Risale "tanımak" için yazılmış, "tanınmak" için değil
Şüphesiz yazı / kalem günümüzün en güçlü iletişim araçlarından biri. Geçmişte kelam ve kemal ön planda iken, gün geçtikçe bu denge kalem lehine değişiyor. O kadar ki bu gün kalemi ile geçinen hatırı sayılır sayıda yazar var. Bu dünyada böyle olduğu gibi Türkiye’de de böyle. Seküler yazın dünyasında böyle olduğu gibi, ehl-i iman yazın dünyasında da böyle.
Ne var ki günümüzde bu konuda çoğu kere bir açmazla karşılaşıyoruz. Zaman zaman kalem, kelam, kemal denkleminin ayarı tutturulamıyor. Kalem ve kelam birbirine yaklaşırken, kemal dengedeki bir unsur olmaktan çıkıyor ya da çıkartılıyor. Tabir yerinde ise kalemin ve kelamın hakkı verilmiyor, kemal ıskalanıyor. Kalemin bir değeri yok, bir fiyatı var sadece. Buna mukabil kelamın bir kesimde değeri var, ama bir başka kesimde fiyatı bile yok.
Kalem, kelam, kemal dengesinde kemalin ıskalanması sadece ehl-i dünya için geçerli değil. Benzer bir duruma zaman zaman ehl-i iman olarak nitelendirdiğimiz kalem ehl-i arasında da rastlanıyor. Genel olarak ehl-i iman arasında var olan bu durum yazıya dayalı bir cemaat hareketi olan Risale camiası içinde de nispeten görülebiliyor.
Bu gün, bir zamanlar kişisel hayatında güzel bir kul olduğu halde, yazdığı niteliği zayıf yazılarla zamanla fikren, ahlaken ve amelen zayıflayan kalem ehline rastlıyoruz. Gerek ehl-i iman, gerekse de onun bir şubesi olan Risale camiasındaki kalem ehli içinde ehl-i iman ve Risale ile bağdaşmayacak yaşantı içinde olan bu gibi insanlarla karşılaştığımızda “yazının meşruluğu” sorunu ve bunun bir uzantısı olan “yazı insanı irşad eder mi?” soruları akıllara geliyor.
Bu gün kalem ve kelam ile kemalini zayıflatanlar olduğu gibi, kalem ve kelam ile kemalini yükseltenler de var. Kalem ve kelamdan beslenenler olduğu gibi, kalem ile kemale erip, kendini kalem ve kelamla besleyenler de var.
Kalem, kelam ve kemal deyince benim ilk aklıma gelenlerden biridir Tolstoy. Kalem ile kemale gelip, kemalin doruğundaki kalemsiz, ümmi Peygamber Muhammed Mustafâ (aleyhisselatüvesselam) için methiler yazan, bir rivayette o kalemsiz kemal ehlinin dini İslam’a girmek için İstanbullara kadar geldiği söylenen Tolstoy. Onun “insan ne ile yaşar?” isimli kitabında dile getirdiği kemal hallerini yazmaya bu gün bile bir çok ehl-i iman kalemin muktesebatı yetmiyor. Bu gün gerek ehl-i iman cephesinde, gerekse de dünya ölçeğinde Tolstoy ayarında bir mütefekkir ve romancının çıkmaması da gösteriyor ki, yazı bir kalem ve kelam işi değil, bir kemal işidir. Ve bu fıtri kemal eylemini ancak “insan ne ile yaşar, insan niçin yaşar?...” gibi bir dizi soruyu samimi bir şekilde soran kişiler gerçekleştirebilir.
Tolstoy’un “İnsan ne ile yaşar?” sorusu burada bir soruyu daha hatıra getiriyor: Yazar niçin yazar?
“Yazı” denilince hemen hepimizin aklına ilk elden eli kalem tutan, ağzı laf yapan, edebiyat (!) yapan yazar/kalem ehli geliyor. Şüphesiz yazı ile yazar arasında, kalem ile kelam arasındaki denge gibi bir denge olmalı. Ne var ki günümüzde bu denge bazen o kadar çok bozuluyor ki, yazı gidiyor, yazar kalıyor geriye. O kadar ki, Tolstoy’un makamına en layık mütefekkirlerden biri olarak gösterebileceğimiz Cemil Meriç bile modern zaman yazarını kitaplarıyla resim çektiren adama benzetmiş. Yani yazı yazarın resminin ardında kalmış. Yazarın ne yazdığı değil de, ne yaptığı hatırlanıyor şimdilerde.
Öyle tahmin ediyorum ki, yazı ile yazar, kalem ile kelam hiçbir zaman bu kadar birbirine yakın olmamıştır. Yine öyle sanıyorum ki kalem ile kemal hiçbir zaman bu kadar birbirine uzak olmamıştır.
Aslında yazı ile yazarın birbirine yakın olması her zaman reddedilecek bir durum değildir. Bunun olumsuz tarafları olduğu gibi, olumlu tarafları da var. Burada yazarın yazısı ile bütünleşmesi veya yazının yazarıyla bütünleşmesi gibi iki ayrı durum ortaya çıkıyor. Bunların birbirinden ayrı olduğunu hatırlatmaya gerek yok. Yine de yazı ile yazar arasında, özne ile nesne arasındaki türden bir ilişkisinin varlığından söz etmeliyiz. Zira hiçbir nesne öznesiz olmadığı gibi, hemen her özne de bir nesneye konu bir fiilin altına imza atamayabilir.
Her halükarda yazar ile yazı arasında özne ile nesne arasındaki gibi bir ilişki vardır. Ama yazar ile yazı arasındaki asıl ilişki “tanıma-tanınma” merkezinde ilerliyor. İşte tam burada başlıyor sorun: İnsan niçin yazar? Yazı insanı irşad eder mi?
Tanımak için yazan kişi kalem ve kelam ehli olmaktan ziyade kemal ehli olmayı önemsediği için yazar. Tanımak arzusuyla yazan kişi imanıbillah, marifetullah, muhabbetullah ve lezzet-i ruhaniye zincirini takip ederek, kalemden kemale ulaşır. O lezzet-i ruhaniye için yazar, nefsani arzularını tatmin için yazmaz.
Tanınmak için yazan kişi kemal ehli olmaktan ziyade kalem ve kelamı önemsediği için yazar. Nefis ve akıl arasında bir yerden dünyaya bakar ve muktesebatını kalbi bir semere olarak ortaya koyduğu imajını vermeye çalışır. İmanın, marifetin, muhabbetin bedelini ödemeye yanaşmaz. Zira o nefsi için yazar. Nursi gibi nefsini ıslah etmek için yazmaz.
Kemal için kalem serd eden kişi yani tanımayı tanınmanın önüne koyan kişi “Hayatım rabbani bir mektuptur, kardeşlerim olan zişuura kendini okutturur” mantığıyla hareket eder. Yazının merkezine kendisini koyar, ama kâinatın merkezine kendini koyma “enaniyetini” göstermez. İlk elden kendi nefsine muhabbet etmek yerine “Ey gafil nefsim” diyerek, onu muhatap alıp irşad etmeye çalışır.
Kalem için kemal serd eden kişi yani tanınmayı tanımanın önüne koyan kişi “Nefsim kemali bir mektuptur, okurlarıma kendini okutturur” mantığıyla hareket eder. Yazının merkezine nefsini, kâinatın merkezine kendini koyar. Nefsine muhabbet eder, ama nefsini muhatap almaz. Nefsini yazar. Ama nefsini irşad için yazmaz. Zira hemen hiçbir zaman “ey gafil nefsim!” deme büyüklüğünü göstermez. Kendi nefsini irşad etmeye çalışmaz. “Ey serseri kalbim” der, nefsi arzularına kalbi haz havası vermeye çalışır.
Kemal ehli, yani tanıma arzusu olan kişi Sokrates gibi yaşamayı yazmanın önüne koyar. İnsan yaşayabilen bir kişi olabilmek için söylediği zaman söyledikleri zaten yazı niteliği kazanıyor. Kemal derecesinde yaşayabildiği müddetçe o yazmasa bile birileri onu yazmaya devam edecektir. O kemal ehl-i kalemlerin elinde yaşamaya devam edecektir.
Kalem ehli, yani tanınma arzusu olan kişi Sokrates’in aksine yazmayı yaşamanın önüne koyar. O yazdığı müddetçe yaşayacaktır. O kelam serdedebildiği müddetçe kalem serdedebilecek yani yaşayabilecektir. Onun kalemi kelamına, kelamı da yaşamasına bağlıdır. Söz uçacak, ama yazı da kalmayacaktır. Zira yazdıkları zaten sözden ibaret olacaktır.
Kemal ehli kişi ya yaşadığını yazar ya da yaşamaya çalıştığı şeyi yazar. “Yaşamayı bileydim yazar mıydım hiç / Yaşamayabileydim yazar mıydım hiç” der.
Kalem ehli kişi yaşamadığı şeyi yazar. Ama yaşamış gibi göstermeye çalışır.
İnsan ne ile yaşarsa onu yazar; onun için yazar. Kemal ehli hakikat için yaşar ve ancak hakikati yazar.
Kalem ehli para ile yaşar. Balzac gibi “para için yazıyorum” der. Bunu söyleyen birinden “Hakikat için yazıyorum” demesini bekleyemezsiniz. Bunu söyleyen birinde “Yazı kanla yazılır” diyebilme cesaretini göremezsiniz.
Tanımak için yazan kemal ehli hemen her satırında kemaline kemal katacaktır. Kalem ehli olarak tanınmak yerine ilk elden kemal ehli olarak hatırlanacaktır.
Tanınmak için yazan kalem ehli kalemine bir şeyler katmak adına kalemini sürekli sivriltecek ve gün gelip kalem yok olup gidecektir. O kemal ehli olarak değil, en iyi ihtimalle kelam ve kalem ehli olarak bir süre hatırlanacaktır.
Tanıma arzusu ile yazan kemal ehli kısa vadede olmasa bile uzun vadede zaten tanınacaktır. Yıllar geçtikçe o bir yazar olarak anılmaktan öte bir “müellif” olarak anılacak, Nursi gibi saygı görecek, kendisine tebaiyyet edilecektir.
Tanınmak arzusu ile yazan kalem ehli ise yazar olarak bir süre insanların zihninde kalacak, ama daha sonra unutulup gidecektir.
Bütün bunlardan sonra diyebiliriz ki, Risale tanınmak için değil, tanımak için yazılmış bir kelam ve kemal kitabıdır. Şüphesiz buradaki “kelam” ibaresi “lafz” anlamını karşılamaz. “Kelam” ilmini karşılar. Tarihte örneğine çok az rastlanacak türden bir yazı kalitesine ve niteliğine sahip olmasına rağmen, yine tarihte çok az rastlanan türden bir ilgiye mazhar olmuştur.
Risale imanıbillah, marifetullah, muhabbetullah ve lezzet-i ruhaniye zincirini takip ederek, kalemden kemale ulaşır.
Risale müellifi “Hayatım Rabbani bir mektuptur, kardeşlerim olan zişuura kendini okutturur” mantığıyla hareket eder. Yazının merkezine nefsini koyar. “Ey gafil nefsim” diyerek ilk elden kendi nefsini muhatap alır, kendi nefsini irşad etmeye çalışır.
Risale “Alim-i mürşid koyun olmalı, kuş olmamalı. Koyun kuzusunu süt, kuş yavrusuna kay verir” diyerek ilim-amel denkleminin önemine vurgu yapar ve yaşamayı yazmanın önüne koyar.
Risale dava değil, dava içinde bir bürhandır. Herkesin bildiği anlamda Said Nursi’nin bir davası yoktur. Bundandır ki hiç kimse onu bir yazar olarak hatırlamaz. O bir “müeelif”tir. Bir yazar değildir.
Zeyl:
İnsan kendini, insanı ve kâinatı tanımak için yazar. İnsan insanlara kendini tanıtmak için yazmaz. Hiçbir zaman kalem ve kelam kemalin önüne geçemez. Bunun için her zaman kalem, kelam ve kemal dengesi korunmalı. Her şeyden önce yazı ilk önce yazanı irşad etmeli. Bize düşen ise kalemin (cemalin), kelamın (celalin) ve kemalin dengede olduğu Risale duyarlılığına uygun yazılar yazarak, yazının yazarını da irşad edebileceğini göstermektir.