İçinde yaşadığımız modern zamanların, bir diğer deyişle âhir zamanın, insanlarda oluşturduğu tahribâtların en başında, insanlara inançlarını bir tarafa bırakarak, rahatına ve kolayına geldiği şekilde yaşamak anlayışını empoze etmesi gelir. Bu anlayış doğrultusunda, inandığı gibi yaşamayanlar, yaşadıkları hayatı dine onaylatarak vicdanlarını rahatlatmaya çalışırlar. İşte günümüz inananları için en büyük tehlike de bu noktada ‘yasaklardan ve zorluklardan arındırılmış’ (!) bir din anlayışı olarak karşımıza çıkmaktadır.
Peygamberimiz (asm) “Haram apaçık bellidir, helâl de apaçık bellidir. Bu ikisi arasında şüpheli olanlar vardır. Kim şüpheli şeylerden kaçınırsa, dinini korumuş olur” buyurmuştur. Helâl ve haramın birbirine çok karıştığı ve şüpheli şeylerin çok arttığı günümüzde, bu hadisi her zaman aklımızda tutmalıyız. Zira şüpheli şeyler bizi harama götüren yolun taşlarını oluşturabilmektedir. Bu tür durumlarda yapılması gereken, mümkün mertebe ruhsatı değil de azimeti tercih etmektir.
Azimet takvanın; ruhsat ikramın mukabilidir. Bir yönüyle azimet zorluğun; ruhsat kolaylığın karşılığıdır. Elbette yeri geldiğinde ruhsata da uyabiliriz ancak günümüz anlayışında ruhsat, genişletilerek ve yanlış zarûret anlayışıyla yorumlanarak, ‘yasaklardan ve zorluklardan arındırılmış’ (!) din anlayışına basamak olarak kullanıldığı için bu konuda çok dikkatli olmalıyız. Çünkü ruhsatlar çok kısa sürede alışkanlık yapıyor ve bir müddet sonra normal durum olarak karşılanıyor. Hatta azimete uymaya çalışanlar, ‘Sen de çok abartıyorsun canım’ gibi ifadelerle aşırılıkla bile suçlanabiliyor. Bu noktada, İsevîliğin kolaylaştırma süreci sonunda neredeyse amelsiz ve hükümsüz bir din olan Hıristiyanlığa dönüştüğünü unutmamak gerekiyor.
Özellikle Risâle-i Nur okuyucularının azimeti tercih etme hususunda çok daha hassas olması gerekiyor. Zira Bediüzzaman, Kastamonu Lâhikası adlı eserinde, Risâle-i Nur’un aslî vazifelerinden birisinin de, takva, azimet ve Sünnet-i Seniyye esaslarını muhafaza etmek olduğunu söyler ve ‘Sevk-i zarûretle, hâdisâtın fetvalarıyla onlar terk edilmez’ der. Aynı eserin başka bir yerinde, Kur’ân-ı Hakîm’in nazarında imandan sonra en ziyade esas tutulanın takva ve amel-i salih olduğunu belirtir. Devamında da ‘’Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için, takvâ bu tahribata karşı en büyük esastır. Risâle-i Nur şakirtlerinin bu zamanda en mühim vazifeleri, tahribata ve günahlara karşı takvayı esas tutup davranmak gerektir’’ 1 der. Araştıranlar, Risâle-i Nur eserlerinin pek çok farklı yerinde takva ve azimete kuvvetli vurgular yapıldığını görebilir.
Ancak günümüzde, birçok kişi, Diyojen’in gündüz vakti elinde fenerle sokaklarda adam araması misâli, haramlara takla attırarak ruhsat bulma peşindeler. Meselâ daha on yıl öncesine kadar fetva verilmeyen faiz, sigorta, kredi, vaziyete göre tesettürden vazgeçme, lüks tatiller, vs. türü bazı meselelere bugün çok rahat fetva verilmesi nedendir acaba? On yılda ne değişti ki, dün haram olan şeyler bugün helâl sayılır oldu? Herkes kendi hayatında, haramları zarurî gösterecek bahaneler bulabilir ama unutmamak gerekir ki, bu dinin kurallarını biz değil, Allah koymaktadır. Bizim işimize geldiği şekilde, haramı ve helâli belirleme yetkimiz yoktur. Küçük bir ihtiyaç, dünyevî bir heves ya da hafif bir korku, haramı helâl haline getiremez. Ancak bu asır, israf, iktisatsızlık, kanaatsizlik, hırs gibi sebeplerle insanın zihnine zarûret fikrini öyle aşılıyor ki, bazen küçük bir dünyevî zarar bile zarûret kılıfına bürünüp, harama girmeye bahane edilebiliyor.
İslâmiyet elbette kolaylık dinidir ancak bu kolaylık istisnâî durumlar ve belli şartlar içindir. Meselâ, hasta bir kişi, Ramazan orucunu daha sonra tutabilir ancak, bu ruhsat yol yapılarak, sıcak yaz Ramazanlarındaki oruç zor geldiği için daha sonraya ertelenemez. Yani istisnâî durumlar için kullanabileceğimiz ruhsatlar, genel bir yola dönüştürülemez. Yoksa bu durum, dini tahrip eder bir vaziyete dönüşebilir.
Yazar Ebubekir Sifil, ‘ruhsat Müslümanlığı’ olarak tanımladığı bu durum hakkında şöyle der: ‘’Ulemanın devamlı sûrette ruhsatların peşine düşmeyi kişinin dindarlığındaki bir zaafın göstergesi olarak kabul etmesi anlamsız değildir. Dünyayı ahiret merkezli yaşadığının ve nefs mücahedesinde doğru yolda olduğunun bir göstergesi olarak sürekli azimetle amel eden insan tipi neredeyse kayboldu. Yerine sürekli olarak–adeta pazarlık edercesine–ruhsatları araştıran bir insan tipi türedi. Dinin ulema sınıfı tarafından zorlaştırıldığı iddiasıyla kolay olanı arayan, bu çerçevede ‘ruhsat’ karakterli mevcut hükümlerle yetinmeyip, yeni hükümler ihdasının ardına düşen bu zihniyet, bir süre sonra ‘Her şey insan içindir, din de…’ noktasına gelebiliyor.’’2
‘Yasaklardan ve zorluklardan arındırılmış’ (!) bir din anlayışı için son zamanlarda kötü âlim sıfatını hak edecek bazı hocaların kendilerince içtihad yapmaları, hadis ve sünneti yok saymaya çalışmaları da manidardır. Zira “ruhsat Müslümanlığı”nın önündeki en büyük engel sünnet ve hadislerdir. Kur’ân’da ayrıntıları yer almayan birçok hüküm, hadis ve sünnetle açıklanmaktadır. Peygambersiz bir din algısıyla, birçok sorumluluktan kurtulmak mümkün olabileceği için, bu tür bir tahribata çalışılıyor kanaatindeyim. Nitekim ehl-i sünnet âlimleri de “sünneti devre dışı bırakmanın İslâm’ın temellerini sarsmaya yönelik bir gizli niyetten kaynaklandığı” noktasına dikkat çekmişlerdir.
Bu tür yozlaştırmalara karşı en güzel cevabımız, sünnete azamî riâyet edip, takva ve azimet yolunu takip ederek, tehlikelerden uzak olmaya çalışmak ve bu şekilde diğer inananlara da örnek olmaktır. Unutmamak gerekir ki, bu dünya ücret yeri değil, hizmet yeridir. Marifet, dünyayı ahiret için yaşayabilmektir. Maharet, dinimizden değil, rahatımızdan taviz verebilmektir. Ve bize yakışan, ruhsat Müslümanlığını değil, azimeti tercih etmektir.
Dipnotlar:
1- Bediüzzaman Said Nursî, Kastamonu Lâhikası, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2001, s. 53
2- Semerkand Dergisi 112. sayı, ttp://www.semerkanddergisi.com/Detay.aspx?YaziID=10