Risale-i Nur'un Mekke Üniversitesine giriş serüveni-ÖZEL

Avukat Bekir Berk ile de Suudi Arabistan'da hizmet etmiş olan Said Özadalı'yla yaptığımız röportajın birinci bölümü

Röportaj: Nurettin Huyut/RisaleHaber

Said Özadalı
Adıyaman’ın Kahta ilçesinin Adalı köyünde dünyaya geldi
Said İsmi, annesi rüyasında gördüğü bir zatın tavsiyesi üzerine konuldu.
İlkokul eğitimini aynı köyde tamamladı, Ortaokulu Kahta’da, ardından, İmam Hatip Lisesini Adıyaman’da bitirdi, Üniversite eğitimine Mekke-i Mükerreme’de bulunan Ümmü Kurra Üniversitesindeki Arap Dili Enstitüsünde başladı. Ardından Davet-i Usuluddin Fakültesini okuyarak ikmal etti.
Mekke ve Medine’de, Risale-i Nurların üniversitelere girmesine vesile oldu.
Üniversiteyi bitirdikten sonra, 1989’da gelip Ankara’ya yerleşti, dört yıl Ankara’da kaldıktan sonra 1993’de İstanbul’a taşındı.
Kâbe’ye hacı götüren Ten-Tour Turizm Firmasının ortaklarından olan Özadalı’nın, mukaddes beldelerde Risale-i Nur hizmetleri için Nur dershanelerinin açılmasında emeği geçti. Risale-i Nur hizmetlerinde Bekir Berk ile birlikte hareket etti.
Mukaddes mekanlarda hizmet edenlere destek olmaya devam etmektedir.
İstanbul’un Üsküdar semtinde oturmakta, evli ve beş çocuk babasıdır.


* Said Nursi ismini ilk defa nerede ve nasıl duydunuz? Risale-i Nurlarla nasıl tanıştınız?
Kâhta’da ortaokulu okuduğum yıllarda H. Mehmet Doğan isimli bir abimizin kahvaltılık malzemesi satan bir dükkânı vardı, ben de bazen oraya kahvaltılık almaya giderdim. Her gidişimde hiç değişmeyen bir durumla karşılaşıyordum. Mutlaka birini karşısına almış bir şeyler anlattığını görürdüm.

Haşirden, kıyametten, Cebrail (as)’den, mahşerden bir şeyler anlatırdı. Ama farklı bir anlatım tarzı vardı. İfade tarzı bizim bildiğimiz klasik bilgilerden farklıydı. O nedenle malzeme alırken oyalanırdım. Ne anlatıyor diye merak ederdim, kulak misafiri olur, dinlerdim.

Bir gün birkaç arkadaşla dükkânın önünden geçiyorduk, Hacı Mehmet Abi, içimizden birini dükkânına çağırdı. Çocuk gitti biraz konuştular tekrar geri geldi. Ben merak edip sordum. “Hayırdır, bu adam kimdir? Seni neden çağırdı?” dedim. “Bu adam benim amcamdır” dedi. “Senden ne istiyor?” dedim.  Dedi: “Onların Ulu Caminin orada bir yerleri var, Medrese diyorlar. Oraya eskiden gidiyordum, şimdi gitmiyorum. Zaten kimse yok, üç beş ihtiyar var. Gitmediğim için benden hesap soruyor. Bana “neden gelmiyorsun diyor.”

Ben “neresi orası” dedim. “İşte Ulu caminin yanında bir yer” dedi. “Gelir misin beraber gidelim?” deyince. Ben de “Gelirim. Bu adam iyi birine benziyor, bizi yanlış yerlere götürmez gidelim” dedim. Ve akşam dört arkadaş birlikte oraya gittik, ilk gidişim böyle oldu. Rahmetli Hacı İbrahim Abi vardı, yaşlı bir abi... Selam verdik içeri girdik.  Kitabı bana verdi ve “Sen oku biz dinleyelim” dedi. Gidiş o gidiş...

Ondan sonra her gece gitmeye devam ettik. Daha sonra Nurettin Gürsoy, liseyi yeni bitirmiş ve vakıf olmak üzere oraya geldi. O bizi sıkı takibe aldı. Biz de devamsızlık etmedik sürekli gittik.

Asıl beni oraya bağlayan Zübeyir Abinin müdafaası olmuştu. Sanırım okumam biraz düzgün olduğundan olacak, İbrahim Abi o müdafaayı bana birkaç kez okutmuştu.

Ortaokulu bitirdikten sonra liseye kaydolmuştum. Bir yıl da okudum ama 74 affı nedeniyle ne kadar terörist varsa okulumuza geri gelmişti. Onlara yeniden eğitim hakkı verildiğinden bu haktan yararlanmak istemişlerdi. İleri yaştaki çocukların hepsi bizim sınıfa gelmişti. Dev-Sol, Dev-Genç gibi derneklere üye bilumum solcuların her çeşidinden vardı. Malum 70’li yıllarda sağ-sol çatışması çoktu. Ama Nurculuk henüz bilinmiyordu. O nedenle o solcu komünistleri biz derse götürüyorduk onlar da oranın ne olduğunu bilmediklerinden geliyorlardı.

Oradaki karışık durum nedeniyle ben Adıyaman’a İmam-Hatip’e geçtim ve dershanede kalmaya başladım. İmam-Hatip’i bitirdikten sonra Kader-i İlahi bizi Mukaddes beldelere gönderdi. Hulasa Risale-i Nurları ortaokullu yıllarımda tanıdım.

Risale-i Nurları tanıdıktan sonra ismimi merak ettim ve anneme sordum bu Said ismi nerden geliyor diye. Çünkü bizim ailelerde Said ismine rastlamak mümkün değil. Onun ifadesi, ben daha doğmadan evvel bir rüya görüyor. Rüyasında, bir zatı görüyor. O zat ona “Senin bir oğlun olacak ismini Seyda koyacaksın” diyor. Bu rüyayı babama anlatıyor. O da anneme “Sen kim Said Nursi kim senin rüyana girecek” diye istihza ediyor. O tarihte Üstadı duymuşlar ve onun büyük bir zat olduğunu da biliyorlar. Daha sonra ben dünyaya gelince babam diyor ki, “sen haklıymışsın gerçekten oğlumuz oldu ama Seyda değil de Said koyalım bari” ve ismimi o şekilde belirliyorlar.

O günlerde babam Köyün muhtarı imiş. Aynı tarihlerde bir öğretmen gelmiş köyümüze. Cafer ismindeki bu öğretmen Risale-i Nur talebesiymiş. Köyde uzun kış gecelerinde yapacak bir şey olmayınca bu öğretmen köy odasında köylüyü toplar ve Risale-i Nur okurmuş. Ondan dolayı da bir aşinalık var zaten. Said ismimiz o şekilde konmuş anlaşılacağı üzere…

12 Eylül’den sonra Mekke’ye gittim. O tarihte Bekir Berk Abi oradaydı. Bu defa onunla beraber oldum.

* Bekir Berk Abi ile yaşadığınız döneme ait unutamadığınız, sizi etkileyen bir hatıranız var mı? Onu nasıl tanırsınız? Nasıl bir insandı?

Bekir Abiden kalan ve beni etkileyen çok hatıralar var. Bekir Abi ile biz ilk defa Cidde’de, daha doğrusu havaalanına indiğimde tanıştık. Ben ilk defa yurt dışına çıkacaktım. İstanbul’da Havaalanında o tatlı telaşı yaşarken baktım bir köşede bir hanımefendi ile bir beyefendi ellerinde Yeni Asya Gazetesi okuyorlar.

Gittim selam verdim. Tanışabilir miyiz? Beyefendi dedim. “Ben Alaattin Köseoğlu” dedi. Ben de kendisine “Ben de Said Özadalı” deyince kalktı “Ooo! kardeşim nerdesin, ben de seni arıyorum.”

Alaattin Abiyi o güne kadar hiç görmemiştim ama mektuplaştığımızdan gıyabında tanıyordum. İmam-Hatip’in son sınıfında üniversiteye müracaat ettiğimde, sormuştum “kimler var” diye. Bekir Abi ile Alaattin Abiyi öğrendikten sonra mektup göndermiştim.

Orada Alaattin abi, “Bekir Abi bizi karşılamaya gelecek” dedi. Oradan beraber gideriz. Gittik hakikaten havaalanında bizi bekliyor. Birlikte Mekke-i Mükerreme’ye gittik.

Ben 1980’de oraya gittim. 12 Eylül ihtilali olmuştu. 81–82 deki ihtilaflar baş göstermişti. O nedenle Bekir Abi benim unutamadığım ve kendime düstur edindiğim şöyle bir şey söyledi: “Bana göre nurculuk Risale-i Nurları kendimize ve muhtaç olanlara neşriyat yolu ile ulaştırmaktır. Neşriyat esastır. Üstadın hayatı neşriyatla devam etmiş, ömrünün sonuna kadar da neşriyatla uğraşmış, tahşidat yapmıştır. O nedenle neşriyatla beraber yapılan hizmet tarzı benim mantığıma daha uygun geliyor.” demişti. Ben onun bu sözünden çok istifade ettim. Risale-i Nurları neşriyat yolu ile önce kendimize daha sonra diğer insanlara ulaştırmada benim düstur-u hayatım oldu.

Bekir abide benim gördüğüm ve istifade ettiğim en önemli vasfı, hizmetle ilgili olarak mazeretin olmamasıydı. İkinci bir vasfı kendisi entelektüel olmasına ve hakikaten beyefendi bir yapısı olduğu halde, (Biz o zaman fukara-i sabirindendik, üniversitenin yurdunda kalıyorduk) her hafta gelir bize misafir olurdu, bizimle kalırdı. Yattığı yere önem vermezdi “Yumuşak bir taş bulsam kafamı koyup yatsam bana yeter” diyecek kadar mütevazi bir insandı. Onun bu hali bende çok büyük etki yapmıştı.

Bir başka özelliği kendisini size candan bir arkadaş olarak hissettirirdi. Hiç resmi davranmazdı. Arkadaş hissini verirdi insana. Benim ondan en fazla istifade ettiğim cihetlerinden biri de buydu.

* Risale-i Nurları tanıdıktan sonra Mekke’ye gittiniz ve orada üniversite eğitimi aldınız. Bir nur talebesi olarak üniversitede etkinlikleriniz oldu mu? Dini ilimlerin adeta merkezine gitmiştiniz, bu durum sizi veya karşınızdakileri etkiledi mi?

Tabi bizim gittiğimiz yıllar, yani seksenli yıllar, siyasal islam’ın revaçta olduğu yıllardır. Türkiye’de Erbakan hareketi, Mısır’da İhvan hareketi, Ürdün’de tebliğ cemaati, Pakistan’da ve diğer İslam ülkelerinde bu hareketin başka versiyonları vardı. Yani, tepeden inmeci mantık Müslümanları sevk ve idare ediyordu. İslam’ı devlet ve siyaset gücü ile topluma kazandırma ve yayma mantığı daha fazla iş görüyordu.

Üniversiteye girdiğimizden itibaren Bekir Abinin de teşvikleri ile Mekke Üniversitesi Risale-i Nurları tanımış oldu. O tarihte İngilizce Risaleler yeni çıkmıştı, Arapçaya çevrilmiş küçük eserler geliyordu. Onları meraklılarına ve kütüphanelere veriyorduk.

Asıl Fakülteye geçtikten sonra Harekat’ül Bahs’ül İslami, yani İslami Hareketler diye bir dersimiz vardı. Hafız-ıl Caberi isminde Filistinli hocamız bu derse girerdi. Mecburi bir dersti. İşte bu derste Türkiye’deki İslami hareketler anlatılırken Nurculuk ve Risale-i Nur birinci sırada anlatılıyordu. Cumhuriyetin kurulması ile birlikte iki isim öne çıkmıştı. Mustafa Kemal ve Said Nursi…

Nurculuk hareketi anlatıldığında, bu hareketin bir iman kurtarma, bir ıslah hareketi olduğu şeklinde, tek tek fertlerin imanlarının kurtarılması şeklinde bir hizmet tarzında gittiği anlatılıyordu. Yetmişli yıllara kadar bu hareketin devam ettiği ama yetmişli yıllardan sonra bayrağı Erbakan’ın üstlendiğini yazıyordu. Yani öyle olduğuna inanılıyordu.

Şöyle tarif ediliyordu: “Nursi’nin başlattığı iman-Kur’an davasını geniş dairede Erbakan devam ettirmiştir.” Ayrıca Nurculuk için özel bir değerlendirme yapmış. Nurcuların, sünnet-i seniyyeyi takip etmediklerini ve uygulamadıklarını, sakala karşı olduklarını yazmış. Derste bu kitap takip edilerek verildiği için ben bu kitabı okuyunca bu kısımların altını tek tek çizdim. Daha sonra bu kitabı Fırıncı abiye gönderdim. Özellikle bu yanlış kısımları işaretledim.

Hocamla bu konuyu görüşürken bu fikirleri nereden temin ettiğini sormuştum. O da, yetmişli yıllarda İstanbul’da Mustafa Muhammed Taha isminde Erbakan’ın hayranlarından birisinin yazmış olduğu bir kitaptan alıntı yapmış meğer. Onun kitabında Nurcularla ilgili 11–12 maddelik bir bölüm var ama hepsi yanlış bilgiler. Yani, tamamen siyasi bir nazarla bakılmış. Fakat işin garip tarafı, bu kitabı Avrupa Milli Görüş teşkilatı hem basıyor hem de dağıtımını yapıyordu.

Orada üniversitede okuyan, onlarla irtibatı olan bir arkadaşa dedim ki, “Sen bu kitaptakileri tasvip ediyor musun?”, “Etmezsek dağıtımını yapmayız” dedi. “Peki” dedim “Bu yaptığınız çifte standart değil mi? Türkiye’de Said Nursi’ye sahip çıktığınızı ve onun yaptıklarını desteklediğinizi sadece siyasi düşüncesini tasvip etmediğinizi söylüyorsunuz, ondan sonra burada tamamen yalan yanlış yazılmış aleyhteki bir kitabı yayınlıyorsunuz. Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu”. Bu defa “Şöyle olmuş, böyle olmuş; onu methettiğimiz kitaplar da var.” deyip geçiştirince, bu hali beni tatmin etmemişti.

Bunun üzerine, gidip hoca ile görüştüm. Hocama dedim ki, “Bu kitaptakiler yanlış” “Peki” dedi “Doğrusu nasıldır?” Dedim “Doğrusunu anlatmak böyle ayaküstü olmaz, ben size bunu yazılı olarak takdim edeceğim.” Bunun üzerine kitabı İstanbul’a gönderdim, sağ olsun Fırıncı Abi yememiş içmemiş, Zeki Sarıtoprak ile birlikte altını çizdiğim bölümlerin cevaplarını Arapça yazmış göndermişler.

Ben bu cevap içeren yazıyı alır almaz sınıfta herkese birer fotokopi dağıttım, en son bir tane de hocaya verdim. Hoca okuduktan sonra dedi “Allah Allah galiba biz bu işte yanlışlık yaptık.” Dedim, “Mesela şu anda bir maddesini çürütme şansımız var.” “Nedir?” dedi. Dedim “Sizin, Nurcular sakala karşı çıkıyorlar, sakal bırakmıyorlar” diye bir iddianız var.” “Evet” dedi. Bunun üzerine dedim “Siz akşam müsait misiniz?”, “Evet müsaitim” deyince “O zaman” dedim “Akşam namazını Beytullah’ta, Rükn-ü imani karşısında beraber kılalım.” O da “Tamam” dedi.

O akşam Abdulhamit’le birlikteydik. Kırkıncı hoca da o günlerde umre ziyareti yapıyordu. Gittim onu buldum ve kendisine dedim. “Hocam bu akşam kimseye randevu verme, Beytullah’ta önemli bir işimiz var seninle” O da “Tamam” dedi. Akşam gittik, Kırkıncı Hocanın da maşallah sakallar göbeğine kadar iniyor. Fiili olarak her şeyi anlatıyor zaten. Hocamız geldi. Şimdi, Kırkıncı hoca gerçekten âlim bir zat, o anlatıyor biz de tercüme ediyoruz. Ama Kırkıncı hoca bizim tercümemizi beğenmiyor. Kendisi de pratik Arapçayı beceremiyor. Bu defa dizlerine vuruyor. “Ahh!” diyor “Ben niye öğrenmedim” diye sitem ediyor. Fakat bizim Filistinli hocayı asıl şaşıran o, gözleri fal taşı gibi açıldı. Çünkü Kırıkıcı hoca çok derin meselelere girdi. Mantıktan felsefeden, tefsirden, hadisten, kelamdan anlatıp duruyor. Tabi bu duruma hocamız çok şaşırdı. Ben de kabarıyorum. Neden kabarıyorum? Çünkü alıntı yaptığı kitabında diyor ki, “Nurcular köylülerden müteşekkildir, onlarda ilim olmaz.” Elhamdulillah hocanın o derin anlatışı sayesinde bu yanlış fikirlerin tamamını boşa çıkardı.

Daha sonra Filistinli hocamız kitabı bana uzatarak “Alır mısın bu kitabı. Bu kitaptaki nurculukla ilgili bölümü istediğiniz gibi düzeltip getirin ben ondan sonra yeniden basayım” dedi.

Ben de alıp İstanbul’a tekrar gönderdim, onlarda düzeltip geri gönderdiler ve o şekilde yeniden basıldı. Daha sonra bu hocamız Hafız Caberi iyi bir Risale-i Nur okuyucusu oldu.

İkinci bir hatıram: Abdurrahman Habennekal el Meydani isimli çok değerli bir hocamız vardı. Şamlı büyük ulemadan, özellikle 19–20. asırda Avrupa Kültür Emperyalizmi ile ilgili çok ciddi eserleri vardı. Aynı zamanda bu konu onun uzmanlık alanıydı. Bahsettiğim kitabın menfi tarafları ile ilgili o hocaya da gittim. Dedim ki, “Hocam, Bediüzzaman’ı bilirsiniz?”, “Evet bilirim” dedi. Dedim, “Şam ulemasına çok fazla meth-ü senası var, hürmeti, sevgisi muhabbeti var, onun sizi bu kadar meth-u senasına karşılık sizin de onu savunmanız gerekmez mi?”, “Noldu ki?” dedi. “Mustafa Muhammed Taha’nın böyle böyle bir yanlışı var.” dedim. Bunun üzerine güldü dedi “Yahu!. Said Kardeşim, sen siyasete bulaşmış bu hareketi ve bu hareketin içindeki insanları bu kadar ciddiye alma, bunlar saman alevi gibidir bir anda parlar bir anda sönerler. Sen Bediüzzaman’ı bunların yanına neden koyuyorsun, şimdi ben bunlara cevap versem, bunlar kendilerini bir şey zannedecekler. Ben o konuyu çok iyi biliyorum. O kitabı da okudum. Ama tamamen siyasi, günlük, eyyamcı şeyler.” diye cevap verince ben rahatlamıştım. Yani onların dikkate alınmaması hoşuma gitmişti.

Okurken anlatılan derslerde hocalarımızın tıkandığı yerlerde Risale-i Nurlarla hemen imdatlarına koşuyorduk. “Bakınız burada bu konu böyle izah edilmiş” deyince “Tamam biz de aynı şeyi söylemeye çalışıyorduk.” diyorlardı. Bir defasında, tefsir dersinde “Cenab-ı Hak, gökleri ve yeri yaratmış” manasına gelen ayeti izah ederken, “Neden gökleri çoğul olarak ifade ediyor?” sorusunu cevaplarken bir türlü işin içinden çıkamamıştı. Öğrenciler itiraz ediyor. Çünkü, Arapça kurallarına göre birinci kelime çoğul gelmişse arkasından gelen kelime de çoğul olması lazım. Oysa burada önce çoğul geliyor sonra tekile iniyor.

Orada ben Risale-i Nurdan aldığım derse binaen dedim “Hocam bu kelimeyi keyfiyet olarak çoğul düşünemez miyiz? Yer derken yerde üretilenler açısından bakıldığında semavata adeta denk gelecek sayıda mahlukat yaratılmış, semavat çoğunlukta gibi görünüyorsa da dünya sürekli ürettiği için semavata keyfiyet açısından denk gelebilir. Bunu böyle düşünemez miyiz?” deyince durdu ve bana döndü dedi “Sen bunu nerde okudun bakayım” dedim Risale-i Nurlarda var. Sözler adlı eserde geçiyor. Dedi “Bana o kitabı getirir misin?” Alıp okuduktan sonra “Bediüzzaman demişse ancak ona şapka çıkarılır. Çünkü bu gibi meseleleri ancak o izah edebilmektedir.” demişti. Allah rahmet etsin daha sonra bu hocam vefat etti.

Özetle Mekke-i Mükerremedeki Üniversitenin Risale-i Nurlarla tanışması bizim oraya avdetimizle başladı. Elhamdulillah, şimdi çok daha ileri seviyede bir alaka ve ilgi var.

(Devam edecek)

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.

Röportaj Haberleri