Üstad Bediüzzaman’ın Birinci Lem’â ve İkinci Lem’â’da verdiği ev ödevlerinden birini takdim etmenin heyecanıyla yazıyorum bu satırları. Yûnus ve Eyyûb kıssaları üzerinden bize özel bir ‘bakış açısı’ kazandırır Üstad. Kıssaların ‘esatir-i evvel’/ ‘geçmiş zaman masalları’ olmadığını anlatır; ‘şimdi’nin aynaları olarak görür, görmemizi ister. Kur’ân’da bize duyurulması tercih edilen olayları, insan hayatının yinelen hayatının zembereği olarak okur. “İç dışa, dış içe bir çevrilsek...” cümlesinin bıçak sırtı hesaplaşmasına çağırır. Bir ‘içgörü’ seyahati başlatır; son dönem psikologların keşfine zemin hazırlar.
Üç Yusuf Üç Rüya Üç Gömlek adlı kitabımız, Risale-i Nur’un kıssa dersinin bir sürgünü olarak, genişletilmiş yeni baskısıyla yola çıktı. Kitap, Risale-i Nur’un nüve metninin taze filizleri olarak yeşerdi. Risale-i Nur’un Kur’an talebesi olarak bize borç yazdığı taze söz söylemenin edası olarak kaleme alındı.
Yazma sürecinde yaşadığımız tatlı bir olayı aktarmak niyetim. Yûsuf Kıssası’nı çalışırken, kıssanın ‘üçlü’ eksenler üzerinden yürüyen kurgusu olduğunu fark ettik. Eşim ve ders arkadaşım Semine Hanım’ın 15 yıldır ısrarla sürdürdüğü kıssa okumaları, Yûsuf Kıssası’nın sembolik dilini, şaşırtıcı kurgusunu anlatma sorumluluğu yüklemişti bize. Altı yıl önce seri makalelerle anlatmaya çalıştım izlenimlerimizi. Kıssa’da üç gömlek, üç rüya, üç Yâkub bekleyişi, üç Yûsuf karşılaşması diye devam eden, sonraki öncekinin üzerinde kanatlanan şaşırtıcı ve sarsıcı anlatım kurgularının imasını dillendirmeye çalıştık. Fakat bir yerde bir düğüm vardı; bir türlü açılmıyordu. Bilmece gibi…
Kıssada, birinci rüyayı Hazret-i Yûsuf görüyor, Hazret-i Yâkub yorumluyor. İkinci rüyayı başkaları görüyor, Yûsuf yorumluyor. Birinci rüyadan ikinci rüyaya geçerken, Yûsuf’u ‘rüya gören’ konumundan, ‘rüya görenleri gören’ konumuna çıkarıyor kıssa. Bir üst uyanıklık düzeyine çıkarıyor. Bize de bir üst bakış kazandırıyor. İkinci rüyadan da üçüncü rüyaya çıkmak gerekiyordu ama üçüncü rüya ortada yoktu, görülmüyordu. (Tam da rüya gibi aslında, gören rüya görürken, rüya gördüğünü göremezdi!)
Üçüncü rüya, Hazret-i Yûsuf’u, ‘rüya görenleri gören’ konumundan bir yukarıya çıkaran rüya olmalıydı. İlk iki rüyanın düzleminde olmayan bir bakış kazandırmalı muhatabına. İlk rüya, Yûsuf’un gördüğü rüyaydı. Bunu “Yûsuf rüyada” diye kodladık. Sonra Yûsuf’un yorumladığı rüyalar vardı. Zindan arkadaşlarının rüyaları ve Mısır kralının rüyaları… Eğer kategorik bakılırsa, zindan arkadaşlarının rüyası ikinci rüya, kralın rüyası üçüncü rüya sayılabilirdi. Velâkin Yûsuf’un yorumladığı ama başkalarına ait bu rüyalar; aynı düzlemde duruyordu. Bunları aynı kategoriye sokarak, “Yûsuf’ta rüya…” diye isimlendirmeyi tercih ettik. Bu durumda üçüncü rüya açığımız ve açlığımız çıktı ortaya? Bakışları bu düzlemin de üzerine çıkaracak son rüya nerede saklıydı? Daha da önemlisi neyi gösterecekti bize?
Şükür ki, Mektubat’taki Yûsuf bahsi araladı perdeyi. Risale’yi ilk tanıdığım yıllarda hayretle okuduğum, gözlerimi açan, pırıl pırıl ümit veren bir bahisti bu. İyi hatırlıyorum; şaşkınlığı sonuna kadar yaşadığım günlerde şevkle elime aldığım onca kitapta böylesine sevindirici bir haber okumamıştım:
“[Yusuf Kıssası’nın] en parlak kısmı ki, Aziz-i Mısır olması, peder ve validesiyle görüşmesi, kardeşleriyle sevişip tanışması olan, dünyada en büyük saadetli ve ferahlı bir hengâmda, Hazret-i Yusuf'un mevtini (…) haber veriyor ve diyor ki: ‘Şu ferahlı ve saadetli vaziyetten daha saadetli, daha parlak bir vaziyete mazhar olmak için, Hazret-i Yusuf kendisi Cenâb-ı Haktan vefatını istedi ve vefat etti, o saadete mazhar oldu.’
“Demek, o dünyevî lezzetli saadetten daha cazibedar bir saadet ve ferahlı bir vaziyet, kabrin arkasında vardır ki, Hazret-i Yusuf aleyhisselâm gibi hakikatbîn bir zât, o gayet lezzetli dünyevî vaziyet içinde, gayet acı olan mevti istedi, tâ öteki saadete mazhar olsun. İşte, Kur'ân-ı Hakîm’in şu belâğatine bak ki, kıssa-i Yusuf'un hâtimesini ne suretle haber verdi. O haberde dinleyenlere elem ve teessüf değil, belki bir müjde ve bir sürur ilâve ediyor. Hem irşad ediyor ki: ‘Kabrin arkası için çalışınız; hakikî saadet ve lezzet ondadır.’”
Neredeyse kırk yıl sonra geldi ‘evraka’ heyecanı. Tabi ya, bu olmalıydı üçüncü rüya. Kendimizi uyanık gördüğümüz dünya hayatının da tümden rüya olduğunu gösteriyordu Hazret-i Yûsuf’un hayatının en güzel yerinde ölmeyi istemesi. Bu rüyayı görmemizi isteyen ise her rüyamızın başını bekleyen, her uykumuzun üzerinden bize bakan Basir idi, Allah idi.
Evet, bu dünya hayatı, “rüya” diyemediğimiz bir rüya. Zaten en derin rüya ve en aldatıcı rüya, rüya olduğunu inkâr ettiren rüya değil miydi? İçinde başka rüyaların görüldüğü, rüyadan uyanılan ve rüya anlatılan bir rüya düşünelim; defalarca uyandığımızı sanıyoruz ama uyandığımızı sandığımız her defasında rüya derinleşiyor, içinden çıkılmaz oluyor. Rüyayı göreni uyanık olduğuna ikna eden bir rüya bu. Uyanmayı unutturan rüya. İnsanın kendini uyanık sandığı, uyandırmak isteyenleri ayıpladığı rüya.
Kıssanın akışı içinde söylersek, bu rüya Hazret-i Yûsuf’un gördüğü, Hz. Yûsuf’un yorumladığı rüyaların ‘üzerinde’ bir rüyadır. “Yûsuf da bir rüya” dedirtiyor bize. Güzelliğe bakın ki, Hazret-i Yûsuf kanmıyor bu rüyaya; ‘vefat ettir beni...” derken, “uyandır beni bu rüyadan!” demek istiyor. “Sen benim dünyada da âhirette de Veli’msin” derken, “dünya uykumun yanı başında bekleyensin” diye görüyor Rabbini.
Yûsuf gibi bir güzelin, hayatının en güzel yerinde, güzel güzel ölümü istemesi, ölüm sonrasının bizim en güzel sandığımız bu hayattan daha güzelini sakladığını gösteriyor. Kıssanın akışına katıyor muhatabı. Evet, evet; “rüya gören, görülen rüyaların gösterdiğini gören Yûsuf da bir rüyadır.” Yûsuf’un kendisini de rüya gördüğü, rüya gördüğünü gördüğü eşsiz bir uyanıklık düzlemidir bu.
Kur’ân’ın akışına katıyor bizi böylece Üstad. Yûsuf’un sıddıkiyetine çağırıyor. “Ey sıddık, ey Yusuf” diye kendi içimize çağırıyor bizi. Rüyaya kanmamaya. Uykuda kalmamaya. Yûsufça bir halette var olmaya. Yûsufça ümit etmeye. Hiç yoktan bu kadar güzelliği bize gösteren, elbette ki bu güzelliklerin ötesinde bir güzelliği göstermek istiyor bize.
“Hem Hazret-i Yusuf'un âli sıddıkıyetini gösteriyor ve diyor: ‘Dünyanın en parlak ve en sürurlu hâleti dahi ona gaflet vermiyor, onu meftun etmiyor; yine âhireti istiyor.’”