağat örnekleri taşır. Hani gündelik dilde ölümden bahsederiz ama şairler musalla taşını bir padişah tahtına benzeterek ölümü anlatırlar. ”Otuzbeş yaş” şiirinde Tarancı’nın kullandığı gibi. Veya Necip Fazıl’ın mezarlıktan bahsederken “Ebedi gençliğin taht kurduğu mezarlık” örneğinde olduğu gibi. Üstadın ölümden bahseden ifadelerini inceleyecek olursak, bu kadar zengin ve rengin ifadelerin nasıl da bir risalede bir arada toplanabileceği ustalığını görebiliriz. Mesnevî-i Nuriye’de Zeylül Hubab’da geçen cümlede; ”Evet hayat apartmanı yıkılıyor. Ömür tayyaresi şimşek gibi geçiyor. Zaman da sel dolaplarını süratle çalıştırıyor” ifadesindeki şimşek kelimesi belagat-edebiyat açısından sadece bir numuneciktir. Zira malumdur ki gündelik dilde “benim arabam çok hızlıdır“ dersiniz, fakat “benim arabam şimşek gibidir” derseniz üst dil denilen şiir diline geçiş yapmış olursunuz. Bu edebiyatın en basit kuralıdır. Bunu bilmeyen edebiyat yapamaz, edebiyat üzerine konuşamaz. 
 
Şimdi üstad burada hem sür’at kelimesini kullanmış nesnel ve gündelik dil kullanmış hem de şimşek benzetmesiyle üst dil  tekniğini uygulamıştır. Yine mesela Şualar’da geçen “Zat-ı Bakiî-i Hayy-ı Kayyum’a baktıkça ve iman dahi hayata hayat ve ruh oldukça, hem beka bulur, hem baki meyveler verir. Hem öyle yükseklenir ki sermediyet cilvesini alır, daha ömrün kısa ve uzunluğuna bakmaz, diye bu ayetten ders aldım” cümleleri… Burada  anlam olarak tasavvuf, ölüm düşüncesi, fena ve fanilik hüznü, Vahdet-i vücut ve şuhud konuları, makama göre Allah’ın isim ve esmasının kullanılması imanın hayata hayat oluşu, imanın ebedi meyveler vererek cennete kapı açması, varoluşçu Egzistansialist felsefenin- J.Paul Satre’ın içinde boğulduğu problemin halledilişine kadar bir çok bahis anahtar kelimelerde görüldüğü gibi yoğun ve iç içe yer almıştır. DNA şifreleri gibi çözülürse, teker teker açarsak bu iki satırlık yer, kitapları doldurur. Fakat odak noktamız dil ve anlatım olduğu için biz sadece “Öyle yükseklenir ki”deki “öyle“ kelimesine bakacağız. 
 
EDEBİYAT VE BELAĞAT ALANINDA KUR’AN ÜSTADI VE REHBERİDİR
 
Sezai Karakoç’un bir şiirinde “Öyle kar yağdı ki elim üşüdü” ifadesinde geçen “öyle” kelimesiyle karılaştıralım. Öyle kelimesinin belgisizliği, anlamı çok çok takviye etmektedir. Buradaki “öyle” kelimesi yerine şairin hissettiği acıyı ve hüznü başka kelime taşıyamaz. Bundan dolayıdır ki “öyle” yerine şair mesela “O kadar”ı tercih etmemiştir. Niçin? Çünkü soyut bir kavram olan hüznü, acıyı, “o kadar” kelimesi ifade edemez. Niceliksel ve çokluk ifade eden yani sayıya gelen, sayılabilen kavramlar için o kadar kelimesi kullanılabilir. Şiirde kemiyet’e bakan o kadar yerine, keyfiyete bakan “Öyle“ belgisizi kullanılması belağat gereğidir. Bunu usta şairler, edipler dikkate alırlar. Şimdi Üstadın “Öyle yükseklenir ki” ifadesinde geçen “Öyle” kelimesine bir de böyle bakarsak Üstadın edebi vukufiyeti daha iyi anlaşılır sanırım. 
 
Peru’lu yazar Manuel Scorza’nın “Toprak Acısı” romanında ”Onu görmüyorlardı. Çünkü görmek istemiyorlardı” cümlesi hayli yorum istiyor. Üstadın bu minval üzere çok basit görünen ama sayfalarca yorum isteyen cümlelerinden bir cümleyi aktaralım. ”Gören görmez..” Haydi buyurun bu cümlede kaç türlü kombinezon var, düşünün, edebiyat budur. Acizane kanaatim, Üstad her konuda Kur’an’ı kendine Üstad kabul ettiği gibi edebiyat ve belağat alanında da hem teoride hem pratikte Kur’anın belağatını kendine üstad ve rehber edinmiştir. Risale-i Nur’un dili Kur’andan tereşşuh ve takattur etmiş bir dildir. Kelimeleriyle oynanmasına Üstadın rıza göstermemesi bundandır. Tarafgirane bakanların da bitarafane bakanların da, muhalefetle hasmane bakanların da mecbur ve mahkum olduğu bu sonuç değişmez. Zamanla görülecektir. Velhasıl bu konu bu röportajın sınırlarını aşar. El arifü tekfihi işaret.
 
CEMAATLERİN ŞAHS-I MANEVİSİ, RİSALE-İ NUR’UN ŞAHS-I MANEVİSİNİN ÖNÜNE GEÇEMEZ
 
Son zamanlarda yaşanan hadiseleri cemaat perspektifinden nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce siyasî meseleler Risale-i Nur camiasını etkiliyor mu? 
 
Üstadın fena ve fani bir adamın güzel ve baki bir sözü vardır diyerek Tevfik Fikret’ten alıntı yapması gibi ben de Karl Marks’ın şu cümlesiyle cevap vereyim. Marks derki ”Tarihte olsun, tarihçede olsun bir olay yinelendi mi (tekerrür) güldürüye dönüşür. Oysa ilk gerçekleştiğinde trajedidir.” Risale-i Nur Külliyatı Münazarat, Lahikalar da dahil olmak üzere 130 küsur parçadan müteşekkil bir üniversitedir. Camia ise bu üniversitede okuyanlardır. Bu üniversitede fakülteler vardır, yalnız bu camianın içinde bazıları Lahikaları diğerlerinin en arkasına almış, bazıları da en öne yerleştirmişlerdir. Siyasal ihtilaflar sanıyorum sosyal ve siyasi prensiplerin yer aldığı Lahikalar’ın yorumlarından ve te’villerinden kaynaklanmaktadır. 
 
İHTİLAFLARI FAZLA BÜYÜTÜYORUZ GİBİ
 
Hz. Ali Efendimizin “Benden önce Kur’anın tenzili dönemi vardı, benimle te’vili dönemi başlayacaktır” sözündeki gibi tabiri caizse Risale-i Nur’un tenzili, tanzimi, muhafazası dönemi başarıyla bitirildi. Saff-ı evvel ağabeyler bunu büyük fedakarlıklarla yaptılar. Allah hepsinden razı olsun. Fakat son yıllarda te’vili dönemine girildi. Çoklar bunu fark etmese bu bence böyledir. Te’vil ve tefsir yapılması kaçınılmaz olacaktır çünkü ortada keşf ve halledilmesi gereken muazzam bir risaleler metni var. Risale-i Nur şahıs merkezli değil, metin merkezli bir dünyadır. Referanslar metinden mülhem olarak istinbat edildiği sürece, tefsir ve te’vil kurallarına riayet şartıyla bu kaderin bir imtihan sırrı gereği böyle olacaktır. Binaenaleyh ihtilafları o kadar büyütmeye gerek yoktur. Özellikle menfaat üzerine dönen siyaset canavarının alanına girince bazı kırılmalar, küsmeler kaçınılmaz oluyor. Olmasın istiyoruz ama istemekle olmuyor. 
 
Üstad hayattayken de ihtilaflar olmuştur. Onların detayını tafsilatıyla bilmiyorum ama 12 Eylül ihtilafını üniversite yıllarımın başında yaşadım, biraz bilirim. Bu benim için trajediydi. O dönemde Nur Talebelerinin yaşadığı trajedinin hikayesi, romanı henüz yazılmadı. Prof. İskender Pala bir yazısında buna değinerek bu trajedinin yazılmasını beklediğini ifade etti. Ama şu an itibariyle trajedi cephesinde bir şey yok. İçimizde saklı duruyor. O yıllardan kalma birikmiş kırılmalar, sitemler 2010’larda ve 2014’lerde yeniden depreşti diyebilirim. Bunun bir evveliyatı vardı yani. Ama nur cemaati bu konuda fazla sarsılmadı. Çünkü 12 Eylül’de bağışıklık kazandık, yapılan aşılar hala işlevini yerine getiriyor. 
 
SİYASİLERE TAVSİYE VE UYARMA GÖREVİ VAR ÖTESİ MESLEĞİMİZİ AŞAR
 
Dediğim gibi bu tür ihtilafları fazla büyütüyoruz gibi. Var olma-yok olma savaşı gibi görmemek lazım. Siyasi ihtilaflar mesleğimiz siyaset olmadığı için siyasi parti ihtilafları gibi görülmesin. Bu ihtilaflar siyasetin dışında durup seçim ve oylama zamanı hangi partiye oy verilmesi gerektiği konusundaki ihtilaflardır. Yoksa nurculuğun partisi, pırtısı olmaz. Ehl-i beyt misyonu, Hz. Hasan Efendimizin yarım kalan görevinin ifa edilmesi gibi hususlar göz önünde bulundurulursa görevin özeti siyasilere iyiyi, doğruyu tavsiye, yanlışta ve haksızlıkta ise uyarma görevidir. Ötesi mesleğimizi aşar. 
 
Biz Nurcuyuz, topuzcu değiliz. Cemaatin veya cemaatlerin şahs-ı manevisi, Risale-i Nur’un şahs-ı manevisin önüne geçemez. Nasıl ki bazı muhteremler Üstadımızın önüne geçerek, onu ve risaleyi gölgeleyip kendi şahsını ön plana aldığında tokat yerse, cemaatlerin şahs-ı manevileri de Risale-i Nurun şahs-ı manevisinin önün geçince tokat yerler. Biz bu geçici rüzgarlara tabi olacak bir cemaat değiliz. Veraset-i Nübüvvet mesleği vagon değil lokomotiftir. Yalnız bu ihtilaflarda İhlas risalesindeki, Uhuvvet risalesindeki düsturları, adalet-i mahza meselesini, adalet-i izafiye konusunu, meşveret ve şûrâ prensiplerini göz ardı edemeyiz. 
 
UHUVVET RİSALESİNDEKİ, ADALET-İ MAHZA DÜSTURUNDAKİ HAKLAR NE OLACAK?
 
Siyaset mühendisleri bir milleti, bir camiayı birbirine düşürmek için akl-ı selimi kenara atan öfke ve kin formüllerini iyi kullanırlar. Bir birey gibi cemaatler de öfkelenince akıllı düşünemez, sağlıklı sonuç çıkaramaz. Hata yapmaya başlar. Hatalar zinciri oluşunca savrulur gider. Nur cemaatleri arasında siyaset dışında hiçbir konuda ihtilafımız yok. Herkes hizmetine devam ediyor. O zaman siyasal ihtilaflarda öfkelenmeden karar verip herkesin görüşüne ve tercihine saygı duyulmalıdır. Nur cemaatleri dünyevi bir cemaat, sekülerleşmiş bir cemaat, devletçi bir cemaat değildir. Ortada bir menfaat bölüşümü ve paylaşımı da yok. O halde bu kadar öfke niye? Bizim düşmanımız ne şu, ne budur. Bizim düşmanımız Üstadımızın ifadesiyle “Cehalet, zaruret ihtilaftır.” İhtilafa muhalefet etmeli değil miyiz? Muhabbet, uhuvvet şefkat düsturlarını terk etmek niye? İhtilaflar esnasında 40 yıllık kardeşimizi veya kardeşlerimizi bir kalemde ve bir kelamda silip atmak yanlıştır. Bunun sorgulamasını yaptığımız zaman verilen cevap hayli düşündürücüdür. ”Kardeşim hakkın hatırı âlidir. Hiç bir şeye feda edilmez.” Peki o zaman; Uhuvvet Risalesindeki, Adalet-i Mahza düsturundaki haklar ne olacak? 40 yıllık halisane nur talebeliği ile hizmet yapan bir kardeşimizin siyaseten muhalif görüşü var diye onu defterden silmek, Hak’kın âli hatırına tecavüz olmuyor mu? 
 
“HANİ İLE YANİ”Yİ ÇOK KULLANIR OLDUK
 
Temsilde geçtiği gibi Müslümanın vücudu bir gemi gibidir. Bir cani sıfat yüzünden  on  masum sıfatı gark etmek hakkın ve hakikatın neresine uyar ki? Bu adalet-i mahza değil bal gibi adalet-i izafiyyedir. Hz. Ali anlayışı yerine Hz. Muaviye anlayışıdır. Kul hakkını ihlal etmek hakka hizmet olabilir mi? Va esafâ.. Her ihtilafta “Sakın sakın dünya cereyanları, hususen siyaset cereyanları sizleri tefrikaya atmasın” mektubunu her cenah öbür cenaha okuyor, kendini unutuyor ve tefrika devam ediyorsa bunun adı artık trajedi olamaz, komediye dönüşür. Siyasal İslamcıların âyet ve hadis okuyup bunları yaşamadıkları için bu kutsal me’hazlar toplum nezdinde nasıl aşınmaktaysa, bizler de Allah korusun Risale metinlerini aşındırmayalım. “Hani Üstad diyor ya..” diye nakle başlıyoruz. Veya bir metin okunduktan sonra, zorlayarak kendimize uygun tevillere getirmek için ”Yani Üstad burada demek istiyor ki…” şeklinde hep “Hani ile yani”yi çok kullanır olduk. İhtilaflarda kes kopyala yapıştır yaptığımızda gerekçeler metindeki doğrular kadar önemlidir aslında. Gerekçe doğru olmazsa doğrunun anlamı kalmaz.
 
Son süreçte Risale-i Nur Talebelerinin siyasî duruşunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
 
Siyaset niyet sorgulama yeri değildir, siyaset sonuç alma sanatıdır. Amellerde niyet sorgulanır siyasette ise sonuç sorgulanmalıdır. Maalesef bizler siyasal tercihlerimizde adayın/kişinin, liderin iyi niyetinden bahsetmekteyiz. Oysa sonuçlarına bakmak gerekir. Burada iyi niyet yetmiyor. Siyasette yanlış yerde duran doğru adam ile, doğru yerde duran yanlış adamı değerlendirmede cerbezeye düşmemeliyiz. Son siyasal tercih ihtilafında yaşananla bence bundan ibarettir.
 
RİSALE-İ NUR VE NURCULUK DEVLETÇİ DEĞİLDİR
 
Diyanet’in İşarat-ül  İ’caz baskısını, bandrol meselesini  nasıl değerlendiriyorsunuz?
 
Diyanetin, aslında devletin diyelim, İşarat-ül İ’cazı basması müsbet ve beklenen bir olay. Üstadımız da hayattayken risaleleri Diyanet eliyle bastırmak için bir hayli gayret göstermiş. Rahmetli Mustafa Sungur ağabeyi bizzat dönemin Diyanet İşleri Başkanına göndermiştir. Ayasofya’nın açılışı gibi sürüncemede kalan bir talepti bu. Risale basım işinin devamının geleceğini siyasiler ifade ettiler. İnşallah devamı da gelir. Fakat şu bandrol meselesi bir hayli karışık ve netameli bir alan oluşturdu. Gecikme herkesi rahatsız etmektedir. Bu işi başlatan ağabeyler bile rahatsızlar. Bildiğim kadarıyla bu teklif devletten gelmedi. Cemaatin bir kısmından devlete teklif edildi. Amaç metnin tahrif edilmesini önlemek ve külliyatın basımını dünyevi menfaat ve geçimlik malzemesi yapılmasının yollarını kapatmaktı. Fakat hesapta olmayan bir taktik hatası yapıldı. Risale-i Nur ve Nurculuk devletçi değildir. Devlet desteği vs. ile işimiz olamaz. Biz devletten müstağniyiz. Burada devletten beklenen koruma ve muhafaza iken devletin derinlerindeki bazı damarlar bunu fırsat bildiler. Tabi biz kendi ayağımızla bu tuzağa gittik galiba. 
 
Hz. Yusuf’u (as) kardeşleri öldürmek bahanesiyle babaları Yakup‘tan (as) istediklerinde Yusuf’unu vermek istemeyen Yakup (as) farkında olmadan onlara taktik vermişti. ”Korkarım O’nu kurt kapar” demişti. Kardeşleri de Hz. Yusuf’u kuyuya atıp babalarına kurt yedi hikayesini anlattılar. Bandrol konusunda fazla feryad u figan eden bir camia, adeta karşı tarafı uyandırıp kurdu akla getirdi. Sonrasını biliyorsunuz mesele kurt kuzu hikayesine dönüştü. 
 
Burada birkaç ihtimal var. 
1. Stratejik Zındıka taktiği: Devlet içindeki bu gurup, bu işi geciktirerek Risale-i Nur’un intişarına ve neşriyatına engel olmak istemektedir. Said Nursi ile geçmişte kalan hesaplaşmanın bedelini ödetmek için yapılıyor olabilir. 
2. Bürokratik taktik: Devlet bu işin nasıl olacağını sormak için yetkili ve kanunî muhatap bulamıyor. Onun için sürüncemede kalıyor. 
3. Münafıkane taktik: Hükümet bazı mahfillerin baskısı ve gözdağı vermesi üzerine  düşündüğü güzel uygulamadan iktidarı uğruna çark etmiş olabilir. 
4. Müntakimane taktik: Hükümet nur camiası içinde kendisine destek olmayıp muhalif olan camiaları maddi zarara uğraması için oyalama süreciyle süründürüp intikam almaktadır. Maddi zarara sokmak için meseleyi muallakta bırakmaktadır. 
5. Kaderin adalet taktiği: Risalenin pervasızca sadeleştirilmesi yüzünden şefkat tokatlarıyla başlayan bu süreç, Risale-i Nur Külliyatının basım ve satışından geçimlik yaparak nimetlenirken bu arada çalıştırdığı elemanların hakkını/ücretini adilane şekilde vermeyen, sosyal haklarını ve tazminatını ödemeden işten çıkaran, bedava–beleş  hizmet yaptırmaya alışmış bazı yayınevlerine kaderin vurduğu bir şefkat tokadı  olabilir.
 
SİYASAL KONULARDA MÜNAZARAT TAM BİR MANİFESTODUR
 
Günümüzün genel sorunlarına Risale-i Nur’dan nasıl bir reçete sunabilir?
 
Günümüz sorunlarına Risale-i Nur yüz küsür sene önce reçete sunmuştur. Siyasal konularda Münazarat tam bir demokrasi manifestosudur. Bu reçeteleri öncelikle nur cemaati kendi evinde, dersanesinde ve şura toplantılarında uygulamalıdır. ”İstibdat tahakkümdür, keyfi muameledir. Kuvvete dayanarak zulmeder. Tek kişinin reyidir/görüşüdür. Su-i istimale uygun bir zemindir, zulmün temelidir. İnsaniyeti sefalet derelerine yuvarlayan, Alem-i İslamiyeti zillet ve sefalete atan; gayz, kin ve düşmanlığı uyandırıp İslami zehirlendiren; İslamların arasına ihtilaf atan istibdattır” diyen Üstadımız reçeteyi sunmuş zaten. Tek kişinin görüşünü meşveret sonucu diyerek yutturmak en azından bilimsel istibdattır, sonrasına kapı açar. Mutezile, Cebriyye, Mürcie örneğinde olduğu gibi. 
 
ÇÖZÜM SÜRECİ İÇİN REÇETE RİSALE-İ NUR’DUR
 
Kürtler, Türkler kısaca her millet, her parti, her cemaat ve grup öncelikle istibdat bağlarından kurtulmalıdır. “Ekmeksiz yaşarım hürriyetsiz yaşayamam” diyen Üstadımıza rağmen “önce ekmek” dersek müstebitlere gün doğar. Kendi hukukumuzu aramazsak hamiyetperverler bile başımıza müstebit kesilir. 
 
Yakın planda bir çözüm süreci için reçete Risale-i Nur’dur. Hükümetler daha çok uğraşacaklar, devlet daha çok yorulacak. Kürtler ve Türkler daha çok çekecekler. Zira hastalığın teşhisi doğruysa da ilacı ve reçetesi Risale-i Nur dışından yazıldığı için hastalık geçmeyecek, hasta iyileşmeyecektir. İstikbalde herkes bu reçetelere mecbur kalacaktır. Zira Risale-i Nur hem fıtratı, hem fıtrattaki Kur’anı, hem de Şer’î Kur’anı mezcetmiş ve reçeteleri ona göre yazmıştır.
 
TAKLİDİ İMANLA HİZMET OLMAZ
 
Son bir mesajınızı alabilir miyiz?
 
İnsanlar Hadis-i Şerifte geçtiği gibi bir gemideki yolculara benzerler. Kimisi üst katta kimisi alt kattadır. Alt kattakiler susayıp üst kattakilerden su istediklerinde eğer üst kattakiler oralı olmaz da suyu esirgerlerse alt kattakiler gemiyi delerler, böylece herkes batar. Nur talebeleri su verilmese de gemiyi delemezler, delmezler. Müsbet hareket mesleğimizdir. Üstadın deyimiyle ilahi bir gemide makine dairesinde çalışan hademeleriz. Kosturma esaretinde kavga eden mahkumlara Üstadın uyguladığı bir taktik vardı. ”Haksıza destek olun. Haklılar nasılsa kemalatlarından ötürü umumun selameti için kavgadan vazgeçeceklerdir.” Şimdi Nurcular bu kavgada haklı olmalarının yanında gemiyi delmeye tenezzül etmeyeceklerdir. Umumun selameti için haklılıklarından şimdilik feragat edeceklerdir. Sabır ve sekinet içinde olacaklardır. Bu onların uysal koyun olduğu anlamına gelmez. 
 
Mekke dönemini yaşamadan Medine dönemine geldiklerini sanarak güç sarhoşu olan günümüzün harici anlayışındaki bazı siyasal İslamcı guruplar tahkiki iman sahibi olmadan şeriat, Medine devleti, İslam devleti gibi büyük işlere soyundular. Hem davaya, hem kendilerine hem de diğer cemaatlere zarar verecek raddeye getirdiler. Düşmanın da maskarası olacak bir badireye düştüler. Hulusi ağabeyin dediği gibi; “Taklidî imanla hizmet olmaz.” 
 
Necip Fazıl’ın siyasal İslam için yazdığı rapor 1, rapor 2, rapor3’lerde bahsettiği “Büyük doğu davasının düşük çocukları” diye nitelediği bir takım sakallı çocuklar inşallah memleketin başına yeni badireler açmazlar. Hz. Ömer‘in adil düzeni falan derken Yezid ve Harici düzenine kaymazlar. Nur Talebeleri şimdilik vakur bir şekilde bekleyecektir. Bunların başına bir bela geldiğinde, suya düştüklerinde, uçurumdan aşağıya uçtuklarında eminim ki yine ellerinden tutacak olanlar yine Nur talebeleri olacaktır. Evet, bu cemaatin biri mağlup edilse de diğeri galibane yoluna devam eder. Hak daima galiptir. Son sözümüz Üstadımızın ifade ettiği gibi; ”Yaşasın sıdk. Ölsün ye’is. Muhabbet devam etsin. Şura kuvvet bulsun. Selam ve selamet Hüdaya tabi olanlara olsun. Durmak yok, hizmete devam…
 
 

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (10)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.

Röportaj Haberleri