Risâle-i Nur’un telifi, ismi ve İslâmî ilimler arasındaki yeri

İdris TÜZÜN

RİSÂLE-İ NUR’A BU İSMİN VERİLİŞ SEBEBİ

Üstad Bedîüzzaman Risâle-i Nur Külliyatını, Batı medeniyetinin İslâm âlemindeki menfi tesirlerini kırmak, dine hücum eden dinsizleri susturmak, Müslümanların imanını güçlendirerek onların Kur’ân ve sünnete bağlılığını tazelemek, dinî hayatı yeniden canlandırmak için telif etti.

Risâle-i Nurlar, Sözler, Mektubât, Lem’alar, Şuâlar olmak üzere, 4 ana eserden meydana gelmiş olup 130 parçadan mürekkeptir. Bu risâleler içerisinde 2-3 sahife olanlar olduğu gibi, 80-90 sahife olanlar da vardır.

Üstad Bedîüzzaman, Yeni Said döneminde risâlelerin telif edilişini ve bu risâlelere “Risâle-i Nur” ismi verilmesini şöyle anlatır:

“Kendi ıstılahıma göre Eski Said’i gömdüm. Büsbütün âhiret ehli Yeni Said olarak dünyadan elimi çektim. Tam bir inziva ile bir zaman İstanbul’un Yûşâ Tepesi’ne çekildim. Daha sonra doğduğum yer olan Bitlis ve Van tarafına giderek mağaralara kapandım. Rûhî ve vicdanî hazzımla başbaşa kaldım. ‘Eûzü billahi mineşşeytani vessiyase’ deyip yani ‘Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım’ düsturuyla kendi rûhî âlemime daldım. Ve Kur’ân-ı Azîmüşşan’ın tedkik ve mütâlaasıyla vakit geçirerek Yeni Said olarak yaşamaya başladım. Fakat kaderin cilveleri beni sürgün olarak muhtelif yerlerde bulundurdu. Bu esnada Kur’ân-ı Kerim’in feyzinden kalbime doğan füyuzatı yanımdaki kimselere yazdırarak Risâle-i Nur Külliyat’ı vücuda geldi. Bu risâlelerin heyet-i mecmuasına ‘Risâle-i Nur’ ismini verdim. Hakikaten Kur’ânın nuruna istinad ettiği için bu isim vicdanımdan doğmuş ve bunun ilham-ı İlahî olduğuna bütün imânımla kaniim. Ve bunları istinsah edenlere Bârekâllah dedim. Çünki imân nurunu başkalarından esirgemeye imkân yoktur. Bu risâlelerim bir takım imân sahibleri tarafından birbirinden alınarak istinsah edildi. Bana böyle bir kanaat verdi ki, Müslümanların zedelenen imânlarını takviye için bir sevk-i İlahîdir. Bu sevk-i İlahîye hiç bir sahib-i imân mani olamayacağı gibi, teşvike de dinen mecbur bulunduğumu hissettim. Zâten bugüne kadar yüz otuzu bulan bu risâleler tamamen âhiret ve imân bahislerine ait olup siyasetten ve dünyadan kasdî olarak bahsetmez. Buna rağmen ‘risâleler’ bir takım fırsat düşkünlerinin de iştigal mevzuu oldu. Üzerinde tedkîkat yapılarak Eskişehir, Kastamonu, Denizli’de tevkif edildim. Mahkemeler oldu. Neticede hakikat tecelli etti, adalet yerini buldu.”[1]

Otuz üç aded Sözlerin ve otuz üç aded Mektubların mecmuuna Risâletü’n-Nur namı verilmesinin sırrı şudur ki; bütün hayatımda Nur kelimesi her yerde bana rast gelmiştir.

Ezcümle:

1. Karyem Nurs’tur.

2. Merhume vâlidemin ismi Nuriye’dir.

3. Nakşî üstadım Seyyid Nur Muhammed’dir.

4. Kadirî üstadım Nureddin.

5. Kur’ân üstadlarımdan Nuri.

6. Talebelerimden benimle en ziyade alâkadarı Nur isimli bulunanlardır.

7. Kitablarımı en ziyade izah ve tenvir eden Nur misâlidir.

8. Kur’ân-ı Hakîm’deki en evvel aklıma, kalbime parlayan ve fikrimi meşgul eden "Allah semavat ve arzın nurudur."[2] âyetidir.

9. Hem hakâik-i İlahiyede müşkilâtımın ekserisini halleden esmâ-i hüsnâdan Nur ism-i nuranîsidir.

10. Hem Kur’ân’a şiddet-i sevk ve inhisâr-ı hizmetim için hususî imamım Zinnûreyn’dir.[3]

İSLÂMÎ İLİMLER İÇİNDE RİSÂLE-İ NUR’UN YERİ

Üstad Bedîüzzaman Risâle-i Nurları, bazen “Bu asrın müceddidi”, bazen “Kur’ân’ın mânevî bir tefsiri”, bazen “ilm-i kelam”, bazen de tasavvuf gibi “insanı zâhirden hakikate götüren bir meslek” olarak tarif eder.

Risâle-i Nur ‘tefsir’dir, fakat alışılmış tefsirler gibi Kur’ân’ı baştan sona tefsir etmez. Risâle-i Nur aynı zamanda kelamdır, fakat metod itibarıyla eski kelam ilminden ayrılır. İşlediği konular itibariyle Risâle-i Nur tasavvufa da benzer, ama tasavvuf da değildir.

Risâle-i Nur, konuları itibariyle tefsir, kelam ve tasavvuf kitaplarına benzemekle beraber, metod ve üslup itibariyle onlardan ayrılır.

Üstad Bedîüzzaman, Risâle-i Nur’da ele aldığı konuları, âdeta kendisinden önce hiç kimse medar-ı bahis yapmamış gibi ele alır, kuvvetli delillerle konuyu tahlil eder, çözüme kavuşturur. Daha önceki kitaplardan -ekseriyetle- alıntı yapmaz. Üslup yönünden hiç kimseyi taklit etmez, kendine has orijinal bir üslupla konuşur.

Kâmusta ‘Bedî’ kelimesi, “Misâlsiz ve numûnesiz ihtirâ olunmuş nesne” olarak tarif edilir. Bu tarife göre diğer İslâmî kitaplara benzemeyen, kendine has orijinal üslubundan dolayı Risâle-i Nur için, ‘Bedî’ ismine mazhardır diyebiliriz.[4] Üstadın bu mânâyı teyid eden bir ifadesi şöyledir: “Mânevî bir elektrik olan Resâili’n-Nur, ne şarkın mâlûmatından, ulûmundan ve ne de garbın felsefe ve fünûnundan gelmiş bir mal ve onlardan iktibas edilmiş bir nur değildir. Belki, semâvî olan Kur’ân’ın şark ve garbın fevkindeki yüksek mertebe-i arşiyesinden iktibas edilmiştir.”[5]

Elbette böyle bir eseri telif eden zat da ‘Bedî’ isminin mazharıdır. Kâmusta ‘Bedî’ kelimesinin bir mânası da “Bir nesneyi numûne ve misâli yok iken inşâ ve ihdas iden zâttır.” şeklindedir. Üstad’a yıllarca ‘Bedîüzzaman’ denmesi bu yönden oldukça mânidardır. Fakat Üstad kendisine böyle bir ismi lâyık görmez ve şöyle der: “Eskiden beri benim liyâkatim olmadığı halde, bana verilen ‘Bedîüzzaman’ lâkabı benim değildi. Belki Risâle-i Nur’un mânevî bir ismiydi; zâhir bir tercümanına âriyeten ve emaneten takılmış. Şimdi o emanet isim, hakikî sahibine iâde edilmiş”[6].

Buraya kadar söylediklerimizin neticesinde, Risâle-i Nur’u şöyle tarif edebiliriz: Risâle-i Nur, bu asırda tecdid faaliyeti yapan nev-i şahsına münhasır bir tefsir ve kelam kitabı, aynı zamanda -tasavvuf gibi- insanı zâhirden hakikate ulaştıran bir meslektir.

Bundan sonraki yazılarımızda Risâle-i Nur’un tecdid, kelam, tefsir yönlerini tafsilatlı olarak ele almaya çalışacağız inşaallah.

 


[1]. Şuâlar, Altınbaşak Neşriyat, c, 2, s, 531.

[2]. Nur suresi, 35.

[3]. Barla Lâhikası, Altınbaşak Neşriyat, s, 315.

[4] Günümüzde bazı şahıslar “Bedi ismi Allah’a aittir, başkalarına bu isim verilmez” demektedirler.  Bu iddia Arapçayı bilmemekten ve cehaletten ileri gelmektedir. Diyanet İslâm Ansiklopedisinde Allah’ın Bedi ismi hakkında şu izah yapılmıştır: “Bedî‘, “benzeri bulunmayan yegâne varlık” demektir. Başta Gazzâlî olmak üzere bir kısım Sünnî âlimler bu görüşü benimsemiştir. Bunlara göre bedîin ihtiva ettiği asıl mâna Allah’ın zât, sıfat ve fiil açısından benzeri bulunmayan bir varlık oluşudur. Herhangi bir varlık için zât, sıfat ve fiil açısından herhangi bir benzerlik söz konusu edilirse bu o varlığın mutlak olarak bedî‘ oluşuna engel teşkil eder. Bu bakımdan mutlak bedî‘ Allah’tır. Ancak ilâhî ilham, ilim, fazilet veya sanatta meslektaş veya çağdaşları arasında sivrilen, yenilikler meydana getiren kişiler için bedî‘ lakabının izâfî olarak kullanılması mümkündür. Arap edebiyatında makame türünün mûcidi sayılan Ebü’l-Fazl el-Hemedânî (ö. 398/1008) için “Bedîüzzaman” lakabının kullanılması bunun örneklerinden birini teşkil eder.(Suat Yıldırım, Bedi, Diyanet İslam Ansiklopedisi, c, 5, s, 320.)

[5]. Sikke-i Tasdîk-i Gaybi, Birinci Şuâ, Altınbaşak Neşriyat, s. 63.

[6]. Sikke-i Tasdîk-i Gaybi, Sekizinci Şuâ, Altınbaşak Neşriyat, s. 114.

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (1)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.