Ruh için şu tanımlar yapılır:
“Can. Canlılık. Nefes. Cebrail (as.)...”
“Bir kanun-u zîvücud-u haricî, yani hariçte müstakil bir varlığı bulunan bir kanun."
“Emir âleminden olup, beden ülkesini idare etmesi için kendisine müstakil bir varlık verilen bir kanun. Bedenden ayrılınca da varlığını devam ettirebilen lâtif bir cisim.”
Bazı insanlar Peygamber Efendimize ruhu sordular. Cevap vermeyip, vahyi bekledi. Gelen ayet gayet netti: “o, rabbimin emrindendir, de.” Ruhun varlığı tasdik ediliyor, fakat mahiyeti açıklanmıyordu. Çünkü, muhatapların söyleneni anlamasına imkân yoktu. Akıl, “emir aleminden” olan bir varlığı kavrayacak kapasitede değildi.
“Emir alemi” ölçüden, tartıdan, şekilden, renkten uzak varlıkların dünyasıdır. Maddeler için söylenen uzun, kısa, mavi, sarı, yuvarlak, düz, ağır, hafif gibi kelimelerin o alemde karşılığı yoktur. Ölçülere mahkum akıllar, ölçülemeyeni nasıl anlasın?
Ancak o, mantık ölçüsüyle her eserin bir ustaya delalet ettiğini bilir. Böylece kâinat denilen o muhteşem eserden hareketle yaratanı tanır. Yine o, öznesiz fiil olamayacağını kabul eder. Bu yolla, bedeni harika bir tarzda idare eden, fakat göz ile görülemeyen bir özün, yani ruhun varlığını tasdik eder. Zaten kendinden beklenen de budur.
Hadiste “Kendini bilen rabbini bilir.” buyruluyor. Bir büyük mütefekkirimiz de, “Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku...” diyor. Şu halde, insanın kendini tanımaya çalışması şart. Kendimizden giderek ona ulaşacağız!
Ruh hakkında neler biliyoruz?
Ruhun kendisini bilemiyoruz. Ancak bazı özelliklerinden söz edebiliriz. Beden, anne karnında belli bir olgunluğa erişince, ruh verilir.
Bedenin sultanı olan ruh, nurani, şuurlu, diri ve harici vücut sahibi bir varlıktır. Sonradan yaratılmıştır, ama ebedidir. Birdir, bölünmez, parçalara ayrılmaz. Tesirleriyle bedenin her yerinde bulunur, fakat mekânı yoktur. Bedenin içinde olmadığı gibi, dışında da değildir. Ona ne uzaktır, ne de yakın. Bütün işleri aynı anda idare eder, bir iş diğerine mani olmaz. O, tabiattaki kanunlara benzer. Eğer kanun şuurlu olsaydı ve harici vücut giyseydi ruh özelliği kazanırdı. Ruh, kendisinin ve diğer varlıkların farkındadır.
Ruh, sahip olduğu maddi ve manevi cihazlarıyla işler yapar. Şuuruyla fark eder, aklıyla anlar, vicdanıyla tartar, karar verir, hayaliyle planlar yapar, hafızasıyla bilgi depolar, kalbiyle sever. Onun sayılamayacak kadar çok kabiliyeti vardır. Bunların bir kısmı da maddi uzuvlarla ortaya çıkar. Ruh, eliyle tutar, gözüyle görür, kulağıyla işitir, ayağıyla yürür... Bedende bulunduğu sürece bedene muhtaçtır. Faaliyetleri bedenle sınırlıdır. Beden ile ruh, ampul ile elektrik gibidir. Ampul kırılınca elektrik yok olmuyor ve var olmaya devam ediyor. Biz onu görmesek de inanıyoruz ki, elektrik hâlâ mevcuttur. Aynen bunun gibi, insan ölmekle ruh vücuttan çıkıyor. Fakat var olmaya devam ediyor. Cenab-ı Allah ruha münasip daha güzel bir elbise giydirerek, kabir aleminde yaşamını devam ettiriyor.
Dostlarımız soruyorlar, “Ruh nasıl bir şey?” diye. “Bilmiyorum”, diyor ve devam ediyorum: böyle demekle sorunuzun gerçek cevabını vermiş oluyorum.
Mahiyeti bilinmezler hakkında en ileri ilim, “bilmiyorum,” kelimesinde ifadesini bulur. Böyle demeyip de onun hakkında bir takım tahminlerde bulunsam, “uzundur veya kısadır”, desem, “bedenin şurasında veya burasındadır”, “şu veya bu renktedir”, gibi lâflar etsem aldanmış ve aldatmış olurum. Çünkü ruh, beden cinsinden değil. Biri hane ise diğeri misafir, biri tezgâh ise beriki usta.
Ne bir evin bölmeleri, insanın organlarına benzer, ne de tezgâhın aksamı ustanın azalarına.
Beden ve kâinat... Her ikisi de kesif ve maddî. Ruh ise lâtif ve nurânî. O halde ne beden, ne de şu âlem bize ruhun mahiyeti hakkında bir bilgi verir. Onlara dayanarak yapacağımız bütün tahminler yanıltıcı olmaya mahkûm... Toprağa bakıp yerçekimi hakkında tahminler yürütmek gibi bir şey.
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri Risale-i Nur Külliyatı'nda, ruhun bekasını ifade ederken şu ifadeyi kullanır:
“Ruh ise tahrib ve inhilâle maruz değil. Çünki: basittir, vahdeti var.”
Buradaki “basit” kelimesi, terkip olmama demektir. Gerçekten de insanın ruh dünyası ayrı bir âlem. Terkip değil, fakat nelere sahip değil ki!.. Ama, bu çokluk onun vahdetini, birliğini bozmuyor. Ondaki akıl, hafıza, duygular ve his dünyası ne bedenin organlarına benziyor, ne de kimyevî bir bileşimin unsurlarına... Bunların müstakil bir şahsiyetleri yok. Tek başına bir akıl, yalnız kalmış bir irade, sahipsiz bir hafıza düşünebiliyor muyuz?
Ruhun bu harika yaratılışı insan için büyük bir irşat kapısı... İnsan bu sayede, Cenâb-ı Hakk’ın kudsî sıfatlarının, zâtından ayrı düşünülemeyeceği hakikatine bir derece bakabilir.
Ruh beyinden mi ibarettir?
İnsan, ilim sahibidir. Hem kendini, hem de diğer varlıkları bilir. Üstelik bildiğini de bilir. Bilgisi bilinçlidir. Bilgisayar disketinden farklıdır. Bir diskete de birçok bilgileri kaydetmek mümkündür, ama o disket kendisinde bulunan bilgilerin farkında değildir. Öğrenmek için herhangi bir arzusu da yoktur. İlmi istemek ve öğrenmeye çalışmak ise, maddenin özelliklerinden değildir.
İlimden mahrum atomlar, ne kadar mükemmel bir şekilde bir araya gelmiş olurlarsa olsunlar, ilim sıfatını kazanamazlar. Beyin de bu ilimsiz ve şuursuz atomlardan meydana gelmiştir. Bilgileri aktarır ve kaydeder, ama bu işi şuursuzca yapar. Bilgisayar disketinden farkı yoktur. O, ruh adlı varlığın emirlerini yerine getiren bir alettir sadece.
“İrade” gerçeği ise, başlı başına bir harikadır. Seçmek, karar vermek, ayırmak, istemek, reddetmek, bilgisiz bir et yığınının yapacağı işler değildir. En mükemmel uzuv olan beynin, irade sahibi olduğunu iddia eden adam gülünç olur. O, irade etmez, sadece ruhun istediğini yapar.
Milyarlarca hücreden yaratılan beyin, akılları hayrette bırakacak kadar harikulade bir bilgisayardır. Fakat her bilgisayar gibi, onu birinin programlaması gerekir. Beyin, ruhun ürettiği paket programları uygulamak, bedenin diğer parçalarına iletmek için kurulmuş bir santrale benzer. Yeni yollar, başka imkanlar, farklı işler peşinde koşacak iradeye sahip değildir.
Ona, “Ben bir bilgisayarım.” dedirtebiliriz. Fakat bu deyiş, teybin ses vermesi gibidir. Hiçbir bilgisayar kendini aşamadığı gibi, beyin de kendini aşamaz, ancak belli bir program dahilinde faaliyet yapar.
Beyin denilen o harika cihaz, ruhu inkara değil, yaratanı kabule götürür. Basit bir hesap makinesinin bile ustasız olamayacağını bilirken, beynin sonsuz ilim ve irade sahibi bir ustası olduğunu nasıl inkâr edebiliriz?
Ruh ile beden arasındaki ilgi nasıldır?
Kaba, sert bir ağacın, narin ve nazik bir meyve vermesi gibi, bu haşmetli ve cansız âlemden kendisine pek de benzemeyen bir varlık süzülmüş: insan... Güneş yakarken o yanmış, rüzgâr eserken o nefes almış, ırmaklar akarken o kanmış, toprak mahsul verirken o tüketmiş.. Ağacı cansız iken o canlı olmuş, âlem görüp işitmezken o görücü ve işitici kılınmış...
Artık bu üstün meyve, kâinat ağacının gözü kulağı kesilmiş. Bu şerefli rütbe ile birlikte büyük de bir mesuliyet yüklenmiş. O, neye hizmet etmişse, kâinat da mânen o işin peşine düşmüş; o neye kulak vermişse âlem onu dinlemiş ve o neye bakmışsa bütün hizmetçiler de onu seyre koyulmuşlar...
İşte bu insan meyvesinin şu görünen beden hanesinin ötesinde, şu âlemi memnun yahut mahzun eden bir efendi mevcut. Elini dilediği meyveye uzatabiliyor. Gözlerini arzu ettiği istikamete dikiyor. Ayaklarını keyfince hareket ettirebiliyor. İşte bütün bir kâinat ve top yekûn insan bedeni o efendi için yapılıp çatılmış. Renkler âlemi onun gözü önünde hazır. Tatlar âlemi onun diline arz edilmekte. İlim ve hikmet âlemi onun aklına bakıyor.
Bu beden ve şu kâinat, o ruhun önünde iki sahife gibi. Dilerse bedeni okur, isterse kâinatı... Beden ve kâinat, bir başka cihetle de o ruhun önünde iki sofra. Her ikisinden de istifade ediyor. Her ikisini de seviyor; her ikisi için de hâlik’ına şükrediyor.
Ruhun önünde nice düşündürücü levhalar, nice ibret sahneleri ve hayret tabloları mevcut. Kâinatı temaşa, bedeni tefekkür, kâinatla beden arasındaki mükemmel münasebete nazar, beden ile ruh arasındaki akıl almaz ilgiye hayret ve bu sonuncusunu vesile ederek gayb âlemi ile şu görünen âlem arasındaki ulvî rabıtalara iman...
Bir de ruhun kendi mahiyetini bilmedeki aczi var ki, bu acz, nice hakikatlere pencereler açıyor... Her biri diğerinden güzel olan bu mevzulardan sadece bir ikisine kısaca işaret edelim:
Ruhla beden arasındaki ilgi, gerçekten, çok mükemmel. Beden hizmetçi, ruh ise efendi. Hizmetçi efendiye tâbi. Gözden akan yaş, üzüntüden haber veriyor. Üzülen ne göz, ne de onun takılı olduğu beden makinesi. Zira bedenin kederle bir alâkası yok. Ruhtaki teessür, gözden yaş olarak dökülmede.
Ters yöne giden bir arkadaşımıza, “Dur! Geri dön!” diye sesleniriz. Bu seslenişte muhatabımız, ne onun kulak zarı, ne de ayaklarıdır. Kulak sadece bir ahizedir, ayaklar ise doğru yahut yanlış yoldan anlamazlar.
Bedenin ruh namına hareket etmesi, gayb âleminin şu şehadet âlemine hâkimiyetini temsil etmede. Ayaklar diledikleri yöne gitmedikleri gibi, şu dünya da kendi keyfince dönmüyor. Göz, kendi arzusuyla bakmadığı gibi, güneş de ışığını kendi iradesiyle vermiyor.
Beden şu âlemdeki birçok hâdisenin tesirinde kalır. Ama ruhun bedene tesiri bunların hepsinin üstünde. Aşırı soğuk da sinir sistemi üzerinde olumsuz tesir yapar; ama bu tesir hiçbir zaman bir ihanetin, bir zulmün, bir vefasızlığın tesiriyle kıyaslanamaz. Bazı gıdalar da tansiyonu yükseltici tesire sahip; lâkin bu yükseltme, üzüntünün, heyecanın tesirleri yanında küçük kalır...
Ruh ile beden arasındaki ilgi, bir bakıma, sesle mânâ arasındaki ilgiye benzer. Ses mânânın bedeni, mânâ sesin ruhudur. Bu ruh o bedenin ne sağındadır, ne solunda, ne içindedir, ne dışında... Mânâ, hayatiyetini devam ettirmek için sese muhtaç değildir. O, hâfızada sessizce durur, dimağda gürültüsüz meydana gelir, kalpte kelimesiz bulunur. Ancak, görünmek ve bilinmek istedi mi, işte o zaman, sese görev düşer.Ses, muhatabın kulağına varınca ömrünü tamamlar. Mânâ ise ondan sonra da varlığını sürdürür.
Mânâ sesten önce de vardı, sesle birlikte göründü, sesten sonra da varlığını devam ettirmede. Ruh Allah’ın kanunu, beden o’nun mahlûku. Bu bedeni, o kanunla tanzim ve idare ediyor. Allah’ın mahlûkata benzemekten münezzeh olduğundan gaflet etmemek şartıyla, insan kendi ruhunda, birçok rabbanî hakikatlere işaretler bulabilir. Bu işaretleri hakikate tatbik ederken, çok dikkatli olmak gerek. İşaretle asıl arasında bir benzerlik kurma gafletine düşülmemeli. Haritadaki bir nokta, bir şehre işaret eder, ama o nokta ile şehir arasında bir benzerlik kurmak cehalettir. Bir yazı, kâtibini gösterir, onun sanatına delil olur; lâkin, kâtibi yazıya benzetmek, yahut yazının özelliklerinde yazarın sıfatlarını aramak mânâsızlıktır.
Meseleye bu şuurla nazar ettiğimizde, ruhumuzda bazı hakikatlere işaretler bulabiliriz:
Ruh, beden ülkesinin yegâne sultanıdır; birdir, şeriki yoktur.
Ruh, bedenin hiçbir cüz’üne, hiçbir organına benzemez.
Ruhun zâtı, bedenin zâtına benzemediği gibi, sıfatları da bedenin sıfatlarına benzemez.
Ruhun bir meseleyi tefekkür etmesiyle, midenin bir lokmayı yoğurması arasında benzerlik düşünülemez.
Ruh doğmaz, doğurmaz, bedende mekân tutmaz. Bunlar hep bedenin, maddenin özellikleridir.
Ruhu mahiyetiyle kavramak mümkün değildir. Onun zâtı hakkında ne düşünülse, ona şirk koşulmuş olur.
Bir bedende iki ruh bulunsa, beden fesada gider...
Bedenin eliyle ne alınırsa alınsın, şükür daima ruha yapılmalıdır.
Ruhun bedendeki icraatı, güneş’in gezegenlerini döndürmesi gibi, mübaşeretsizdir; yâni bu iş, dokunmaksızın, temassız yapılır.
Bir hücreyi idare etmekle, bütün hücreleri idare etmek arasında, ruh için bir fark düşünülemez; birincisi ona daha hafif, ikincisi daha zor değildir...
Bir başka açıdan:
Bedeni kafese, ruhu ise kuşa benzetirler. Bu güzel teşbihten alacağımız çok dersler var. Bunlardan birkaçı:
Beden ruh içindir, ruh beden için değil.
Kafesin boyanmasıyla kuş güzelleşmez. Beden sıhhati de ruhun olgunluğuna delil olamaz.
Kafesi büyütmekle kuşu geliştirmiş olamazsınız. Onun büyüme yolu daha başkadır.
Kuş, kafesten dışarıyı seyreder, ama gören kafes değildir.
“Göz bir hassedir ki; ruh, bu âlemi o pencere ile seyreder.” (Sözler)
Kuşsuz kafesi kimse evinde barındırmaz. En yakınımızı bile ölümünden sonra kaç gün misafir ediyoruz?
Kuş kafesten önce de vardı, kafesten uçtuktan sonra da varlığını devam ettirir.
Şu koca kâinat sarayı, ruh için bir oda gibi. Beden ise kafes. Ruh kafesten uçtuğu gibi, saraydan da çıkar gider, daha geniş âlemlere kavuşmak üzere.
Kafeste boğulmayan, odaya aldanmayan, kendini unutmayan ruhlara müjdeler olsun!...
Ruhun serbest olması ne demektir?
Nur Külliyatı'nda ölümün “mahiyeti” yani “ne olduğu” konusunda çok güzel tespitler yapılmış. Bunlardan birisinde ölümün “ıtlak-ı ruh” olduğu belirtiliyor.
Itlak; “kayıtlı olmama, serbest olma” demektir.
Allah’ın bütün sıfatları mutlaktır. Yani, İlâhî sıfatların icraatını bir başka kudret, yahut bir başka irade sınırlayamaz, kayıtlayamaz, onların icraatlarını engelleyemez.
***
Allah’ın şuurlu bir kanunu olan ruh, insan bedeninde görev yaptığı sürece, o hanenin şartlarına uymak mecburiyetinde kalıyor. “Göz bir hassedir ki ruh bu âlemi o pencere ile seyreder.” cümlesinin ders verdiği gibi, insanın bu âlemi seyretmesi göz ile kayıtlanmış durumda. O pencereyi açmadıkça bu âlemi seyredemiyor. Gözlerini kapayıp uykuya geçtiğinde ise bir başka âlemin kapıları kendisine açılır.Ve o yeni âlemde bambaşka şeyler görmeye başlar.
***
İnsan uyanık iken, ancak kendisini kuşatan mekânı görebilir. Bir başka beldeyi görmesi için bedenin oraya göç etmesi gerekir. Rüyada ise beden kaydından bir derece kurtulan ruh, o kapalı gözleriyle farklı mekânları seyretme imkânına kavuşur.
Yine uyanık halde, beden zamanla da kayıtlıdır. Gözler ancak hazır zamana ait hadiseleri seyredebilir. Rüya âleminde ise, ruh, “yıllar ve asırlar ötesi zamanları” dolaşabilmekte, berzaha göçmüş nice insanlarla görüşüp konuşabilmektedir.
Risale-i Nur Külliyatı'nda “nevmin büyük kardeşi olan mevt” ifadesi geçer. Uyku ölümün küçük kardeşidir (Mektûbât, Birinci Mektup). Buna göre, ruhun uykudaki serbestiyeti de ölümle kavuşacağı “ıtlaka, kayıtsızlığa, hürriyete” göre çok cüzi kalır.
Ruh, bedenden ayrıldığında, onun kayıtlarından da kurtulur. Görmek için göze ihtiyacı kalmadığı gibi, yürümek için ayağa, tutmak için ele, işitmek için kulağa muhtaç olmaz. Yani, onun görmesi de, yürümesi de, tutması da, işitmesi de beden kaydından azade olmuştur.
Görme, ruhun bir sıfatıdır. İnsan uyanık iken de bu sıfatını kullanarak çok uzak mesafeleri görebilir, güneşe, aya bir anda ulaşabilir. Şu var ki, ruh bedenle kayıtlı olduğu için, o ülkelere bizzat gitme imkânından mahrumdur.
Bedenden ayrılan bir ruh, dünya hayatında sadece uzaktan seyrettiği o beldeleri, artık bizzat ziyaret etme imkânını yakalamış oluyor.
Ölüm, beden içindir; ruh için değil. Sebeplere bağlı olarak, zaman içinde ve safhalar halinde yaratılan beden, ruhun ayrılmasıyla yine kademeli olarak, ama çok hızlı bir şekilde, zeval bulmaya başlar. Ruh ise, sebepsiz ve birden yaratıldığından, ona beka nimeti ihsan edilmiştir. Yavaş yavaş kemale erenler yine kademeli olarak zevale meylederken, ruh bu kanunun dışında kalır. “İbka” yani Allah’ın onu baki kılması, ona ihsan ettiği varlık nimetini ebediyen geri almaması sayesinde, ruh ebedî olarak yaşayacaktır.
***
“Ölmeden önce ölünüz.” hadis-i şerifine göre ıtlak-ı ruh dünyada da bir derece gerçekleşebilir. Bunun şartı, ruhun bedene galip gelmesidir. Risale-i Nur Külliyatı'nda “Ruhu cismaniyetine galip olan evliyanın işleri, fiilleri sür’at-i ruh mizanıyla cereyan eder.” buyrulur (Mesnevî-i Nuriye, Şemme). Bir başka risalede de “Hayvaniyetten çık, cismaniyeti bırak, kalp ve ruhun derece-i hayatına gir.” tavsiyesi yapılır (Lem’alar, On Yedinci Lem’a).
Buna göre, bir mümin, “büyüyüp gelişme” diye özetleyebileceğimiz “nebatî ve cismanî” cihetini ve yine “yeme, içme, görme, işitme, yürüme, evlenme” gibi fonksiyonların tamamını ifade eden “hayvanî” cihetini aşarak, “düşünme ve inanma” merkezli olan “insaniyet” cihetinde terakki ettiğinde, kalp ve ruh ön plana geçmiş olur.
Artık böyle bir kişinin ruhu da, bir bakıma, “ıtlaka” mazhar olmuştur. Şu var ki, bu ıtlak ölümde olduğu gibi bedeni tamamen terk etme şeklinde değil, kalbini “dünya hayatına ve mahlukata bağlamama” olarak kendini gösterir.
Böyle bir kalp, artık “makam, mevki, servet, şan ve şöhret” gibi nefsin can attığı bütün kayıtlardan azadedir. Dünyayı, Nur Risalelerinde ders verildiği gibi “kesben değil, kalben terk” eder. Dünyadan büsbütün elini çekmez; ancak dünyayı ahiretin tarlası bilerek hayatını “meşruiyet ve hayır çizgisinde” tutmaya dikkat eder. Böylece, dünyanın bütün nimetlerini uhrevî saadetine vesile yapar.
Bunu başaran bir kalp, dünyanın “içinde” boğulmaz, “üstünde” dolaşır. Ömrünü, sadece beden hanesinin ihtiyaçlarını karşılamakla heder etmez. O haneye gereği kadar önem verir, nefsin meşru ihtiyaçlarını -israfa girmeksizin- temin eder. Bununla birlikte, çok iyi bilir ki, yaratılışındaki asıl maksat, ne bu fani dünyaya, ne de onun gibi fani olan bedene hizmet değil, “bâki” olan ruhunu “ebedî” âleme hazırlamaktır.
İşte bu şuura sahip olan bir ruh, “beden, dünya ve nefis” kayıtlarından kurtulmakla “ıtlaka” bu dünyada mazhar olarak Allah Resulünün “Ölmeden önce ölünüz.” hadis-i şerifinde haber verdiği kutlu zevata iltihak eder.
***
Dünyada ıtlak, “nefsin kayıtlarından, heva ve hevesin tahakkümünden, dünyanın fani yüzüne bağlanmaktan, bedeni beslemeyi hayatın gayesi sanma gafletinden, sebeplere -özellikle de elinde güç ve imkân bulunan insanlara- gereğinden fazla önem verip onları tesir sahibi sanmaktan” kurtulmaktır.
Bu kurtuluşa eren insan, bu dünyada cennet hayatı yaşar. Ve ahirette, ruhu bedenine galip olarak, bir anda binler yerde bulunabilir, binler çeşit zevk ve lezzeti birlikte tadabilir.
Gerçi, o saadet diyarında bütün müminlerin ruhları bedenlerine galip gelecektir. Ama, bu şerefe dünyada kavuşanların o âlemdeki halleri bir başka olacaktır.