Prof. Dr. Ahmet Akgündüz'ün yazısı:
Risâle-i Nur Külliyâtının Yazım Kurallarına (Usûl-İ Tahrir) Uygunluğu ve Yapılan İtirazlara Cevaplar (IV)
(Bütün bu iktibaslar için bkz. Bedîüzzaman Said Nursî’nin İlmî Şahsiyeti (Ulûm-I Âliye=Âlet İlimleri) adlı eserimizin 19. Bölümü)
1-ARAPÇA ÇOĞUL KELİMELERİN TÜRKÇE’DE ÇOĞUL YAPILARAK KULLANILIŞI
Arapça’da cem’ul-cümû’ kaidesi meşhûr bir gramer kuralıdır; bir defa cemi' (çoğul) olan kelimenin tekrar bir defa daha cemi’ olması demektir. Buna cem’ul-cem’ de denilmektedir. Mesela, Arapça’da hem semâ’î ve hem de kıyâsî olarak bu cemi’ler yer almaktadır. Semâ’îlere misâl, beyt, büyût ve büyûtât; fâdıl, efâdıl ve efâdılûn gibi.
Kıyâsî olanlara ait şu kaideler meşhûrdur:
1-Ef’ul ve ef’ile kalıbındaki bütün cemi’le efâ’il şeklinde yeniden cemi yapılabilmektedir: Kelb, eklüb ve ekâlib; süvâr, esvire ve esâvir misâlleri gibi.
2-Ef’âl kalıbındaki cemi’ler efâ’îl tarzında yeniden çoğul yapılabilir: kavl, akvâl ve ekâvîl gibi.[1]
Ayrıca Osmanlıca’da da aynı kaide geçerlidir: Evliya; Evliyalar gibi.
Günümüze gelince, amele, avene ve evliyâ gibi, Arapça’da zâten çoğul olan kelimelerin Türkçe’de –ler ve –lar eki getirilerek çoğul hâline getirilmesi mes’elesi yeni Türkçemiz uzmanları arasında tartışmalıdır.
Taraftar olanlara göre, bunlar her ne kadar Arapça’da zâten çoğul da olsalar, Türkçeye tekil olarak geçmiştir. Biz Türkçe’ye her kelime veren dilin kurallarını bilmek durumunda değiliz, zâten bu imkânsızdır. Türkler eşyanın çoğul olduğunu bilmez, bilmelerine de gerek yoktur. Örnegin, evlâd TDK 1983 sözlügünde şöyle tanımlanmış: Bir kimsenin oglu ya da kızı, çocuk. Buna göre evlat Türkçe’de tekildir. Eger orijinal dilde çoğul olan adların Türkçe’de tekil olarak kullanılması yanlışsa, o halde midyeler demek de yanlış olacaktır, çünkü midye Yunanca’da zâten çoğuldur.
Eşya, evlâd ve evrak kelimeleri Türkçe'ye tekil olarak geçmedi. Bazıları yanlışlıkla tekil olarak kullanılıyor. Yanlış yapanlar da aslında haklılar, çünkü kelimeler Türkçe'nin çoğul yapım kuralına uygun biçimde çoğul yapılmamışlar. Sözgelimi, 'şey' kelimesi sonuna '-ler' eki getirilerek çoğul yapılmış olsaydı, çoğul dilimizin kuralına uygun olurdu ve herhalde hiç kimse sonuna bir tane daha '-ler' ekleme hatasını yaparak 'şeylerler' demezdi.
Karşı olanlara göre ise, Arapça kökenli olması hiçbir şey ifade etmez. Bu kelimeler dilimizde ilk kez Osmanlı zamanında kullanılmaya başlanmıştır ve çoğul haldedirler. Eşyanın Arapça kökenli olması Türkçe'deki yerini etkilemez dogru ama zâten bu sözcük Türkçe'de en başından beri 'çoğul' olarak kullanılıyor. Şimdi durup dururken "bu Arapça kökenlidir, ben bunu tekil olarak alırım eklerle çoğul yaparım" diyemeyiz.
İşte Bedîüzzaman Hazretleri, hem Arapça’da mevcûd olan kaideden ilhâm alarak ve hem de Osmanlı âlimlerine uyarak, bu tarz çoğulları çokça kullanmaktadır:
“Hem yüzer mu'cizât -ı bahiresine ve âyât-ı katıasına istinaden, başta Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ve Kur'an-ı Hakîm'in olarak, bütün ervâh-ı neyyire ashabı olan enbiyalar ve kulûb-u nuraniye aktabı olan evliyalar ve ukûl-ü münevvere erbabı olan asfiyalar; bütün suhuf ve kütüb-ü mukaddesede, senin çok tekrar ile ettiğin va'dlerine ve tehdidlerine istinaden ve senin kudret ve rahmet ve inayet ve hikmet ve celal ve cemalin gibi kudsî sıfatlarına ve şe'nlerine ve izzet-i celaline ve saltanat-ı rububiyetine itimaden ve keşfiyât ve müşâhedât ve ilmelyakîn itikadlarıyla, saadet-i ebediyeyi cinn ve inse müjdeliyorlar.”[2]
Son olarak Ali Ulvî ağabeyi dinleyelim:
“Edebî Cebhesi: Eskiden beri lafz ve ma’nâ, üslûb ve muhteva bakımından, edibler ve şâirler, mütefekkirler ve âlimler ikiye ayrılmışlardır. Bunlardan bazıları, sadece üslûb ve ifadeye, vezin ve kafiyeye kıymet vererek, ma’nâyı ifadeye feda etmişlerdir. Ve bu hal de kendini en çok şiirde gösterir. Diger zümre ise; en çok ma’nâ ve muhtevaya ehemmiyet vererek özü söze kurban etmemişlerdir.
Artık Bedîüzzaman gibi büyük bir mütefekkirin edebî cebhesi bu küçük mukaddeme ile kolayca anlaşılır sanırım. Zira Üstâd o kıymetli ve bereketli ömrünü, kulaklarda kalacak olan sözlerin tanzim ve tertibi ile değil, bilakis kalblerde, ruhlarda, vicdan ve fikirlerde kudsî bir ideal hâlinde insanlıkla beraber yaşayacak olan din hissinin, iman şuurunun, ahlâk ve fazilet mefhûmunun asırlara, nesillere telkini ile meşgul olan bir dâhîdir. Artık bu kadar ulvî bir gayenin tahakkuku için candan ve cihandan geçen bir mücahid, pek tabiîdir ki, fâni şekillerle meşgul olamaz.
Bununla beraber Üstâd zevk inceliği, gönül hâssasiyeti, fikir derinlığı ve hayal yükseklığı bakımından hârikulâde denecek derecede edebî bir kudret ve melekeyi haizdir. Ve bu sebeble üslûb ve ifadesi, mevzua göre degişir. Meselâ: İlmî ve felsefî mevzularda mantıkî ve riyazî delillerle aklı ikna' ederken, gayet veciz terkibler kullanır. Fakat gönlü mestedip, ruhu yükseltecegi anlarda ifade o kadar berraklaşır ki ta‘rif edilemez. Meselâ: Semalardan, güneşlerden, yıldızlardan, mehtablardan ve bilhâssa bahar âleminden ve Cenab-ı Hakk'ın o âlemlerde tecelli etmekte olan kudret ve azametini tasvir ederken, üslûb o kadar latif bir şekil alır ki; artık her teşbîh, en tatlı renklerle çerçevelenmiş bir levhayı andırır ve her tasvir, hârikalar hârikası bir âlemi canlandırır.
İşte bu hikmete mebnidir ki, bir Nur talebesi Risâle-i Nur Külliyatı'nı mütalaası ile -üniversitenin herhangi bir fakültesine mensub da olsa- hissen, fikren, ruhen, vicdanen ve hayalen tam ma’nâsıyla tatmin edilmiş oluyor.
Nasıl tatmin edilmez ki, Risâle-i Nur Külliyatı, Kur'an-ı Kerim'in cihanşümul bahçesinden derilen bir gül demetidir. Binaenaleyh onda, o mübarek ve İlahî bahçenin nuru, havâsı, ziyası ve kokusu vardır...
Ruhun bu ihtiyacını söyler akan sular
Kur'ana her zaman beşerin ihtiyacı var.” [3]