“Ağabeyler Anlatıyor” kitaplarının yazarı Ömer Özcan, vefatının üçüncü yılında Muzaffer Arslan’ı Risale Haber okuyucuları için paylaştı.
Muzaffer Arslan ağabeyimiz 1928 senesinde Erzurum’un İspir İlçesinin Gaziler Köyünde dünyaya geldi. 1950 de İzmir’e taşındı, aynı sene Risale-i Nurları İzmir’de tanıdı. Alsancak DDY’de üç sene çalıştıktan sonra, 1954’de istifa edip ayrıldı. Manisa’da askerlik yapmakta olan Abdullah Yeğin ağabeyin teklifiyle 1954 başlarında Manisa’ya yerleşti.
Artık, bu andan itibaren kendi dünyasını, insanların âhiretleri için feda etmeye karar vermişti. Tıpkı Üstad’ı Bediüzzaman gibi. Bundan sonra bütün mesaisi Kur’an ve iman hizmetlerine aitti.
Muzaffer Arslan seyyar olarak Risale-i Nur dağıtma işine başlayarak, bütün Türkiye’yi il il; kasaba kasaba; köy köy dolaşmaya başladı. Her yerde Risale-i Nurları neşrediyor, mahiyetini insanlara anlatarak dağıtıyordu. Bütün bunları Hz. Üstadla veya Üstadın yanındaki talebelerle sık sık görüşerek, istişareyle yapıyordu.
Dile kolay, iki elinde, iki ağır tahta bavul ile bütün Anadolu... Hem de senelerce, bir ömür boyunca… Yaşlanınca herkesin midesi aşağı sarkarken, onunki göğüs kafesine çekilmiş. Cerrahpaşa’daki Doktorlar hayret etmişler; “herhalde o ağır valizlerden olacak” diyor kendisi… Muzaffer ağabey gittiği birçok beldede; ya soruşturma geçirdi, ya karakollarda sabahladı veya hapishanelerde yattı. Ama o her seferinde, kaldığı yerden devam etti. Allah için geriye dönüş gemilerini yakmıştı... Bereketler saçarak hep ilerledi... Mübarek Anadolu insanının kalplerine nur tohumlarını ekti.
O, bugün onlarca yayınevinin ve bir o kadar da kargonun yaptığı Risale-i Nur dağıtım hizmetini tek başına yaptı… Hem de ateş çemberi içinde… Tek başına… Takipler, baskınlar, hapisler onu yıldıramadı…
Olağanüstü bir istidada sahip olduğu halde; mal-mülk, para, evlad, evlilik konularını hiç gündemine sokmadı. O zamanlar hizmet yolunda yürümek çok sıkıntılı ve zahmetli idi. Bazen yol parası bile bulamadı, yamalı gezdi, dükkânlarda yattı, hatta aç bile kaldı. Fakat O, şunu iyi anlamıştı: “…hizmet-i Kur'aniyede bulunana; ya dünya ona küsmeli veya o dünyaya küsmeli. Ta ihlâs ile ciddiyet ile hizmet-i Kur'aniyede bulunsun.” (Lem’alar 43) O şimdi bizim nazarımızda, hem “Muzaffer”dir, hem de “Arslan”dır. Yani ismiyle müsemmadır.
Elbette, O müşfik Üstad, böyle bir talebesinden razıydı. Rıza-i İlâhi için yaptığı fedakârca hizmetlerini her seferinde tebessümle tebrik ediyor, dualarla teşvik ediyordu.
Muzaffer Arslan’ın aşağıda okuyacağınız hatıraları bir cihette kendi hayatı; bir cihette de nur hizmetlerinin Anadolu’daki büyüme, yayılma serüvenidir. Anlattıkları sadece bir kesittir, birkaç örnektir. Şayet bir gün Nurculuğun Anadolu’da yayılma serüveni yazılacaksa, bence temel kaynaklardan birisi Muzaffer Arslan olmalıdır. Hatıralar okununca görülecek ki şaşırtıcı bir hafızası var. İfade kabiliyeti çok mükemmel, ağır ağır fevkalade fasih konuşuyor Muzaffer Ağabey.
“Kayda değer bir şey yok” deyip beni hep atlatmıştı
1968 senesinde İzmir Patlıcancı yokuşunun sonunda bulunan, Mustafa Birlik ağabeyin evinde yapılan mutad Salı derslerinden birine gitmiştim. Muzaffer Ağabeyi ilk defa orada görmüş, dinlemiş ve çok etkilenmiştim. O gün İhlâs Risalesini açıklayarak okuduktan sonra, az sayıda bulunan cemaate şöyle bir soru sormuştu: “Neden Kur’andaki sûre’nin birinin adı İhlâs?” Beklemeden kendisi cevap verdi: “Çünkü bu sûre’de Allah (CC) sadece kendi sıfatlarını anlatıyor.” Muzaffer Ağabeyle görüşmemiz kırk senedir devam ediyor. Zannedilmesin ki bu hatıraları kolayca aldım kendisinden. Defalarca teşebbüsümden sonra, ancak 21 Nisan 2006’da İzmir Şirinyer’deki mütevazi evinde, nasip oldu. Bir de evimdeki bir derse iştirak etti, orada da ilave hatıralar aldık. Fakat hep perde arkasında kalmayı sevdiğinden ve fevkalade mütevazi kişiliğinden dolayı, bu iş epeyce gecikmiş oldu. “Kayda değer bir şey yok” deyip beni hep atlatmıştı.
Bu kudsî hizmetin 1950 senesinden sonraki seyrini kısmen hülasa eden veya perdeyi aralayan bu hatıraların merakla okunacağını tahmin ediyorum. Anlattıklarından çıkarılacak çok dersler var.
Velhasıl: Muzaffer Ağabey, Anadolu’nun sinesine nur tohumlarını serpen çok kıymetli ağabeylerimizden biridir. Allah kendisine sağlıklı, uzun ömürler versin... Âmin.
(Bu hatıraların son kısmını; 18 Nisan 2007 tarihinde, Muzaffer Arslan Ağabeyin, evimde iştirak ettiği bir ders arasında almıştım. O gün kayıt işleri tamamlandı. İşte bu tarihten 3,5 ay, yani tam 105 gün sonra, bu yıldız adam ebedi âleme kaydı gitti… Yıldızlara veya Hâfız Ali, Hâfız Mehmed Gül… gibi yıldızların yanına uçtu gitti… kim bilir belki tahta bavullarını oralarda da taşıyordur… Şahsen benim hiçbir şüphem yok.
Senelerce hâtıralarını vermemişti. Yalnız bana değil, bu kadar geniş ve teferruatlı bir şekilde hiç kimseye verdiğini duymadım. 105 gün kala izin vermişti. Bu çok manidar değil miydi? “Artık burada işim bitti… Yakında gidiyorum… nasıl olsa görmeyeceğim, artık neşredebilirsiniz”mi… demek istemişti acaba?.. Bence öyle demek istedi.)
Fethullah Gülen ne diyor?
Muzaffer Arslan Ağabeyi benim tam olarak tanıtabilmem mümkün değil. O’nu en güzel şekilde Fethullah Gülen Hocaefendi anlatmıştır. Şöyle ki: Hocaefendi henüz onaltı yaşlarında Erzurum’da Arapça dersleri alırken, Mehmed Kırkıncı Hocaefendi tarafından ilk defa bir Nur dersine götürülüyor. Fethullah Gülen, işte ilk olarak orada görüyor Muzaffer Arslan’ı.
Hocaefendi o günkü duygularını “Küçük Dünyam” ve “Fasıldan fasıla” kitaplarında şöyle anlatıyor: “…Bilhassa Muzaffer Arslan'ın bir sahabe hayatı yaşaması, sadeliği ve samimiyeti bana çok tesir etti. Ben zaten sahabe aşığı bir insandım. Onu görünce, işte aradığım insanları buldum, dedim ve bir daha da ayrılmayı düşünmedim. Muzaffer Arslan’ın pantolonunun iki dizi de yamalıydı. Ceketi de işte ona göreydi. Tabii ki bu sadelik bana apayrı duygular ilham ediyordu…”
“… Caminin hünkar mahfiline çıktım. Namazdan sonra, içime bir arzu, bir iştiyak ve ateş düştü ki tarifi mümkün değil. Yana yakıla yalvarıyorum: “Allah’ım bahtına düştüm, beni de bu arkadaşların arasına kat. Onlardan biri olayım. bu hizmetle bütünleşeyim. Dıştan gelip giden insan olmayayım. Kendimi bu hizmete vakfedeyim!..” O gün sabaha kadar yalvardım. Hayatımda böyle bir hal içinde duaya ya bir ya da iki kere muvaffak olabilmişimdir. Çığlık oldum inledim, sabaha kadar gözyaşı döktüm. O gün sadece Rabbimden bunu istedim.” (Küçük Dünyam 47)
“Hiç unutmam, unutamam Hz. Pir-i Muğan, Isparta’da iken, Doğu’ya birisini göndermişti. O zat, halkın içinde otururken dizlerindeki yamaları göstermemek için, sırtına aldığı eski pardösünün etekleri ile onları kapamaya çalışıyordu. Onun pantolonu, ceketi böyle ise, yediklerini tahmin edebilirsiniz.” (Fasıldan Fasıla:3)
Muzaffer Arslan ağabeyin vefatı
Bu hatıralar hazırlanmış, bitmiş, yayına hazır hale getirilmişti. Hiç beklemiyorduk… aklımıza bile gelmiyordu. 2 Ağustos 2007 Perşembe, gece yarısından sonra Antep’ten bir telefon geldi. Abdülvahid Mutkan ağabeyim arıyordu... Fakat Abdülvahid ağabeyin sesi bu sefer değişikti… İçten içe ağlıyordu.
Muzaffer ağabey vefat etmişti... Nur hizmetlerinin bir yıldızı kaymış, bir tarih daha ebediyete göçmüştü.
Hatıralarında anlattığı tarzda, o, hep Anadolu seyahatlerine devam ediyordu. Yine bu son yolculuğunda Maraş’ta rahatsızlanmış, Antep’e götürmüşlerdi. Gaziantep Üniversite Hastanesinde, yoğun bakımda olduğunu biliyor, dualarla durumunu takip ediyorduk. Allah (cc) Onu, hastalık meşakkatini çektirmeden, hem de Kur’an hizmetlerinin içinde iken yanına almıştı. Zaten on yıllardır dersler ve dersaneler dışında kendine ait bir keyfi, bir dünyevi lezzeti yoktu ki... Aslında bu son yolculuğu değildi… Hiç şüphe etmiyoruz ki; O, 40’ar kiloluk ağır tahta bavullarıyla seyahatlerine devam edecektir… Zira şehitler ölmez ve öldüklerini bilmezler.
Cenaze için gittiğimiz Gaziantep’te, yanında bulunanlarla ve yeğenleri İrfan ve Ayhan Beyler ile görüştük. Üzerindeki elbiseleri ve eşyaları dışında hiçbir şeyi yokmuş… Hatta İzmir Şirinyer’deki bizimde bu hatıraları aldığımız evin, yeğeni Ayhan’a ait olduğunu öğrendik... Her şeyi küçük bir bohça içinde idi… Tek elle, hatta tek parmakla taşınabilecek kadar bir şey... Ama, O, manen öyle zengindi ki, bu herkese nasip olmazdı… İşte, arkasından on binler, nemli gözlerle dualar mırıldanıyor… Onunla olan hatıralarını anlatıyorlardı. Bu cemaatin şahadeti, şunu gösteriyordu; “Cennet Ona vacip olmuştur.” Zira, Hadis-i Şerif buna işaret ediyordu… Cemaatin şahitliği neyse o vacip oluyordu.
Cenaze namazı Gaziantep Ulu Camide Cuma namazına müteakip kılındı. Ali Akgündüz Hocamız kıldırdı ve O’nu anlatan güzel bir konuşma yaptı. Mehmet Şaylan Kardeşimiz tarafından da bu hatıraların baş kısmındaki takriz kısmı okundu. Bu benim için de sürpriz olmuştu... Rabbime şükrettim. Göz yaşlarımızı tutamıyorduk… Cenazeye Üstadın yakınında bulunmuş talebeleri ile kadim ağabeylerimiz de iştirak ettiler. Sayıları on beş bin kadar tahmin edilen bir cemaat vardı. Memleketin her tarafından gelmişlerdi. Tabut parmaklar üzerinde kabristana taşındı. Onu bilen, tanıyan gazeteler, televizyonlar ve internet siteleri Muzaffer Ağabeyin hastalık ve vefatını birkaç gün müddetle haber yaptılar.
Mezarı; çok sevdiği Nazım Gökçek ağabeyimizin yanında, ayakucu-başucu şeklinde defnedildi. Vasiyeti varmış: Daha evvelki bir rahatsızlığında: “Ben Ege’de vefat edersem Çamlık’a; Denizli'de vefat edersem, Hâfız Ali ve Hasan Feyzi Ağabeyin bulunduğu mezarlığa; Maraş’ta vefat edersem oraya defnedersiniz. Başka hangi vilayet olursa, beni taşımak için uğraşmayın. Hepsi benim memleketimdir..” seklinde vasiyeti olduğunu Mehmed Şaylan Hocamız tarafından nakledilmiştir. Allah rahmetler etsin… Âmin... Âmin… Âmin…