Dünyanın çekim ve cazibe alanının her geçen gün arttığı günümüzde, adeta hakiki bir huzur bulma ve nefes alma yeri olan Nur sohbetlerinin yapıldığı evlerden birinde bahar çiçekleri hükmünde olan masum, tertemiz ve iman dolu çocuklarla düzenli olarak gerçekleştirdiğimiz sohbetlerden birini yaparken beni o an yerimden sarsan satırları okuyordum: ''... Bu kapıdan girenleri, ale'r-re'si ve'l-ayn(baş ve göz üstüne) kabul ediyorum. Onlar da üç tarzda olur: ya dost olur, ya kardeş olur, ya talebe olur. Dostun hassası (özeliği) ve şartı şudur ki: Kat'iyen, Sözler'e ve envar-ı Kur'aniyeye(Kur'an nurları, Kur'an'ın saçtığı parıltılar, ışıklar) dair olan(ilgili olan) hizmetimize ciddi taraftar olsun ve haksızlığa ve bid'alara ve dalalete kalben taraftar olmasın, kendine de istifadeye çalışsın.
Kardeşin hassası ve şartı şudur ki: Hakiki olarak Sözler'in neşrine ciddi çalışmakla beraber, beş farz namazını eda etmek, yedi kebairi işlememektir.
Talebeliğin hassası ve şartı şudur ki: Sözler'i kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini onun neşir ve hizmeti bilsin.'' (1)
...
Bu satırları okumayalı epey olmuştu. Bir yandan çocuklarla olan sohbetimize devam ederken, bir yandan da dost-kardeş-talebe üçlemesi arasında çelişkide kalmamdan dolayı bana ızdırap veren bu durumu çocuklara hissettirmemeye çalışıyordum. Çelişkideydim zira kendimi, bu çok önemli üç vasıftan hiç birine tam olarak oturtamıyordum. Daha sonra çocuklara dönerek, kendilerine ayrı kalacağımız bir hafta boyunca, kendime sorduğum bu soruyu sormalarını istiyordum. Bizler bu çok önemli üç kudsi tarzdan hangisine uyuyorduk? Daha dorusu bizler Risale-i Nur'un neresindeydik?...
Yazının başında da belirttiğim gibi aldatıcı dünyanın aldatıcılığı her geçen gün artmaktaydı. Dindar olarak nitelendirdiğimiz insanlar bile ---Allah muhafaza--- bazen dünyaya kendilerini fazlasıyla kaptırabiliyordu. Hayır ve şer içiçe karışmış, ayrımı çok zor bir hele gelmişti. Ve Risale-i Nur talebelerine her zamankinden çok daha fazla vazife düşüyordu helaketler ve felaketler asrı olan 21. yüzyılın şu günlerinde.
Acaba diyordum dostun niteliklerinden olan Sözler'e ve envar-ı Kur'an'iyeyle(Kur'an'ın saçtığı nurlar,ışıklar) alakalı olan hizmetimize ne kadar ciddi olarak taraftar oluyorduk? Haksızlıklara, bid'alara ve dalalet çukurlarına kalben ve cidden karşı çıkabiliyor muyduk? Zira o kadar çok haksızlıığın yanında bir çok kez sustuğumuzu görüyor, bize dokunmayan haksız meselerle çoğu kez ilgilenmiyorduk maalesef... Örneğin din kardeşimiz haksız bir muameleyle karşılaşınca ne yapmıştık bugüne kadar? Ülkemizde ya da diğer ülkelerde sadece inançlarından dolayı zulüm gören müslüman kardeşlerimiz için ne çabalarda bulunduk? Kaçımız inancından taviz vermeyen başörtülü kardeşlerimizin yaşadığı ızdıraplarını, çilelerini, yıkılan(aslında yeşeren) hayallerini sordu kendilerine? Ya da ucu bize dokunmayan kaç tane haksız olaya karşı hakkın gür sesini haykırdık bugüne kadar? Dalalet çukurlarına karşı neler yapık? Bizde bir çok insan gibi: '' Yahu bu zamanda bunlar normal şeyler,sende...'' diyip geçiştirdik mi acaba? Yanımızdaki arkadaşımız şer bir şey söylediğinde buna ne kadar mani olduk? ''Sizden biriniz bir münker (kötülük, haksızlık, zulüm) gördüğünde onu eliyle düzeltsin, gücü yetmiyorsa dili ile düzeltsin, buna da gücü yetmiyorsa kötülüklere kalbiyle buğz (nefret) etsin. Bu imanın en alt seviyesidir." hadis-i şerifini ne kadar tatbik ettik bizlere Rabb'imiz(c.c.) tarafından emanet olarak verilmiş hayatlarımızda? Ya da herşeyi bir yana bırakalım; haksızlıkların, bid'aların ve dalaletlerin farkında olabildik mi? Zira değerli bir yazarın tesbitiyle, siyah ve beyazın net olarak birbirinden ayrılamadığı, grinin tonlarının hakim olduğu zamanımızda o kadar zorlaştı ki bu virüs gibi çoğalan şerleri farkedebilmek...
Bu özellikleri hakkıyla taşımamanın verdiği ızdırapla kardeşin özelliklerinin analizini yapmaya geçiyordum. Kardeşin özellikleri; Sözler'in neşrine ciddi olarak çalışmakla beraber, beş farz namazını eda etmek ve yedi kebairi(büyük günahlar, cezası büyük olan günahlar) işlememekti. Sözler'in neşrine ciddi olarak çalışmadığım kesin bir gerçekti. Kaçırdığım namazlar ve işlediğim günahlar da cabası... İçimin ızdırabı daha da yakmaya başlamışken beni, en önemli vası olan talebeliğin özelliklerini okumaya başlıyordum: '' Talebeleğin hassası(özelliği) ve şartı şudur ki: Sözler'i kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini onun neşir(herkese duyurma, yayma, yayım) ve hizmeti bilsin.'' Bu satırları düşündükten sonra herşeyi bir yana bırakıp, bizlere Risale-i Nur gibi muhteşem bir nur deryasını kendi malımız gibi hissedip, sahip çıkılmasına izin verilmesi, böyle bir nimetin bizere sunulması bile başlı başına çok büyük bir ihsan-ı İlahi iken, bana ne oluyordu da bu hiç hak etmediğim teklifi farkında olmadan geri çeviriyordum...
Hayatımın en mühim vazifesini, Risale-i Nur'ları yaşamak, yaymak ve bu ulvi hakikatlere hizmet etmek olarak biliyordum belki ama bunu hayatıma hakkıyla yansıtmıyordum. Ve ben ilk iki vasfa kendimi tam olarak oturtamadığım gibi en önemli vasıf olan kardeşlik vasfına da kendimi koyamıyordum maalesef. Böylesine değerli bir vasfı ifa edemediğim gibi, hiç haketmediğim halde ihsan edilen Risale-i Nur'lara kendi malım gibi sahip çıkma teklifini de ne kadar kolay ret edebiliyordum. Zaten bizlere verilen hayat tüm hayatların sahibi olan Cenab-ı Hakk'ın(c.c.) emaneti değil miydi? Elbette ve şüphesiz O'nun(c.c.) emanetiydi. O zaman neden en önemli hayat vazifemi; Sözler'in yayılması ve hizmeti yönünde tüm benliğimle kullanmıyordum? Bu ve daha bunun gibi sorular içimi kemirirken sayfanın sonlarına doğru okumaya devam ediyordum...
Cümlenin devamında Üstad Hz.'leri bu üç vasfa sahip olan insanların ne tür harika ihsanlara mazhar olacağını söylüyordu.
Birinci vasıf olan Risale-i Nur'a dostluk ile, hakka davet etmek suretiyle, Kur'an-ı Kerim'in içinde bulunan manevi incileri ve cevherleri kendisinden veya Sözler'den ders alabileceğini söylüyordu. Sadece Üstad Hz.'lerinden ders alabilmek bile başlı başına büyük bir şerefti.Ve dost olan kimse feraizi kılar ve kebairi(büyük günahları) terk ederse, kardeşlerin tamamı olarak duamda dahildir diyordu.
İkinci vasıf olan kardeşlik için ise daha güzel mükafatlar bulunuyordu. Bir kaç defa hususi(özel) ismiyle ve suretiyle kardeşin; dua ve kazancında hazır olup, ibadet itibarıyla uhrevi(ahirete ait) kazancına hissedar olacağını söylüyordu Üstad Hz.'leri. Aman Allah'ım bu ne büyük bir ihsandı. Ahirzaman müceddidi olan Said Nursi Hz.'lerinin özel isim ve suretle duasında yer alıp, uhrevi kazancına hissedar olabilmek... Ve akabinde devam ediyordu cümleler. Sonra bütün kardeşler içinde dahil olup, Allah'ın(c.c.) sonsuz rahmetine teslim ediyorum ki, dua vaktinde ''ihveti ve ihvani(kardeşlerim)'' dediğim vakit, onlar, içinde bulunur. Ben bilmesem, rahmet-i İlahiye onları biliyor ve görüyor. Üstad Hz.'lerine kardeş olabilmek şerefi ile Rahman ve Rahim olan Halık-ı Zülcemal'in(c.c.) rahmetine teslim olmak...
Üçüncü ve en önemli vasıf olan talebenin mazhar olacağı ihsanlar ise bambaşkaydı: Üstad Hz.'leri ile beraber Cenab-ı Hak'ın(c.c.) kapısına yönelip, kalp ve gönül bağı kurarak Kur'an-ı Hakim'in( her ayet ve suresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur'an) hizmetinde el ele verip, tevfik(başrı, muvaffakiyet) ve hidayet(doğru inanç ve yaşayış üzere olmak) istemek idi. Eğer talebe ise her sabah sürekli olarak ismiyle, bazen hayaliyle dahi yanımda hazır olur, hissedar(hisse sahibi) olur diyordu şefkat kahramanı Üstad'ım(r.a.).
Zaten bu üç çok değerli vasıftan birini kendimi tam olarak oturtamamanın ezikliği içimi kemirirken, bir de çok ulvi, paha biçilemez meyveleri kaçırıyor olanın verdiği üzüntü de yerini almış bulunuyordu kalbimin derinliklerinde. Bir yandan kendime çok kızarken, bir yandan dan da bu güzelim meyveleri düşünyordum. Tüm bu düşünceler kalbimde ve beynimde uçuşurken sohbetimizin de sonuna gelmiş bulunuyorduk. Gözleri ışık ışık bakan, nur yüzlü çocuklara bir şeyler öğretebilmenin düşüncesiyle kitabın satırlarını okumaya başlamıştım. Lakin sohbetimizin sonunda asıl ben o kadar çok şey öğrenmiştim ki...
Çocuklarla haftaya buluşmak ümidiyle vedalaşmamızı yaptıktan sonra yavaş yavaş dışarı doğru adım atıyordum. Kendi kendime sorgulamam ise asıl yeni başlıyordu. O kadar çok şeyin kendimi sarıp-sarmalamasına izin vermiştim ki... Onlardan bir türlü sıra gelmiyordu(!) maalesef uhrevi hizmetlerle iştigal etmeme. Bu sorgulamalarla devam eden zaman içerisinde şimdi açık yüreklilikle soralım hepimiz kendimize. Uğruna nice canların şehit olduğu, zehirlerin su gibi içildiği, hapislerin geçildiği, çile yıllarının doldurulduğu, asırların davası olan Risale-i Nur Hizmetinin neresindeyiz acaba?..
Acaba bir türlü bitmek bilmeyen dünyevi işlerimiz, okul derslerimiz, kariyer planlarımız, pahalı elbiselerimiz, yeni arabalarımız, daha mı önemlide(!) bu mukaddes davamızdan da, bir türlü bunlardan sıra gelmiyordu hizmetimize... Elbette hepimizin içinden hayır!-asla! gibi ifadeleri haykırdığınızı duyar gibiyim. Hepimizin içerisinde hizmetlerimizle ilgili tertemiz fikirlerin, coşkuların, düşüncelerin yer aldığını da tahmin edebiliyorum. Lakn elimizi vicdanımıza koyalım. Düşündüğümüz ulvi güzellikleri ne kadar gerçekleştirebiliyoruz? Ya da gerçekleştirebilmek için ne kadar çaba sarf ediyoruz?
Elbette tüm bu iç sorgulamalardan sonra şeytanın tuzaklarında da dikkat etmeliyiz. Bütün bütün karamsarlığa asla düşmemeliyiz. Zira bu yolda bir dirhem hizmet bile bizler için büyük bir kar olarak durmaktadır, bu ulvi hizmetimizde yer almak için nedenli bir sebeptir. Hepimizin bunun idrakinde olarak bu yüzleşmeyi yapması daha sağlıklı olacaktır. Amacım asla bir karamsarlık, ümitsizlik oluşturmak değil. İmanlı kimse zaten karamsar ve ümitsiz olamaz. Elbette çok ulvi Nur hizmetlerinin yapıldığını da biliyorum. Fakat bunlar bizlere asla yetmez.Bizler isteyip inandıktan ve bu uğurda tüm müspet duygularımızla canla-başla çalıştıktan sonra Allah'ın izniyle çok daha hayırlı ve büyük işler başarabiliriz.
İşte benim bu noktadan hareketle amacım; bu ve bunun gibi daha geniş açılımlı fikirler ışığında hepimizin bir iç hesaplaşma yapması, bir iç yolculuk düzenlemesi. ''Bizler Risale-i Nur'un neresindeyiz?'' sorusuna; akıllarımızda, gönüllerimizde ve kalplerimizde hakiki bir cevabın bulunmasına çalışılması. Unutmayalım ki; kendimizde, çocuklarda, gençlerde, baylarda, bayanlarda, kıyıda köşede büyük bir heyecanla duran bir çok insan da bizleri ve bu ulvi hakikatleri beklemekte. Onları bekletmeye ne hakkımız var? Madem ki hiç hak etmediğimiz halde ihsan-ı İlahi olarak bu kudsi dava omuzlarımıza yüklenmiş, o halde hakkını vermeye çalışmak da boynumuzun borcu olsa gerek.
Elhasılı; Risale-i Nur'lar bizleri beklemekte. Hem de tüm güzellikleriyle... Ve dost, kardeş, talebe sıcaklığıyla... Siz hangisini tercih edersiniz?...
(1) Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul:1994, s. 329. ( 26. Mektup, 10. Mesele)
(BY)