Kur'an-ı Hakim'in 66. sûresi, ‘Tahrim sûresi’ adını taşır ve sûreye neden bu adın münasip görüldüğü daha birinci âyetinden anlaşılır:
“Ey Peygamber! Eşlerinin rızasını arayarak, Allah’ın sana helâl kıldığı şeyi neden kendine haram ediyorsun?”
Âyetin iniş sebebi, Hz. Peygamberin, bir daha içmemeye yemin ederek, çok sevdiği bal şerbetini kendine haram etmesidir. Bu içmeme yemininin ardında ise, ona bal şerbeti yapmış eşin özel bir rağbete mazhar olacağı endişesi ile başka bazı hanımlarının kurduğu bir tezgâh vardır. Bize, inanılması güç gelen, “Peygambere nasıl yapılır, nasıl söylenir?” dedirten bir kumpas, bir tezgâh...
Kaynaklarda ayrıntısıyla verilen bu olay, bize inanılır cinsten gelmez; zira sahabilerin, bu arada ‘mü’minlerin anneleri’ olan Peygamber eşlerinin de birer ‘insan’ olduğunu unuturuz. Onlardan insan gibi değil de, melek gibi davranışlar bekleriz hep.
Oysa, bizden farklı donanımlara sahip melekler, biz insanlara hakkıyla rehber olamazlar. Melekten farksız insanların yaşadığı bir asır da, her asrın mü’minleri için bir referans, bir mihenk, bir mihver sunamaz.
Son tahlilde sahabiler de birer insandır basit gerçeğini akıldan çıkarmadan baktığımızda ise, Peygamber hanımlarının sergilediği davranış, bize son derece normal gelir. Ortada, tipik ve son derece anlaşılır bir kadın davranışı vardır. İlginin merkezi olmak, hep özel olmak, dahası özelin de özeli olmak isteyen Âişe (r.a.) portresi, sanırım her hanımın içinde kendisini bulacağı bir portredir.
Dolayısıyla, bu olay hakkında gelen âyetten de, her hanımın alacağı bir hisse vardır: “Ey Peygamber! Eşlerinin rızasını arayarak, Allah’ın sana helâl kıldığı şeyi neden kendine haram ediyorsun?”
Buna göre, her hanım, bu âyete bakıp, kendisinin eşine karşı nasıl bir ‘rıza dayatması’na girdiğinin muhasebesini yapabilir. Yapmalıdır da.
Keza, her koca da, yine bu âyete bakıp, eşinin ‘rızasını gözeterek,’ Allah ona helâl kıldığı halde kendisine haram kıldığı şeylerin muhasebesini yapabilir. Hem, yapmalıdır.
Bu muhasebe yapıldığında, karşımıza, gerçekte evlilik hayatını bir şekilde yıpratan, aşındıran ve hatta kemiren bir dizi unsur kolaylıkla çıkacaktır.
Ve bakıldığında, bütün bu unsurların her birinin altında, en temelde, bir kadının ‘özel’ olma çabası görülecektir.
Bırakalım Allah erkekleri muhayyer kıldığı halde bugünün hanımlarının telaffuzuna dahi razı olmadığı ‘taaddüd-ü zevcat’ gibi konuları; başka konularda da, ortada böyle bir tablo vardır. Bu konuların başında da, tabir yerindeyse, ‘sevgi tekelciliği’ diyebileceğimiz bir halet-i ruhiye başrolü oynamaktadır.
Bir hanımın bir erkeğin ‘eş’ olarak ona duyduğu ve duyacağı sevgide ‘rakip’ istememesi anlaşılır bir durumdur; ve ilgili âyetin erkeği bu noktada ‘muhayyer’ bırakırken ‘adalet’ şartını da koyması, zannımca, bu anlaşılırlığın bir teyidi hükmündedir. Anlaşılmaz olan ise, bir kadının, ‘eş’e duyulan sevgiden öte, sevginin bütün türlerinde biricik, her açıdan tek adres olma isteğidir.
Oysa, aşkın bencilliğine karşılık, sevgi gerçekte hiç de bencil değildir. Bir ‘eş’e duyulan sevgi, anneye duyulan sevginin, babaya, duyulan sevginin, evlada, kardeşe, arkadaşa duyulan sevginin rakibi veya alternatifi değildir. Bir insan, meselâ bir erkek, eşini ‘eş’ olarak çok sevdiği aynı zamanda, annesini anne olarak, kızkardeşini kardeş olarak, kız çocuğunu evladı olarak sevebilir; ayrıca, hemcinsi olan arkadaşlarını sevdiği gibi, içlerinden birkaçını sırdaşı olacak derecede çok sevebilir. Bütün bu sevgilerin hepsi aynı anda yaşanabilir; ve farklı adreslere yönelen bu sevgilerin aynı anda yaşanabilirliği, hiçbiri için kendi türünde bir yoğunluk azalmasına veya yitip gidişe sebebiyet vermez.
Gelin görün ki, bugünün dünyasında, (ve, kadın fıtratı ile erkek fıtratı değişmediğine göre, bütün çağlar boyunca), kadınlar bütün sevgileri tek elde toplamak istiyor. “Eşim ‘eş’ olarak beni sevsin” haklı isteğinin yerini, “Eşim yalnız beni sevsin” tekelciliği alıyor. Böylece, bir erkeğin annesine olan sevgisi kıskanılıyor, kızkardeşine olan sevgisi kıskanılıyor, hatta yerine göre çocuğuna olan sevgisi bile kıskanılıyor, arkadaşlarına yönelik sevgisi de kıskanılıyor.
Bu durumdaki bir hanımın ‘anne’ olarak tepkilerine baktığımızda, yine aynı tekelcilik karşımıza çıkıyor. “Eşim yalnız beni sevsin”ci bir hanım, çocuğu da yalnız kendisini sevsin istiyor. Damatlar kıskanılıyor. Özellikle de gelinler kıskanılıyor. Kendi sevilme isteğinden hareketle başkalarının ‘sevilme’ ihtiyacına dair bir empati yapmak yerine, damadını ve bilhassa gelinini ‘sevgide rakip’ gören o kadar çok kadın var ki...
İşin erkekler tarafında ise, bu ‘sevgi tekelcisi’ ruh halinin getirdiği rıza dayatmaları yüzünden, nice erkeğin Allah’ın helâl kıldığı şeyi kendisine haram ettiğini görüyoruz. Eşinin rızasını gözeterek arkadaşlarını unutanlar da var; akrabasını, kardeşini unutanlar da. Yahut, içten içe onları da seviyor, onlarla da birarada olmak istiyor olduğu halde; eşinin rıza dayatması yüzünden, bu sevgisini dışa vurup gereğini yerine getirmekten çekinenler de. Dahası, anne babasının hatırını bile gözetmekten çekinen de.
Nitekim, gördüğüm ve bildiğim üzere, bu yüzden üzerine farz olan bir anne-baba hakkını aksatan veya yerine getirse de gizleyen erkekler azımsanır sayıda değil. İhtiyacı karşısında annesine veya babasına para veren ve eşinden sadece anlayış ve teşvik gören kaç erkek vardır dersiniz? Cenab-ı Hak erkeği anne-babasına da bakmakla yükümlü kıldığı halde? Bir erkek, eşini aç ve açıkta bırakmıyorsa, onun ‘hâcât-ı gayr-i zaruriye’ sınıfındaki isteklerinden önce anne-babasının zarurî ihtiyaçlarını karşılama durumunda olduğu halde? (Meselenin, gelini için yapılan zarurî bir harcamayı kıskanan ‘sevgi tekelcisi anneler’ faslını da unutmayalım.)
Sözün kısası, helâl helâldir, haram da haram. Bal şerbeti helâldir ve Resûlullah bal şerbetini içmelidir. Zira, rıza dayatmaları, helâli kendimize haram etme gibi bir ‘ödül’ü haketmemektedir.