Epey bir süredir yazmayı arzu ettiğim ve ehemmiyetli bir mes’ele olduğunu da farkettiğim ‘Risâle-i Nûr'un hocası, Risâle-i Nûr'dur. Risâle-i Nûr, başkalarından ders almağa ihtiyaç bırakmıyor’ ifâdesinden maksadın ne olduğuna dâir bir yazıyı kaleme alıp, istifâdelere takdîm etmek niyetinde idim. Cenâb-ı Hakk’ın cc ihsân ve lütfû ile tamamlayabilmek nasîb oldu. Tahlîle geçmeden evvel bu husûstaki iki mühim ifâdeyi kaydedelim:
“Resâil-in Nûr dahi gâyet yüksek ve derîn bir ilim olduğu halde, külfet-i tahsile ve derse çalışmağa ve başka üstadlardan taallüm edilmeğe ve müderrisînin ağzından iktibas olmağa muhtaç olmadan herkes derecesine göre o ulûm-u âliyeyi, meşakkat ateşine lüzûm kalmadan anlayabilir, kendi kendine istifâde eder, muhakkik bir âlim olabilir.” (Şuâlar, Birinci Şuâ)
Diğer bahis ise;
“Şimdi Risâle-i Nûr Külliyatından, îmân, Kur'ân ve Hazret-i Peygamber (Aleyhissalâtü Vesselâm) Efendimiz hakkında olan eserlerden bâzı kısımları aynen okuyacağım. Siz bu eserleri elde edip tamamını okursunuz. Okurken, belki izah edilmesini isteyen kardeşlerimiz olacaktır. Fakat bu hususta arzedeyim ki, üstadımız Bedîüzzaman, bir Nûr talebesine Risâle-i Nûr'dan bazan okuyuvermek lütfunu bahşederken izah etmiyor, diyor ki: ‘Risâle-i Nûr, îmânî mes'eleleri lüzûmu derecesinde izah etmiş. Risâle-i Nûr'un hocası, Risâle-i Nûr'dur. Risâle-i Nûr, başkalarından ders almağa ihtiyaç bırakmıyor. Herkes istidâdı nisbetinde kendi kendine istifade eder. Aklınız herbir mes'eleyi tam anlamasa da, ruh, kalb ve vicdanınız hissesini alır. Ne kadar istifade etseniz, büyük bir kazançtır.’
Okunan Türkçe veya Arabça bir risâlenin izahı, başka bir risâlede varsa, onu getirip okuyor. Risâle-i Nûr'daki gâyet ince nükteleri derkeden basiretli âlimler de der ki: Bir âlimin yüksek bir ilmi olabilir fakat Risâle-i Nûr'u cemaata okurken tafsilâta girişip eski malûmatlarıyla açıklarsa; bu izahatı, Risâle-i Nûr'un beyân ettiği, asrımızın fehmine uygun ve ihtiyacına tam cevab veren hakikatların anlaşılmasında ve tesiratında ve Risâle-i Nûr'un mâhiyetinin derkine bir perde olabilir. Bunun için, bâzı lügatların manalarını söyleyerek aynen okumak daha müessir ve daha efdaldir.” (Sözler, Konferans, 1958)
Bu iki metnin ilki; Hazret-i Üstâd’ımız tarafından bizzat, diğeri ise; talebelerinden olan merhûm Zübeyir Gündüzalp Ağabey tarafından hazırlanmış ve Sözler mecmûasının âhirine Hazret-i Üstâd’ımızın da tensîbiyle derc edilmiştir.
GENEL BİR TAHLÎL
Mâdem Risâle-i Nûr, Kur’ân’ın îmâna bakan âyetlerinin hakîki bir tefsîridir, o vakit menşeî, kaynağı Kur’ân-ı Azîmü’ş-şân olması itibâriyle hitâbât-ı Subhâniye ne diyor dikkat edelim ve “her asırda meydan okuyan Kur'ân-ı Mu'ciz-ül Beyân nâmındaki kitaba müracaat edip, o ne diyor, bilelim.” (Asâ-yı Mûsâ)
“Size, Allah'tan bir nûr ve apaçık bir kitap (Kur'ân) gelmiştir.” (Mâide, 15) ve “Elif Lâm Râ. Bunlar, kitabın ve apaçık olan Kur'ân'ın âyetleridir.” (Hicr, 1) ve “Tâ-Sîn. Bunlar Kur'ân'ın, apaçık bir kitabın âyetleridir.” (Neml, 1) ve diğer bir âyette “(Ey Muhammed) Sana bu kitabı; her şeyi açıkça açıklayan, doğru yolu gösteren bir rehber, bir rahmet ve müslümanlar için bir müjde olarak indirdik.” (Nahl, 89) ve “O (kendisine indirilen kitap) ancak bir öğüt ve apaçık bir Kur'ân'dır.” (Yâsîn, 69) âyetleriyle ‘açıkça’ veya ‘apaçık olarak’ indirildiği ihtâr edilen Kur’ân-ı Azîmüşşân üzerinde Sahâbîler dâhil, onlardan şu zamânımıza kadar gelen umûm ümmet düşünmeye, anlamaya, bir bilene danışmaya, müzâkereye, mütâlaaya, derinleşmeye, öğrenmeye ihtiyaç duymuştur. Zirâ, Kur’ân-ı Kerîm’deki bâzı âyetlerde dahi hükmün tatbikâtına dâir farklı içtihâdların olabilmesi buna açık bir delîldir. Hâsılı, ilk muallimleri olan Allah’ın Resûlü aleyhissalâtu vesselâm müstesna olmak üzere, mertebe ve makâmı ne olursa olsun, herkes hayatının bir evresinde, bir döneminde bu taallüme muhtâç ve mecbûrdur.
Cenâb-ı Hakk cc bu hakîkati bize açıkça bildirmektedir. Meselâ;
“Allah, hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse, şüphesiz ona çokça hayır verilmiş demektir. Bunu ancak akıl sahipleri anlar.” (Bakara, 269), başka bir âyette “Fakat içlerinden ilimde derinleşmiş olanlar ve mü'minler…” (Nisâ, 162) diyerek bahseder ve başka bir âyette de “Din adamları ve âlimleri onlara ...”([1]) (Mâide, 63) hitâbıyla ve yine “De ki: ‘Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?’ Ancak akıl sahipleri bunu hakkıyla düşünür.” (Zumer, 9) ile açıkça ve bir diğer âyette de “Hâlbuki onu peygambere ve içlerinden yetki sahibi kimselere götürselerdi, elbette bunlardan, onu değerlendirip sonuç (hüküm) çıkarabilecek nitelikte (ehil) olanları onu anlayıp bilirlerdi.” (Nisâ, 83) buyurarak, “Eğer bilmiyorsanız ilim sahiplerine (bilenlere, ehline) sorun.” (Enbiya, 7) âyetiyle de ehil olan kullarından haber vermiştir ve "‘Rabbim! İlmimi arttır’ de.” (Taha, 114) âyetiyle de ilme mazhâr olmaya ve tahsiline bizleri sevk etmiştir.
Âyetlerde zikredildiği üzere Cenâb-ı Hakk’ın (cc), hikmeti dilediğine verdiğini ve herkeste olmadığını, ilimde derinleşenlerin bulunduğunu, ‘dîn adamları ve âlimler’ ünvânıyla zikredilen kulların bulunduğunu, hiç ‘bilenlerle bilmeyenler bir olur mu’ diyerek herkesin herşeyi bilemeyeceğini ve bilemeyenlerin, bilenlerden sormasını yâni فَسْپَلُوا اَهْلَ الذِّكْرِ (Enbiyâ, 7) ile ‘ilim sâhiplerine, ehline sormayı’ emretmiş ve ‘Rabbim, ilmimi arttır’ diyerek duâ edilmesini ihtâr etmesiyle ‘ilmin nihâyetsizliğini ve insanın da nâkıslığını’ göstermiştir.
Bütün bu âyetler, insanlar arasında mertebe-i ilmiyede farklar olduğunu ve bilenler ile bilmeyenlerin bulunduğunu açıkça bize bildirmiştir. Maddî dünyamızda da böyledir, zirâ her bir meslek dalında da bilenler, daha iyi bilenler ve az bilenler bulunur.
Peki, hadisler bu husûsta ne diyor?
Allah’ın Resûlü aleyhissalâtu vesselâm buyuruyorlar ki: “Hikmetli söz mü`minin yitiğidir. Onu nerede bulursa, onu hemen almaya ehaktır.” (Sünen-i Tirmizî, Kitâbu’l-İlm; İbn-i Mâce, Kitâbu’z-Zühd)
- “Âlim kimsenin, abid kimseye karşı üstünlüğü, benim, sizin en aşağı mertebede olanınıza karşı üstünlüğüm gibidir” (Sünen-i Tirmizî, Kitâbu’l-İlm; İbn Mâce, Mukaddime; Sünen-i Dârimi, Mukaddime)
- “Âlimler, peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler miras olarak ne dinar, ne de dirhem bırakmışlardır; onlar sâdece miras olarak ilim bırakmışlardır. Kim ilimden nasîbini alırsa çok büyük hayırlara kavuşmuş olur.” (Sünen-i Tirmizî, Kitâbu’l-İlm; Ebû Dâvud, Kitâbu’l-İlm; İbn Mâce, Mukaddime)
- “Allah, kime hayır dilerse, dîni konularda onu bilgili ve anlayışlı kılar.” (Sünen-i Tirmizî, Kitâbu’l-İlm; Sünen-i Dârimi, Mukaddime)
- “Allah, ilmi insanların kafalarından söküp çıkaracak kaldıracak değildir. Fakat ilmi, ilim adamlarını ortadan kaldırmak sûretiyle kaldıracaktır. Sonunda hiç âlim kalmayacak ve insanlar câhil bilgisiz kimseleri kendilerine önder lider ve kurtarıcı seçecekler ve onlara dîni ve ilmî mes’eleler soracaklar, onlar da câhilce fetvâ vererek hem kendileri sapıtmış, hem de başkalarını saptırmış olacaklardır.” (Sünen-i Tirmizî, Kitâbu’l-İlm; İbn Mâce, Mukaddime; Sünen-i Müslim, Kitâbu’l-İlm)
Buraya kadar âyet ve hadislerden fehm ve iktibas sûretiyle kaydettiklerimiz, ilmin ve ehl-i ilmin mâhiyetini ve ilmin muhâfazasının gerekliliğini ve ilmin ortadan kalkmasının ise ehl-i ilmin susturulmasıyla vuku’ bulacağını açıkça bizlere beyân ve ihbâr ediyor.
Bu kadar açık bir şekilde beyân edilmiş olan bir hakîkate karşı, Kur’ân’dan tereşşuh etmiş olan Risâle-i Nûr’un, bu hakîkatlerin zıddına bir beyânda bulunması mümkün olabilir mi?
Ya da Bedîüzzaman Hazretleri, ‘Risâle-i Nûr’un hocaya, müderrise ihtiyacı yoktur’ diyerek ehl-i ilim ve hocaları susturuyor olabilir mi?
Bir de şöyle düşünelim:
Kur’ân-ı Kerîm’in apaçık bir kitap olduğunu Cenâb-ı Hakk cc bizlere bildirmiyor mu?
Bu durumda, ‘Kur’ân’ın hocası, muallimi de olamaz, zâten apaçık bir kitap olduğu kendi beyânıdır ve hâliyle Kur’ân’ı yalnızca Kur’ân açıklar, Kur’ân’ın hocası, yalnız Kur’ân’dır’ demiş olsak ve Kur’ân’ın hâricindeki her sesi sustursak bu; şimdiki modernistlerin / oryantalistlerin Kur’ân hakkında dediklerini kabûl ve tasdîk olmaz mı.. Çünki, “Kur’ân’ın tek bir hocası vardır, o da Kur’ân’dır” veya “Kur’ân ile aranıza aracı koymayınız” yâhut “Kur'ân, Kur'ân'ı açıklayan bir kitaptır” gibi bu nev’deki söylemler ve iddiâlar modernistlerin görüşleridir.. O vakit, Kur’ân’dan süzülmüş olan Risâle-i Nûr eserleri için de aynı fikri ve görüşü savunursak, Kur’ân için kabûl etmediğimizi, Risâe-i Nûr için kabûl ediyor oluruz ve bu noktadan onlarla aynı görüşe ve zemine geliriz.
Hem, Kur’ân-ı Azîmmüşşân için yazılan yüzbinler tefsîrleri ve şerhleri kabûl eden ve lâzım da gören ehl-i Sünnet ve ulemâsı, Risâle-i Nûr’un buna ihtiyacı yoktur iddiâlarını elbette doğru bulmayacak ve i’tiraz-vâri halet içine girecektir. Nitekim bunun da misâllerini günümüzde görüyoruz.
“Resâil-in Nûr dahi gâyet yüksek ve derîn bir ilim olduğu halde, külfet-i tahsile ve derse çalışmağa ve başka üstadlardan taallüm edilmeğe ve müderrisînin ağzından iktibas olmağa muhtaç olmadan herkes derecesine göre o ulûm-u âliyeyi, meşakkat ateşine lüzûm kalmadan anlayabilir, kendi kendine istifâde eder, muhakkik bir âlim olabilir.” (Şuâlar, Birinci Şua)
Bütün bu delîllere muvâfakât eden mânâ şudur : Resâil-in Nûr dahi gâyet yüksek ve derîn bir ilim olduğu halde, yâni Risâle-i Nûr basit ve sıradan bir eser olmayıp, gâyet yüksek bir ilme mazhar olduğu ve bütün ilimlerin en nihâi maksûdu olan hakâik-ı îmâniye’den bahsettiği ve eski ulemânın izâhatında âcîz kaldıkları mesâil-i îmâniyeyi gâyet vazıh bir sûrette izâh ve isbât ettiği ve âyât-ı Kur’âniye’den süzülmesiyle çok yüksek hakîkatleri ve sırları da ihtivâ ettiği halde, külfet-i tahsile ve derse çalışmağa lüzûm kalmadan, medrese yâhut İlâhiyat tahsîl etmeye, sâir ilimleri bilmeye mecbûr olmadan, muhteviyâtındaki yüksek hakîkatleri ve ehl-i îmânın muhtâç olduğu îmân derslerini her kim olursa olsun başka üstadlardan taallüm edilmeğe ve müderrisînin ağzından iktibas olmağa muhtaç olmadan kameti nisbetinde anlayabilir, derecesine göre istifâde edebilir demektir. Zirâ, her kim olursa olsun herkes derecesine göre o ulûm-u âliyeyi, meşakkat ateşine lüzûm kalmadan anlayabilir, kendi kendine istifâde eder demek, aklen de, rûhen de hissesiz kalmaz demektir ve bu zamanın muhakkik bir âlimi olabilir yâni îmân bahislerini okumak ile inkişâf eden istidâdları ve ilm-i kelâmın özüne ve şuuruna eren efkârı, vicdanı ve ruhu; tahkîki îmân mertebesine gelebilir ve bu noktadan mühim bir âlim de olabilir demektir.
Hâsılı; âmî’de olsan, âlim de olsan, avâm da olsan, hoca da olsan bu eserden istifâde edersin elin boş kalmaz, oku! demektir. Zübeyir Ağabeyin naklettiği “aklınız herbir mes'eleyi tam anlamasa da, ruh, kalb ve vicdanınız hissesini alır” bu mânâdadır. Bu nûranî bahçe öyle bir bahçedir ki, her gelen kameti nisbetinde elini doldurur, yâni kiminin elleri alttaki dallara, kiminin de elleri daha yukarıdaki dallara uzanır ve meyvelerinden istifâde edebilir, uzanamadığı yerlere de en nihâyetinde dînde ve ilîmde rüsûh olanlar o dalları eğmek ile kardeşlerine ikrâm ederler demektir.
“Şimdi resmen izin verilen dîn tedrisatı için husûsî dershaneler açılma ve izin verilmesine binâen, Nûr şâkirdleri mümkün olduğu kadar her yerde küçücük bir dershâne-i Nûriye açmak lâzımdır. Gerçi herkes kendi kendine bir derece istifâde eder, fakat herkes herbir mes'elesini tam anlamaz. Hem îmân hakikatlarının izâhı olduğu için; hem ilîm, {(Hâşiye): Şâyet biri biliyor, taallüm etmeğe muhtaç değilse ibadete muhtaç veya mârifete müştak veya huzur ister. Onun için herkese lüzumlu bir derstir.} hem mârifet, hem ibadettir.” ~Emirdağ Lahikası-1; Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî~ Evet, herkes kendi kendine istifâde eder fakat herbir mes’elesini tam anlamaz, bu yüzden heryerde küçük bir dershâne-i Nûriye açmak lâzımdır ki, mârifete müştak olanlar da istifâde etsin..
Zübeyir Ağabeyin ifâdesi de, kaydettiğimiz ‘Birinci Şuâ’ nın izâhı ile aynı mânâdadır (bunun izâhâtını daha sonra yapalım), eğer; Risâle-i Nûr’un hocası Risâle-i Nûr’dur, Risâle-i Nûr’un hocaya, müderrise, anlatana ihtiyacı yoktur diye mutlak bir hüküm olsaydı, o vakit hem Üstâd’ın söylediğine ittibâ etmemiş, hem de söylediği ile yaptığı birbirine ters düşmüş olurdu çünki Zübeyir Ağabey, Risâle-i Nûr’daki anlamadığı bahislerin izâhını, Mehmed Kırkıncı Ağabey’den istiyor. Yâni, bir hocaya danışıyor… Ve o hoca da, Risâle-i Nûr’u kendisine izâh ediyor.
Mehmet Kırıncı Ağabey Anlatıyor:
“(Zübeyir Gündüzalp) Üstad’ın vefatından sonra Eskişehir’de, Abdülvahit Tabakçı’nın evinde kalıyordu. Bir müddet sonra beni Eskişehir’e çağırdı. Önce Ankara’ya geldim, Said Özdemir’e uğradım. O da bana katıldı. 60 ihtilâlinden hemen sonraydı… Beraber gittik. Bizi kucakladı. Sonra bana, ‘Hocam, sen burada biraz kal. Bazı derin mevzuları birlikte mütalaa edelim’ dedi. Said Özdemir döndü, ben kaldım.
Önce Kader Risalesinden başladık. Hani orada Üstad ‘Ehl-i ilme mahsus, ince bir tetkik-i ilmîdir.’ diyor ya, ‘Tercih bilâmüreccih caizdir.’ Oraya geldik. ‘Tereccüh bilâmüreccih muhaldir.’, ‘Hocam, bu ne demektir?’ dedi. Üstad anlatıyordu, biz de ‘Anladık’ diyorduk, ama anlayamıyorduk. ‘Meselâ,’ dedim, ‘burada iki tane kalem var (…) bu misâl, Zübeyir Ağabeyin çok hoşuna gitti. (…) Böylece kendisinin Risale-i Nur’dan seçtiği (anlamadığı) yerleri okuduk. (…) Yanında bu şekilde bir ay’a yakın kaldım.” (Nurun Büyük Kumandanı Zübeyir Gündüzalp, Nesil Yayınları, Nisan 2008, sh:108-109)
Risâle-i Nûr, bir hocaya, bir müderrise ihtiyaç bırakmasa da, daha yukarıda veya derinlerde olanı talep edenlere de hocalar, müderrisler lâzımdır ve bu yaşanmış hâtıra da bu hakîkate ayrıca bir delîldir.
“Ey hocalar ve halîfeler! Bizim ilmimiz bize yeter deyip, yıldız böceği gibi şavkınıza, ilminize aldanmayın. İnsanın kendi bildiği kendine kâfi gelmez. Her insan, her mes'eleyi yalnız anlayamaz.” (Barla Lâhikası)
Zübeyir Ağabey’in ifâdesine gelince :
Buraya kadar yaptığımız izâhlar ve takdîm edilen delîller bütünlüğünde, Zübeyir Ağabey’in ifâdesi de bunlara muhâlif ve zıd olamayacağını, zirâ kendisinin hem Mehmet Kırkıncı Ağabey’e danışarak anlamadığı mes’eleleri sorması, hem de mevcûd ses kayıtlarındaki derslerinde izâh yapması ve hatta bu husûsta ‘selâhiyet sâhibi olmak kaydı ile’ diye kayıd düşmesi[2], ‘Risâle-i Nûr, îmânî mes'eleleri lüzûmu derecesinde izah etmiş. Risâle-i Nûr'un hocası, Risâle-i Nûr'dur. Risâle-i Nûr, başkalarından ders almağa ihtiyaç bırakmıyor’ diye iddiâ edilen mânâya muvâfık değildir.
‘Risâle-i Nûr, başkalarından ders almağa ihtiyaç bırakmıyor’ ile kasdedilenin ne olduğuna dâir izâh ise yukarıda yapıldı..
‘Nur’un Büyük Kumandanı, Zübeyir Gündüzalp’ kitabından Hamdi Sağlamer anlatıyor : “Bir keresinde Karadeniz’i dolaştıktan sonra Ankara’ya gelmiştim. Zübeyir Ağabey de İstanbul’dan gelmişti. Orada Türkmenoğlu ve Fırıncı Ağabeyin de olduğu bir sırada, kendisine bir soru sormuştum: ‘Siz, Konferans’ta <Risâle-i Nurların izaha ihtiyacı yok, Risale-i Nurlar kendi kendini izah eder> diyorsunuz. Hâlbuki bazı yerlerde dinleyenlerin anlayabilmesi için izaha ihtiyaç hissediyoruz. Hem Üstad, Mektubat’ta ‘Risale-i Nur dairesine giren allâme ve müçtehitler de olsa vazifeleri yalnız bu derslerin şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir’ diyor. Demek şerh ve izaha müsaade var’ dedim.
Bunun üzerine (Zübeyir Ağabey) bana:
‘Kardeşim, sen imanî bahislere ait başka kitap okudun mu?’ dedi. Ben de:
‘Hayır, ben Risale-i Nur’dan başka bu hususta kitap okumadım’ dedim.
‘(O da) O zaman senin yaptığın izah, zaten Risale-i Nur’un kendi kendini izahıdır. Zira okuduğun bir yeri, yine Nurlardan okuduğun başka bir yerle izah ediyorsun. Buna bir beis yok’ dedi.”
Evet, Hazret-i Üstâd’ımzın husûsi derslerinde pek fazla açıklama ve izâh yapmadığını daha çok Risâle-i Nûr’u okuttuğunu ve bilhassa uzun süreli dönerli ders yaptırdığını ve ilgili bir konunun başka yerde izâhı varsa onunla mes’eleyi tekmîl ettiğini biliyoruz. Ancak, Hazret-i Üstâd ‘ı ziyârete giden bâzı ağabeylere de, Üstâd’ın gerektiğinde izâhât yaptığına dâir beyânlarını da biliyoruz, kitaplarda kayıtlıdır. Yazımızın mâhiyeti şerh ve izâhâ dâir olmadığından bu kadarı ile iktifâ ediyoruz.
Risâle-i Nûr’un husûsiyeti ve keyfiyyeti, sâir ulemânın eserlerinden farklıdır. Kur’ân’dan süzüldüğünden, belâgatı, hitâbâtı, izâhları ve te’siri çok azîmdir! Ve elbette böyle bir eserden ‘herkes istidâdı nisbetinde kendi kendine istifade eder’ ve insan yalnız akıldan ibâret olmadığından, ‘aklınız herbir meseleyi tam anlamasa da, ruh, kalb ve vicdanınız hissesini alır’ demekle, anlaşılmayan yerlerin de olabileceğini ancak hissesiz kalınmayacağını ifâde ediyor.
‘Bir âlimin yüksek bir ilmi olabilir fakat Risâle-i Nûr'u cemaata okurken tafsilâta girişip eski malûmatlarıyla açıklarsa; bu izahatı, Risâle-i Nûr'un beyân ettiği, asrımızın fehmine uygun ve ihtiyacına tam cevab veren hakikatların anlaşılmasında ve tesiratında ve Risâle-i Nûr'un mâhiyetinin derkine bir perde olabilir.’”
Buradaki nüansa dikkat edersek, izâhât ve şerh’ten men’ etme yoktur, eski mâ’lûmatlarla yapılan bir izâhın sakıncasını nazara vermektir ki; bizde tam tasdîk ediyoruz yâni, “eski malûmatlarıyla açıklarsa” demek misâlen; bir Kader Risâlesini yâhut meleklerin, Cennetin vücûduna dâir bahisleri Risâle-i Nûr’un ifâde ve beyânlarıyla izâh etmeyip, geçmiş ulemânın isbat ve usulleriyle, yaklaşım ve metodlarıyla isbât etmeye çalışmak demektir. Halbuki Risâle-i Nûr, bu asrın fehmine ve idrâkine tam uygun bir uslûb ve usûl ile anlatmış. İşte bu nedenle:
“Bedîüzzaman'ın eserleri, sünuhat-ı kalbiye olup, cumhur-u ülemanın tasdik ve takdirine mazhardır. Ehl-i ilim, ehl-i tasavvuf ve ehl-i mekteb ve fen, Bedîüzzaman'ın eserlerinden sadece istifaza ve istifade ederler.” denilmiştir zirâ, o mesâili Risâle-i Nûr, Kur’ân’dan gelen füyûzat ve ilhâmlar ile bu asrın fehmine göre izâh ve isbât etmiştir ve o azîm te’siri de buradan geliyor. Başka ma’lûmât sâhiplerinin o bahisleri kendi ma’lûmâtlarıyla ve mârifetlerinden, akıllarından süzülenlerle aynı te’sirde izâh edebilmeleri mümkün değildir. Bu nedenle, eski ma’lûmâtlar ile izâha kalkılsa, elbette risâlelere perde olur, te’sirini kırar. Hem “bâzı lügatların manalarını söyleyerek aynen okumak daha müessir ve daha efdaldir” ifâdesi de men’etmek olmadığını, daha güzel olanı nazara vermek olduğunu da unutmamalı..
Elbette bu demek değildir ki, hiçbir şekilde izâh yapılamaz ve Risâle-i Nûr’dan tam ders almış has ve hakîki bir şâkirdi; anlaşılmayan yerleri, mes’eleleri Risâle-i Nûr’dan aldığı derslerle izâh edemez, sâir ilmini Risâle-i Nûr’a hizmet ettiremez ve istifâdelere de takdîm edemez. Başta zikrettiğimiz âyetler ve mütebâkisindeki hadisler ve Zübeyir Ağabey’in Mehmed Kırkıncı Ağabey’den izâhât istemesi ve hatta kendi ses kayıtlarındaki izâhları ve Risâle-i Nûr içindeki şerh ve izâhâ dâir bahisler ‘bir hocaya, bir bilene ihtiyaç yoktur’ anlayışının mûteber olmadığını gösteriyor.
Hem, Mehmed Kırkıncı Ağabeyi ve izâhâtlerini unutabilir miyiz? Buna zarardır nazarıyla bakabilir miyiz? Kaldı ki daha nice bilgili ve ilîm sâhibi kardeşlerimiz ve büyüklerimiz de var..
Ahmet Tanyel anlatıyor [3] : “Urfa Nûr Talebeleri (Hazret-i Üstâd’dan) bir talepte bulunuyor, Risâle-i Nûr okuyoruz fakat tam anlamıyoruz, bize bir talebeni gönder de… Bunun üzerine Üstâd Abdullah’ı ve Zübeyir Ağabeyi oraya yönlediriyor..” hâdisesi de kasteddiğimiz bu mânâları te’yîd ediyor.
“Bir zaman gelecek risaleler üniversitelerde okunacak, hakkında tezler yazılacak” haberleri karşısında memnûn oluyoruz, bu genişlemeyi destekliyoruz fakat nasıl tez yazılacak hiç düşünüyor muyuz? Hocaya, müderrise ihtiyacı yok denilip, izâh ve şerh yapılamaz denilirse, neticesi de tez yazılamaz olur! Halbuki, Risâle-i Nûr’daki belâgâtın ve içerdiği derîn hakîkatlerin ve bâzı sırların, farklı ilîm dallarıyla analiz edilmesi, incelenmesi ile “Risâle-i Nûr, Kur’ân’dan ve Hadîs’ten sonra sertâc-ı evliyâ, sultanu’l-eser ve zübdetü’l-meânî ve atâyâ-yı İlâhî ve hedâyâ-yı Sübhâni ve feyyâz-ı Rahmânî’dir” hakîkatinin her cihetten anlaşılıp ilân edilmesi ne güzel ve Nûrlara da pek lâyık bir çalışma olur.
Şunu da söyleyelim ki; Risâle-i Nûr’ların, hiçbir izâh ve açıklama yapılmadan hatta lügat mânâları dahi verilmeden, ihlâs ve samîmiyetle düz okunmasını da çok faydalı buluyoruz zirâ, “Risâle-i Nûr Şems-i Kur'ân-ı Mu'ciz-ül Beyân'ın elvan-ı seb'ası, Risâle-i Nûr'un menşûr-u hakikatında tam tecelli ettiğinden, hem bir kitab-ı şeriat, hem bir kitab-ı duâ, hem bir kitab-ı hikmet, hem bir kitab-ı ubudiyet, hem bir kitab-ı emr ü davet, hem bir kitab-ı zikir, hem bir kitab-ı fikir, hem bir kitab-ı hakikat, hem bir kitab-ı tasavvuf, hem bir kitab-ı mantık, hem bir kitab-ı İlm-i Kelâm, hem bir kitab-ı İlm-i İlâhiyat, hem bir kitab-ı teşvik-i san'at, hem bir kitab-ı belâgat, hem bir kitab-ı isbât-ı vahdâniyet; muarızlarına bir kitab-ı ilzam ve iskâttır.” ~Emirdağ Lâhikası-1~ olduğunu bütün ruh-u canımızla kabûl edip, elbette tasdîk ediyoruz.
Hâsılı, Risâle-i Nûr’un hocaya, müderrise ihtiyacı yoktur diyen kardeşlerimiz de söyledikleriyle amellerinin örtüşmesi için; Risâle-i Nûr’un metni hâricinde ‘hiçbir’ paylaşım yapmamalı, yazmamalı, söylememeli, hatta risâlelerden alıntılar yapıp, dersler çıkarıp, kendi cümleleriyle dahi nasîhatler etmemeli..
SUÂLLERE MUHTASAR CEVÂBLAR :
{*} Hocalar eski ma’lûmatlarını çok fazla karıştırıyorlar :
-- Burada ‘eski mâl’umâtları’ mânâsının tam anlaşılmadığı kanaatindeyim. Burada kastedilen, kişinin sâhip olduğu ilmî birikimini, Risâle-i Nûr’dan aldığı istifâdeyle ve feyizle, bir Risâle-i Nûr talebesi olarak istimâl etmesi, hizmet ettirmesi değil, bilakis eski ulemânın eserlerindeki usûl ve metodlarıyla izâha kalkışmasıdır. Risâlelere perde olan budur.
Bu konuda Cemaatlerimiz izâh usûllerini belirleyebilirler. Her önüne gelen kürsüye oturmuyor yâhut oturtulmuyor ki buna bir tedbîr alınamasın. Elbette selâhiyetli olanların kürsüye geçmelerine dikkat etmek ile çözmek mümkündür.
{*} Risâle-i Nûr’un hocaya ihtiyacı yoktur, herşeyin Risâle-i Nûr içinde izâhı vardır
-- Evet, bâzı bahislerin farklı risâlelerde izâhı olduğu doğrudur amma velâkin böyle olmayan konular, bahisler de vardır. Hatta bâzı ıstılâhî ifâdelerin de izâhı lâzım geliyor. Yukarıda zikredilen delîller ve açıklamalar ile berâber, Zübeyir Ağabeyin Mehmed Kırkıncı Ağabey’den izâhât istemesi de buna zâten bir cevâbdır.
{*} Yalnızca “Risâle-i Nûr eczâları mürşiddir.” ~Barla Lâhikası~ Hem “Risâle-i Nûr, başkalarından tederrüs edilmez” denilmiş.
-- Elbetteki Risâle-i Nûr eczâları birer mürşiddir, Kur’ân-ı Azîmmüşşân’ın da en hakîki mürşid olduğunu bildiğimiz ve kabûl ettiğimiz halde anlaşılmasına olan şedîd ihtiyaç zâhirdir ve bunu nasıl anlamamız gerektiğine, makâlenin en başından beri yaptığımız izâhların ve kaydedilen delîllerin de cevâb olduğu kanaatindeyim. Unutmayalım ki; “Gerçi herkes kendi kendine bir derece istifâde eder, fakat herkes herbir mes'elesini tam anlamaz.” ~Emirdağ Lâhikası-1; Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî~ bu mânâyı ve ihtiyâcı gösterdiği gibi, “Risâle-i Nûr da ekseriyet itibâriyle kendi kendine ders verip muallimlere ihtiyaç bırakmadığından…” ~Emirdağ Lâhikası-2~ denilerek, mutlak değil, ekseriyet itibâriyle ihtiyaç bırakmadığını, hem Zübeyir Ağabey’in Mehmed Kırkıncı Ağabeyden sorması, hem Ahmet Tanyel’in de anlattığı hâdise ayrıca birer delîldir.
{*} “Risâle-i Nûr Talebeleri, Risâle-i Nûr’un dâiresi haricinde nûr aramamalı ve aramaz. Eğer arasa, Risâle-i Nûr’un penceresinden ışık veren mânevî güneşe bedel, bir lâmbayı bulur, belki güneşi kaybeder.” ~Hakîkat Nûrları~ Bu nedenle, hocaların, müderrislerin izâhını dinlersek, risâleleri bırakıp hâriçte nûr aramış oluruz ve onlara tâbî olmuş oluruz.
-- “Risâle-i Nûr’un dâiresi hâricinde nûr aramamalı” demek; Risâle-i Nûr’ları bırakıp, başka eserlere ve mesleklere yönelmemek demektir. O vakit, bu asrın fehmine Kur’ân’ın bir dersi olan risâleleri bırakmış oluruz. “Ve ülema-i İlm-i Kelâm'ın binler cild kitabları, akla ve mantığa istinaden te'lif edilip, yalnız o mârifet-i îmâniyenin bürhanlı ve aklî bir yolunu göstermişler. Ve ehl-i hakikatın yüzer kitabları keşfe, zevke istinâden o mârifet-i îmâniyeyi daha başka bir cihette izhâr etmişler. Fakat Kur'ânın mu'cizekâr cadde-i kübrâsı, gösterdiği hakâik-i îmâniye ve mârifet-i kudsiye; o ülema ve evliyanın pek çok fevkinde bir kuvvet ve yüksekliktedir. İşte Risale-i Nur bu câmi' ve küllî ve yüksek mârifet caddesini tefsir edip (…)” ~Emirdağ Lâhikası-1~
Yoksa ilmî birikimini Risâlelere hizmet ettiren Nûr Talebelerini dinlemek, risâleleri bırakmak demek değildir, meselâ Mehmed Kırkıncı Ağabeyi dinlemek, Ali Uçar Ağabeyi dinlemek risâleleri bırakıp, Risâle-i Nûr hâricinde bir nûr aramak demek olmadığı gibi..
{*} Kimseye Risâle-i Nûr hâricinde şeyhlik, mürşidlik makâmı vermiyoruz, bu nedenle hocaları ve müderrisleri istemiyoruz :
İzâhat yapana şeyh veya mürşid denmez. Bunu ehl-i tasavvuf mâbeynindeki şeyhlik, mürşidlik makâmı ile iltibas etmemek ve birbirine karıştırmamak lâzımdır. Mâhiyetleri de, keyfiyyetleri de birbirinden farklıdır.
“Ben size nisbeten kardeşim, mürşidlik haddim değil. Üstad da değilim, belki ders arkadaşıyım. Ben sizin, kusûrâtıma karşı şefkatkârane duâ ve himmetlerinize muhtâcım. Benden himmet beklemeniz değil, bana himmet etmenize istihkakım var.” ~Kastamonu Lâhikası~ gibi bahislerden ders alan bir Nûr Talebesi, ne Üstâd’lık dâvâsı güder, ne de ona bu nazarla bakılır. Eğer kürsüde anlatım yapana bu nazarla bakmak ve böyle görmek oluyorsa, değişmesi gereken bu bakış açısı ve telakkî olsa gerek.
Ayrıca Risâle-i Nûr’un ve Hazret-i Üstâd’ın ilîm ehline pek ehemmiyet verdiğini de unutmayalım. Birkaç misâl:
- “hem bu zât mekteb fenlerinde çok zaman alâkadar olup kıdemli bir muallim ve âlim olması haysiyetiyle, Risale-i Nur hakkındaki bu parlak şehadeti çok ehemmiyetli gördüm. “ (Emirdağ Lâhikası-1)
- “Hem mâdem, Risâle-i Nûr bu asra has husûsiyetler taşıyor. Hem mâdem binlerce âlimlerin takdirleriyle karşılanıyor.” (Asâ-yı Mûsâ)
- “Hulusi-i sâni ve büyük bir âlim olan Sabri Efendi'nin fıkralarıdır.” (Barla Lâhikası)
- “Ve Yirmidokuzuncu Söz ve Ondokuzuncu Sözlerde o sırr-ı azîme hiçbir âlim ve hiçbir edib yoktur ki, ‘Bin lira kıymetindedir’ demesin.” (Barla Lâhikası) O kıymeti; âlim veya edib olanın verebileceği nüansına dikkat..
- “Hem Eski Said'in ilm-i mantık noktasında bir şaheser hükmünde bulunan gayr-ı matbu' Ta'likat'tan süzülen i'cazlı bir îcaz-ı hârikada, müdakkik ülemaları hayret ve tahsinle dikkate sevkeden, matbu' "Kızıl Îcaz" namındaki risale-i mantıkıye Risale-i Nur'la bağlanmasına ve şâkirdlerinin âlimler kısmının nazarına göstermek lâyık gördüm. Fakat çok derindir.” (Kastamonu Lâhikası)
- “Denizli'yi ve Nûr dâiresini ve bu memleketi cidden ta'ziye ediyorum. Bu çeşit zülcenaheyn ve hakikî mü'min ve müdakkik bir âlim ve yüksek bir edib muallim ve tesirli bir vaiz ve müderrisi kaybettiği için, büyük bir musibettir. ” (Emirdağ Lâhikası-1)
- “Hem arabîye çevirmek, Mısır ülemâsının iştirâkiyle ehemmiyetli ve yüksek bir heyet-i ilmiye lâzım.” (Emirdağ Lâhikası-1)
- “Isparta havâlisinde Nûr dâiresindeki âlimler dahi Asâ-yı Mûsâ'yı taksim sûretinde herbiri bir kısmını tercüme etsinler.” (Emirdağ Lahikası-2)
{*} “Risâle-i Nûr'un şahs-ı mânevîsi ve o şahs-ı mânevîyi temsîl eden has şâkirdlerinin şahs-ı mânevîsi "Ferîd" makâmına mazhâr oldukları için, değil husûsî bir memleketin kutbu, belki ekseriyetle Hicaz'da bulunan kutb-u a'zamın tasarrufundan hâriç olduğu gibi, onun hükmü altına girmeye de mecbûr değil.” ~Kastamonu Lâhikası, Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî~
Ferîd makâmına mazhâr olmak başka şey, bilmediğini bir bilenden öğrenmek ise çok başka bir şey..
Makâlemizi şu satırlarla bitirelim :
Bedîüzzaman Said Nûrsî Hazretlerinin, Horhor medresesinde yeşil kaplı bir masası vardı. Bu masanın üzerine raptiyelerle, “Beşikten mezara kadar ilîm talep ediniz” meâlindeki bu hadisi yazmıştı. Hem Mehmed Feyzi Efendi’de “Hizmetinizde âlim olanlarla olmayanları tefrik edin. Her ikisini hizmette ve saygıda bir tutmayın. Zira bilenle bilmeyen bir olmaz.” (Bedîüzaman’ın Sır Kâtibi, Mehmed Feyzi Efendi, Nesil Yayınları) diyerek bizlere güzel bir ders verdiği kanaatindeyim.
Evet, her kulun hakkıdır ki, Allah'ı bilsin ve tanısın ve yakîniyet kesb etsin. Sınırlı ve ne zaman öleceği belli olmayan bir hayatın sâhibi, ne kadar çabuk davransa ve acele etse ve öğrenmeye azmetse elbette kârıdır..
Her birinize binler selâm ediyorum..
[1] الرَّبَّانِيُّونَ وَالْاَحْبَارُ (Mâide, 63) : Dîn adamları ve âlimler, bilginler
[2] Zübeyir Ağabeyin kendi sesinden olan bir ders kaydında bu ifâdeyi bizzat dinledim. Yıllar öncesinde dinlediğim bu kaydı internetteki mevcûd ses kayıtlarında bulamadım fakat dinlemiş olanlar hatırlayacaklardır. Hem bunu te’yid eden bir vâkıayı da Mehmet Kırkıncı Ağabey Anlatıyor : “Zübeyir Ağabey, Risâle-i Nûr okurken herkesin açıklama yapmasını uygun görmezdi. Fakat bizzat bana ‘Sen salâhiyetlisin’ demişti.” (Nur’un Büyük Kumandanı, Zübeyir Gündüzalp, Nesil Yayınları, Nisan 2008, sh:116)
[3] Ahmet Tanyel : Eyüp Ekmekçi Ağabey videonun başında Ahmet Tanyel’i şu sözleriyle tanıtıyor: “Ahmet kardeşimiz Zübeyir Ağabeyin son zamanlarında bizzat yanında bulunmuştur. Zübeyir ağabeyin Üstâd’ımızdan naklettiği hizmet esaslarıyla hizmetlerde bulunmuştur.” (Bknz: 46.40dk ‘da, https://www.youtube.com/watch?v=Wfu4GS6imy0)