1912 Balkan Harbi öncesi ısınan kavmiyetçilik fitnesi, Osmanlı’yı bir hayli zora sokmuştu. Anadolu’nun dört bir yanı, ya isyan, ya savaş, ya da ayrılma senaryolarının birer parçasıydı artık. Evlad-ı Fatihana /Fatihlerin evlatlarına yurt olmuş Rumeli toprakları da, bunlardan biriydi.
Bediüzzaman Hazretleri, Balkanlara ve Avrupa’ya uzanan bu fetihler bölgesine; “Rumeli Tarlası” veya “Rumeli bostanı” tanımlarını getirir.
Ecdat, İslamiyet çekirdeğini Rumeli bostanına/tarlasına ekmişti. Artık oralar “diyar-ı Rum” değil, diyar-ı İslam’dı. Çünkü kadim medeniyetimiz oralarda da “medfun”du.
Bu tarlaya ekilen tohumlar, bir dönem, yeşermiş, çiçekler baharın müjdesi olmuş ve çekirdekler meyve vermişti.
Bu dönem yüzyıl öncesine kadar gelir. Zayıf düşen ve gücünü kaybederek çekilen Osmanlı’dan sonra, Rumeli’deki Müslüman Türkler ve diğer unsurlar sahipsiz kaldılar. İslami idareleri yoktu artık.
İslam medeniyetinin ektiği çekirdekler o tarlada / bostanda varlığını korusa da, adeta çetin bir kışı/zemheriyi yaşatan bu süreç, ne yazık ki, toprak üstünde bir şey bırakmamıştı. Hakikatler gizlenmiş, çekirdek pusuya yatmış, o tarla yabancı ellerce sürülmüş ve bu kez bambaşka tohumlar ekilmişti.
Tam yüz yıl önce, Balkan harbini cephede kaybetmemizle birlikte, Evlad-ı Fatihan ruhuna döndü. Azınlık durumuna düşüp, mukaddesatına, inancına baskı uygulayan ve asimile etmeye çalışan rejimlerle karşı karşıya geldi.
Osmanlı’nın inşa ettiği camiler, medreseler, kervansaraylar, köprüler gibi, imaretlerin bir kısmı yıkılsa, unutulsa da, hatta bir kısmı Türk ve Müslüman mahallelerinde “kazara” çıkan yangınlarda yanıp kül olsa da, geriye kalan tapu değerindeki o sanat yapılarının çoğu, hala ecdada şahitlik etmekte ve medeniyet dilimizin sözcüsü olmaktadır.
Özellikle komünizm dalgasının getirdiği totaliter rejimler karşısında inim inim inleyen ve kimlikleri, inançları silinmeye çalışılan Müslümanlar, kuvvetliye karşı Hakk’ın gücünü cansiperane gösterdi.
Biz Bediüzzaman’ın, yine kaybettiğimiz günlerde Rumeli için haykırdığı müjdeyi, bu günlerde yankılanan yüksek etkisi ile daha fazla hissediyoruz.
Ne demişti Bediüzzaman;
“Asya ve Rumeli tarlasında şubban-ı vatan mahsul vereceğine kaviyen ümitvarız.”
Medeniyet dilimiz olan “haklı kuvvetlidir” prensibince, hakkın inşa edildiği medeniyet tasavvurumuz, yine Rumeli tarlasında mahsul/ürün verecek.
O ürün, şubban-ı vatan/vatan gençleri/delikanlıları olacak.
Buna kaviyen/kuvvetli bir şekilde ümitli olduğunu belirtiyor.
Bu müjdenin tahakkuk ettiği bir tabloyu, son çeyrek yüzyılda daha fazla idrak ettik.
Bediüzzaman’ın, padişahla beraber çıktığı Balkan seferinde, temellerini attıkları üniversite fikriyatı, üniversal bir değer sistemi olarak bu günlerde, daha iyi anlaşılıyor. İşte yıllar sonra akademik bir kampüste, Balkanlardan gelen kardeşlerimizle yapılan eğitimler bile, atılmış o temellerin yeni tezahürüdür.
İki hafta önce Balkan Türklerinin katıldığı, Bulgaristan’dan gelen kardeşlerimizin iştirak ettiği seminerden bahsediyorum. Haklının güçlü karşısındaki zaferinin, uzun uzun konuşulduğu…
Yüzyıl öncesinden bu gençlerle görüşeceğimizin, o tarladan ürün alacağımızın, Rumeli meyvelerinin kadim medeniyetimizin bir parçası olacağının müjdelenmesini paylaştığım gençler, bir hayli canlıydılar.
Bu gençlerin arasında komünizm zulmünü görmüş, yetişkin STK temsilcileri de vardı. Onlar daha çok, Rumeli tarlasındaki bu çiçeklerin, çekirdeklerin sulanması, beslenmesi ve büyütülmesi gerektiğini vurguladılar.
Evet, kuvvet karşısında hak galip gelmişti.
İman, zulme meydan okumuştu.
Ve böylece Avrupa ve Asya beraberliği, köprü olan Türkiye üzerinden yeniden inşa edilmişti.
Bu Avrupalı kardeşlerimizle medeniyetimizin dilini ve mazimizle, geleceğimizi konuşabiliyor olmak mutluluk, “oralarda” artan İslam neması da, dünyanın barış potansiyeli ve medeniyet iklimi açısından son derece kıymet ifade etmektedir.