Yalın ayak ve yırtık gömlekliydi. Elindeki kargısıyla komutanın makamına girdi. Karşısında İran ordu komutanı Rüstem vardı. Altın ve elmaslarla süslü tahtına kurulmuş, oturuyordu.
Gelen ise, Müslümanların elçisi Muğire bin Şûbe’ydi. O, başkaları gibi hükümdarın huzuruna girince boyun bükmemiş, yerlere kapanmamıştı. Doğrudan doğruya makama girmiş, komutanın yanına oturmuştu. Bütün bunlar Rüstem’i şaşırtmakla kalmamış, canını da sıkmıştı. Muğire bin Şûbe ise şunları söylüyordu:
“Ben sizler gibi sefahete dalmış bir topluluk bilmiyorum. Bizler birbirimizin kulları, köleleri değiliz. Bizde herkes hür ve eşittir. Ben sizleri de öyle sanmıştım. Nerden bileyim ki, sizin içinizde bazılarınız bazılarınızı rab edinmiş.
“Ben buraya kendiliğimden gelmiş değilim. Siz çağırdınız. Ama anladım ki, siz daha şimdiden mağlûpsunuz. Çünkü bu gidişatla bir memleket ayakta kalmaz.”
Rüstem: “Sizler yaşamak için yiyecek bulmaktan âciz bir kavimdiniz. Kıtlığa uğradıkça bize gelirdiniz. Biz de size hurma ve arpa verirdik.” Rüstem onların dün âcizken bugün îmanla güçlü olup, ruh ve hayat kazandıklarını nerden bilebilecekti.
“Demek şimdi yine aç kaldınız. Öyleyse komutanınıza giyecek, sizlere ve hayvanlarınıza yiyecek verelim de buralardan gidin. Sizleri öldürmek istemiyoruz.”
Buna karşılık Muğire’nin cevabı şu oldu: “Doğru söylüyorsun. Bizler önceleri tıpkı sizin söylediğiniz gibiydik. Allahu Teâlâ bize Resûlünü gönderdi. Biz de o Resûle tâbi olduk, Allah’ın emrettiği şekilde yaşadık, gösterdiği yoldan gittik. Bunun için Allah bizden lütuf ve yardımını esirgemedi, inayetini gönderdi. Siz ise Allah’ın verdiği nimetlerin kıymetini bilmediniz. Biz düzeldik, siz ise bozuldunuz. Bizleri Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm düzeltti. Şimdi siz ya İslâmı kabul eder, bizimle aynı haklara sahip olursunuz; yahut vergi verir, tâbiiyetimize girersiniz, yahut da sizinle harp ederiz.”
Rüstem, bu İslâm kahramanını korkutmayı düşündü. Yüksek perdeden atmaya başladı: “Hepinizi öldüreceğiz. İstediklerinizi yapmayacağız.”
Muğire gâyet sâkindi ve verdiği cevap da son derece susturucuydu: “Zararı yok! Ölenlerimiz şehid olur, âhirette nimetlere kavuşurlar. Kalanlarımız da size gâlip gelirler.”
Küfrün çürük direkleri bu keskin söz kılıcı karşısında yıkılmaktan başka çâre bulamıyor, “Bu İslâm nasıl birşey ki, çapulcu Araplara bu cesareti kazandırmış?” demekten kendini alamıyordu. Anlaşma yapılamadı. İranlılar savaşı tercih ettiler. Fakat yıkılmaz bir kale, sarsılmaz bir sütun kesilen İslâm ordusu karşısında dökülüp yok olmaktan kendilerini kurtaramadılar.
İmanın; güzel ahlâkın, cesaret ve kahramanlığın kaynağı oluşunun en güzel örneklerinden biriydi bu hadise. Evet, Sözler’de belirtildiği gibi, “Her hasenat gibi cesaretin dahi menbaı îmandır.”
Yeni Asya