Risale-i Nurlardan istifade ederek bir takım çalışmalar yapan araştırmacıların ve ilim erbabının kullandıkları dilin halk kitleleri tarafından kabul görmüş yeni kelimelerden oluşmasından dolayı, “Uydurukça kelimelere çok yer veriliyor ve Risale-i Nurların dili bozulmak isteniyor” şeklinde bir endişeye yol açtığını zaman zaman görüyoruz.
Risale-i Nurun dili kendine has bambaşka Kur’anî bir dildir. Yüce Allah Kur’an-ı Kerim için “Onu Biz indirdik, Biz koruyacağız” garantisini veriyor. Buradan Kur’an’dan sızan manaların asrımıza bir yansıması olan Risale-i Nurların da bir anlamda koruma altında olduğu anlamı pekala çıkartılabilir. Dolayısı ile Risale-i Nurun dilinin bozulabileceğine inanmak pek mümkün görünmüyor. Çünkü Risale-i Nur, pasif durumda değil, aktif olarak Türkçeyi koruyan ve ona çok zenginlik katan bir konumdadır. Bu etkinin kesintisiz olarak sürmekte olduğunu da iftiharla söyleyebiliriz.
1930’lu yıllarda Türk Dil Kurumu aracılığı ile resmi kanaldan yürütülen sadeleştirme çabaları, daha sonra ifrat derecelerine varan uydurukça maskaralığı artık günümüzde yok. Dil serbest ve tabii seyrine bırakılmıştır. Bugün uydurukça döneminin kalıntıları olsa da bilim adamlarımız kendi alanlarının kavramları ile rahatça konuşabilmekte ve yazılar yazabilmektedirler. Bu nedenle nerede Risale-i Nurdan alınmış bir parça görsek hemen tanıyoruz, söz aralarındaki manaların kırıntılarını bile hemen hissedebiliyoruz.
Bugüne kadar kimsenin çıkıp da; “Kur’an’ı neden tercüme ediyorsunuz veya neden tefsir ediyorsunuz? Ku’ran’ın dili bozuluyor” diye feryat ettiği duyulmamıştır. Risale-i Nurlar telif edilirken de eden olmamıştır. Edemezlerdi çünkü Risale-i Nur Kur’an’ın kendisi değildi, elbette Kur’an’ın asrımıza kendine has bir dil ve üslupla hitabından başka bir şey de olamazdı.
Risale-i Nuru okuyan, onun özel olduğunu hemen anlar. Onu anlayan da kelime dediğimiz kalıplara takılı kalmaz. Aslında manalar kelimelerle sınırlandırılamazlar. Sınırlandırılmamalıdırlar da. İnsan tefekkür ettikçe ve mana âlemine daldıkça, kelimelerin dar kalıplarından sıyrılarak çok daha fazlasını anlar, hisseder. Ancak kelimelerin kifayet ettiği kadarını anlatabilir.
Risale-i Nuru yüzeysel okumanın açmazlarından birisi de; kelimelerin arkasındaki Kur’anî manalar okyanusuna, kelime perdelerini yırtarak geçememe veya dalamamadır. Belki bir kısımları dalıyordur, bunu şüphesiz Allah ile kendileri bilir. Ama çokları kelimelerin elastiki perdesini içe doğru gerdirerek veya sündürerek bir takım şeyler görmekte iseler de perdeyi yırtmaya muvaffak olamadıklarından geri tepmektedir. Bir bakıma mana âlemine rahat geçiş yapamayanlar için kelimeler kıymetli hale gelmektedir. Yanlış anlaşılmasın kelimelerin bütün bütün değersiz olduklarını ifade etmek istemiyorum. Elbette kelimeler çok önemlidir. Ama, burada asıl maksat manalardır, kelimeler ise birer araçtırlar.
Risale-i Nurları küçük çocuklara, konuşma, görme ve duyma engellilere, her yaştan ve her meslekten insana, onların anlayacağı dilde anlatmak mecburiyetindeyiz; kimine sesli, kimine görüntülü, kimine oyunla, kimine de sanatla… Bu hiçbir zaman Risale-i Nurun dilini bozmak anlamına gelmez.
Küçücük bir çocuğa anlayacağı bir dille yani birtakım işaretlerle, resimlerle ve basit kelimelerle anlatım acaba Risale-i Nurdan ne eksiltebilir? Aynı şekilde bir ressamın, bir müzisyenin, bir psikologun, bir televizyoncunun, bir felsefecinin, bir edebiyatçının kendi dalları ile ilgili kelime kadrosu ve terminolojisi ile Risale-i Nurlardaki manaları ifade etmelerinin ne sakıncası olabilir?
Risale-i Nurlar bütün dünya dillerine çevriliyor. Fakat bu dili bozmak anlamı taşımıyor. Tercümeyi kabullenebiliyor ve makul görebiliyorsak, Risale-i Nurların ilim, sanat ve fıtrat dilleri ile de dile getirilmesini hoş görebilmeliyiz.
İlim ancak özgür ortamlarda gelişebilir. Bediüzzaman özgürlüğü imanın bir özelliği olarak görür ve çok önem verir. Dolayısı ile bilim adamlarına özgürce yazmayı ve konuşmayı kısıtlayacak herhangi bir dayatma Risale-i Nurların hiçbir yerinde yoktur.
Peygamberimiz (asm) mealen, “Çocuklarınızı zamanına göre yetiştiriniz” buyurur. Bediüzzaman “Eski hal muhal ya yeni hal ya izmihlal” der. Geriye dönemezsiniz. Geriye doğru bir gelişim göremezsiniz. Bu eşyanın tabiatına aykırıdır.
Üstad Bedizzaman’ın yürüttüğü birbirine geçmiş üç daire ve üç devirden oluşan hizmet programının devamını ve uygulanmasını Nur cemaatinin manevi şahsiyetine tevdi ettiğini Barla Lahikası 283. mektupta görüyoruz. Üstad; “Risale-i Nur'un tekmil-i izahı ve haşiyelerle beyanı ve ispatı size tevdi edilmiş, tahmin ediyorum. … Onun için vazifem bitmiş gibi bana geliyor. Sizin vazifeniz devam ediyor. Ve inşallah vazifeniz şerh ve izahla ve tekmil ve tahşiye ile ve neşir ve tâlimle, belki Yirmi Beşinci ve Otuz İkinci Mektupları telif ve Dokuzuncu Şuânın Dokuz Makamını tekmille ve Risale-i Nur'u tanzim ve tertip ve tefsir ve tashihle devam edecek." diyor.
Bediüzzaman’ın Osmanlının son döneminde yazdığı makalelerin dili ile Barla, Emirdağ ve Kastamonu lahikalarındaki mektupların dili aynı değildir. Giderek bir sadeleşme olduğu görülüyor. İşârâtü’l-İ’caz’ın ve Muhakemat’ın dili ile Sözlerin, Lem’alar’ın ve Mektubat’ın dilleri de aynı değildir. Burada Üstadın zaman ve zemine göre yenilendiğini ve muhataplarına göre hareket etmiş olduğunu görüyoruz.
Sonuç olarak Risale-i Nur, bütün insanlığa aittir. Herkesin istifadesine açıktır. İstifade edenler kendilerine göre istifade ederler, ne anladılarsa ona göre ifade ederler ve muhatapların da anlayacakları şekilde anlatırlar. Burada manalar Risale-i Nura aittir, ama ifade ediş şekli ifade edenin kendisine aittir. Kelimeler manayı kaldıramayacak kadar hafif iseler, zaten kelimeleri çatlatarak daha fazla yardımcı kelimelere ihtiyaç hissettirecektir. Bediüzzaman halkın kullandığı dili önemsemiştir. Halkın benimsemediği yapay ve uyduruk kelimeler ne camiada, ne de bilim adamlarının dilinde de hayat hakkı bulamayacaktır. Risale-i Nur esastır. Kaynak göstermek suretiyle alıntı yapılabilir veya manaları başka şekilde ifade edilebilir, manalarının ilim ve sanat ehli tarafından işlenerek sümbül ve meyve vermesi kadar tabi bir şey olmasa gerektir. Bu tahrip ve bozulmak değildir, aksine zenginleşmektir. Yapay ve uydurma olan şeyler de eninde sonunda aslına rücu edecektir.