Bu satırları yazarken, kendi halime güldüm. Biraz utandım. Nefsimi sorgularken, beni içine düşürdüğü halin beni ne kadar ıskaladığını fark ettim. “Kendimizle dalga geçmek” dedikleri türden bir ruh hali ile karşılaştım.
Risale okuyoruz, anlamıyoruz. O zaman ya risale okumayalım, problemi kökünden çözelim. Anladıklarımızı okuyalım. Hatta onlar bile bir müddet sonra yorar, en iyisi okumayalım!
Ya da anladığım risaleyi yazayım, onu risale diye okuyayım. Bu biraz daha içine düştüğümüz hali tarif ediyor. Yani anlayacağınız, anlamak için diz çökmeyince, yeterince terlemeyince, risalenin akreditasyonuna uygun bir sistemle kademe kademe çalışmayınca, hazmetmeyince, risale bizi bu hale soktu!
Kolayından kendi risalemizi yazdık. Kapağına da Said Nursi koyduk. Türkçeden Türkçeye tercüme ettik böylece.
Yaşayan talebeleri, onunla hatırası olan binlerce insanın gözü önünde ve mektepsiz/diplomasız ümmi insanların bile rejimin bütün baskısına rağmen tek parti diktasında ve sonrasında kısmen devam eden izdüşümünde risaleyi söke söke anladıkları, anlattıkları ve güzelim Anadolu’yu bir gülistana çevirdiklerini nefesimiz gibi soluyarak yaşadığımız halde, hala neyi anlayamıyoruz?
Bir başkasının anlaması için kendisinin de sahip olmadığı ama anlayıp anlatma imkanı bulduğu bir risale üzerinde müellife rağmen tasarrufta bulunmak, bizi bu hale soktu.
Evet,risale bizi soktu bu hale.
Turnusol kağıdı gibi.
Yetersizliğimizi, yatırımsızlığımızı, öncelikle ele almadan kolaydan anlamaya çalıştığımız risale, bizden destek ve orijinal sadakat beklerken, orijini düz zeminde bile kaybettirecek ve anlama riskini artıracak bir eksen kaymasına yeltenmekle, “risale bizi soktu bu hale” ifadesi gayr-i ihtiyari aklıma düştü…
Risaleyi anlamak için neden sadece risale anlatan bir televizyon kanalı açmıyoruz? Hatta her grubun doz farkıyla ve kendine göre öncelikli bulduğu mevzuların yan yana anlatmalarına vesile olarak müzakereyi ve muhakemeyi derinleştirmiyoruz?
Neden, Bediüzzaman’ın ifadeleri ile “şerh, izah, tekmil, tanzim, tahşiye, tefsir, tertip, talim, tahşiye, neşir” usullerini yine risalede belirlenen çerçevelerde yeterince geliştirmiyoruz da “sadeleştirme” ile işin içinden çıkacağımıza hükmediyoruz?
Gençler dediğimiz, okudular da mı anlayamadılar, yoksa yeterince okuma ortamları mı olmadı?
Okumanın şahsi boyutu yanında, küçük ders halkaları ile müzakereli okuma, ardından düzenli geniş ders ortamlarına katılarak iklimi teneffüs etme gibi yüzlerce etkinlikle anlama cehdi kazanılamaz mı?
Bu süreçler uygulandığı halde nasıl bir sonuç alındığına dair kaç araştırmamız var? Hangi verilere dayanıyor?
Her mahallenin başında daha modern, mahremiyete uygun, halka açık ve kademeli öğrenme programları ile isteklinin seviyesine göre müfredatlar geliştirmiyoruz?
Eğlenceden spora, mesleki yeterlilikten dil kursları ve hobi ağırlık öğrenme meraklarına kadar binlerce formel, informel eğitim ve kurs varken, risalenin ruhuna ve ahengine uygun topluma dönük risale okumalarını neden planlamıyoruz?
Eksiğimiz nedir? Kaynak mı? Eğitici eksikliği mi? Yoksa böyle bir hedef ve stratejimiz mevcut değil mi?
İnternet kuşağı gençler, ev hanımları, yaşlılar, hatta dini hayata yabancı ve kavramlarla mesafeli binlerce insanın risale okuma öyküleri, yüz yılın tanıklığı ile yeterince bir kanaat vermiyor mu acaba?
Üstelik internet ortamında risale okuduğunda kavramın üstüne geldiğinizde size anlamını veren programların olduğu bilişim çağında metotları çoğaltmak mümkün değil mi?
Neden halka açık drama, belgesel, şiir, makale, tiyatro eğitimleri ile risalenin ruhuna daha çok yaklaşacağımız seferberlikler başlatmıyoruz? Risale Nur mensupları, bir başkasının imanını kurtarma gibi ulvi bir hizmetin ve yüksek şefkatin ateşi ile tutuşurken, neden bunun gereği olan araçları meşru-makul-müspet zeminde yeterince değerlendirmiyorlar?
Tek çare sadeleştirme mi?
Mensupları, ortakları ve hissedarları üzerek nereye varabiliriz?
Neden 10 milyon Uhuvvet Risalesini Türkiye’nin kardeşliği için orijinali ile basıp dağıtmıyoruz? Ve ilk defa okuyacak bin farklı kişiye okuduğundan aldığı lezzeti ve anlama sadedinde ne hissettiğini sorup, yeni bir kanaat edinmiyoruz?
Neden “Ne kadarı anlaşılmadı? İlk okumada ne kadarı anlaşılmalı bir metnin?” üzerinde durmuyoruz? Öğrenme etkisi, kabullenme faktörleri, kavrama psikolojisi, insan ruhuna, vicdanına, hissiyatına ve kalbiyle beraber aklına sıcak gelen ilk mesajların tetikleyici gücünü ölçmeden direkten top çevirmeye umut bağlamak bizi nereye götürür?
Acaba büyüklerimizi dinlediğimiz kadar Üstadı dinlesek, neyin farkına varırız? Eğer ikisi birbirini tamamlıyorsa, o zaman Üstada rağmen bir iddia ve çığır açmak, hem de Üstadın eserleri üzerinden gitmek ne kadar sağlıklı bir yoldur?
Bu yolun “erken râh olmak!” olduğuna nasıl ikna olacağız?
Sonra risaleyi Türkçeleştirme çabası ne kadar anlamlı? Risale mi “Türkçeleşmeli”, yoksa Türkçe mi risaleleşmeli? Bir tekerleme gibi zorlaşan bu cümlenin farkındayım. Sıkıntı, risaleyi Türkçe üzerinden anlamlandırma bakışından kaynaklanıyor. Tam tersine olmalı.
Sonra medeniyet dilini tahrip etmeye dönük, suyu bitmiş çayın demini aşılamak da ne oluyor?
Risaleyi açıktan birinci derecede kurum ve kuruluşlar düzeyinde gündeme almadan yedeklemek ne kadar anlaşılmayı kolaylaştırır?
Risale, devşirilecek ve anladığımız kadarıyla piyasaya süreceğimiz bir meta değil ki?
Risale bir tüketim malzemesi değil ki, müşteri böyle istiyor, toplum taleplerine göre ürünü değiştirelim diyebileceğimiz bir “mal” değil ki? Ruhunu inciterek neyi çözeceğiz?
Bütün inkişaf sadece “anlamak” üzerine mi kurulu olacak? Risale tasavvuru kendi içinde kainat mesabesinde ve her okunuşta aynı kelime ve kavramın bize yeni manalar hediye ettiği safhalarda yapmamız gereken nedir?
Üstelik risale müşteri aramaz. Bunu hepimiz biliyoruz.
Ayrıca “aklı muhtaç, kalbi yaralı” olanlar onu arayıp buluyor. Aradığında doğru servis yapmamız yeterli.
Tüketici eğilimlerine göre “ürün modifikasyonu” yapacağımız bir eser değildir risale.
Kur’anidir, hastır, hususidir ve kendi rüçhaniyetinin kaynağı vehbidir.
1970’lerin ortasında Şanlıurfa’da Mustafa Kan ağabeyimiz, ümmiydi. Okuma yazması yoktu. Ama sürekli ders dinler, evinde ders yapılır ve hepimizden fazla idrak ederdi. Anlamanın matematiksel ölçme boyutu ruhani inkişafın idrak alanını tespite ne zamandan beri yeltendi?
Anlamak, bir istek ve irade ister.
Çağın ihtiyacını, dünya gençliğinin yaşadığı buhran ve yetersizlikleri dikkate alarak, dünya nüfusu kadar topyekun insanlığın risaleyi okuma cehdini sağlamak istiyorsak, ki bunda hepimiz müttefikiz. Öyleyse risale mensuplarının cadde-i kübrasında ittifak edilebilecek metotlar, yaklaşımlar geliştirebiliriz. Kardeşçe akademik zeminde istişare ve ilmi müzakere ortamlarında tebliğler sunabiliriz. Buna ciddi bir ARGE yatırımı yapabiliriz. Bu meseleler farklı kesimlerin katılımıyla değerlendirmeye alınamaz mı?
Acaba kaç tene Bediüzzaman Araştırma Merkezi kurduk?
Kaç tane Risale Nur Eğitim Merkezi mevcut?
Risale-i Nur araştırmaları için, duyuruya açık kaç yüksek lisans ve doktora programı yürüyor?
Velhasıl, risale okuma kampanyaları ile işe koyulalım. Ve yeniden okuma seferberlikleri değişik, farklı ve ilk defa sunacağımız insanlarla devam edelim okumaya. Göreceğiz ki risale kendini okutturuyor.
Yeter ki okuyalım. Risalenin okulu kendisidir. Öğretmeni de kendisi. Deneyin görün. Belli bir ısrar ve sebatla ilerlediğinizi göreceksiniz.