Bum bummm!
Duyulan iki sesle zemin sarsıldı. Sarsılmasıyla, Muhtarın, şosenin tam ortasında durması bir oldu. "Deprem mi nedir?" dedi. İkinci kez gürültü ile birlikte ayağının altındaki toprak parçasının sarsıldığını yeniden hissedince, "Bu, öğretmenin işi" dedi.
Birini nazlarcasına başını iki tarafa salladı. Öğretmeni görmek için okula geliyordu zaten. Üç gündür haber alamamıştı ondan. Okula yaklaşınca birkaç kez seslendi öğretmene. Cevap alamayınca, "Allah Allah! Nerde bu Bahri Öğretmen?" diye söylenerek, kesilen "bum" sesinin yeniden duyulmasını bekledi. Birkaç saniye sonra beklediği sesle birlikte ayağının altındaki toprak parçasının hareketlenmesi üzerine, okulun batı tarafındaki zemine açılan kapıya doğru anlaşılmaz bir telaşla koştu. Kızıla boyanmış, birazdan bir rüzgârın etkisiyle bereket yağdıracak bulut gibi yumak olmuş ve oracıkta kımıldamadan duran toz kümesinden kapı görünmüyordu. Her tarafta hareketsizlik ve sessizlik vardı. Kıpırdayan, yalnızca minnacık ateş böcekleri gibi parıldayan toz zerrecikleriydi. Ortalığı kavuran güneş tam tepedeydi. Ama insanı terletmiyordu.
Muhtar, "Bahri Öğretmen! Bahri Öğretmen!" diye seslenirken, kapıyı tamamen kaplamış toz bulutunun içinden çıkacak öğretmeni gözlüyordu. "Hoop!" sesini duymuştu; ama öğretmeni tozun yoğunluğundan henüz görememişti. Kapıdan birkaç adım öne çıkan öğretmeni, perişan bir durumda gördü. Değirmenden çıkmış bir hali vardı. Bir farkla ki, saçlarına, kaşlarına, kirpik ve bıyıklarına un yerine toz yağmıştı. Öğretmen, aval aval bakan Muhtarı görünce gülümsedi.
- Ne o Muhtar! Günler oldu, ne soran var, ne arayan. Şuracıkta ölsek kimsenin haberi olmayacak, yollu şaka ile karışık sitemini de yapmayı ihmal etmedi.
- Ben de seni görmeye geldim işte! dedi Muhtar.
Bahri Öğretmen, kara kovandan çıkan arı ailesinin bir dal parçasına yapışması gibi, kapıyı tamamen kaplamış toz kümesinden biraz uzakta, kendisinin yaptığı tahta oturağına buyur etti Muhtarı. İki derslikli okulun, onlara bakan yüzünde iki de kocaman penceresi vardı. Bayrak batı tarafındaki pencereye yakın bir yerde, gönderde asılıydı. Okulun badanası çamur rengindeydi. Bahri Öğretmen, muhtarla her zamanki alışılmış sohbeti yaparken, yıllarca doğunun o kuş konmaz, kervan geçmez köylerinde geçirdiği on beş yılına, çektiklerine, acılarına, kaygılarına, özlemlerine, beklentilerine, biraz önce tozların içinde balyoz ve çapa vuruşuna, kürek sallayışına hayal dünyasında göz atarken, son konuşmaları duyamamıştı. Farkına varan Muhtar, öğretmenin dalışından rahatsız olmuş gibi sorusunu tekrarlamak zorunda kaldı:
- Biliyorum, kahveye gelmezsin. Çaya gidelim mi?
Bahri Öğretmen gülümseyerek,
- Şimdi olmaz be Muhtar, şurasını bitirmem gerek, dedi.
Öğretmenin yaptığı şey, bir odunluktu. Ailelerin kendi imkânlarıyla getirdikleri odun, tezek ve geven gibi yakacaklar dışarıda yığılıyordu. Okula geldiği bir yıl içinde, gelişigüzel atılmış odun yığınını her gördüğünde canı çok sıkılıyordu. Okul ve çevresinin görüntüsünü bir hayli bozuyordu. Her gün can sıkıntısı çekmekten ve sırtında bir yük taşımaktansa, okulun bodrum katında odunluk yaparak bir kez bu sıkıntıyı çekmekle, hem her gün göreceği çirkin görüntüden, hem de ona göre sorumluluktan kurtulmak istemişti. Böylelikle okula katkıda bulunmuş olacağına ve bundan son derece zevk duyacağına inanıyordu. Gittiği her okulda buna alışıktı zaten. Kâh onarmak, kâh okulun bir tarafını yapmak ve kâh derslik eklemekle inşaat kalfası kadar bir deneyime sahipti. "Param olsaydı da, şöyle görkemli bir okul yapabilseydim" diyerek, hayallerindekiyle avunduğu çok olurdu. Okuduğu kitaplardan okul mimarisine hiç yabancı değildi. Kitaplığındaki kitapların yarısından fazlası mimariye ilişkindi. Bugün de, okul mimarisiyle ilgili yeni aldığı kalınca kitabın güzel bir makalesi ile rengârenk birkaç okul tipini iki-üç saat, tahta sedir üstünde haz duyarak uzun uzun incelemişti. Kafasında odunluk olmasaydı, kalınca olan kitabın tümünü hiç kalkmadan bitirebilirdi. Öyle güzel bahçenin tam ortasında, geniş antresi, mermerden koridoru, bol ışıklı sınıfları, sade ama ihtişamlı yönetici odaları, hele gizli çatısıyla bütünsel güzelliği yansıtan bir okulda öğretmen olmayı, böyle bir ortamda sevgi ve heyecanını öğrencileriyle paylaşmayı ne kadar isterdi. Bu özlem yıllarca onu meşgul ediyor, içini adeta dağlıyordu. Bahri öğretmen bu özlemini, canlandırdığı o görkemli okul tipiyle, bazen mehtaplı gecelerde, gökyüzünde parıldayan yıldızların oluşturduğu ihtişamla gideriyordu. Saatlerce gökyüzünü seyretmekten yorulmazdı; böylece bir doyuma da ulaşırdı hani.
Muhtarla birlikte iken, muhtarın söyledikleri onu ilgilendirmediği doğruydu. Hayalleriyle besleyip görkemli hale getirdiği okul imajının karşısında, şimdi çamura bürünmüş, her gün girip çıktığı ve eğitim verdiği bu iki pencereli kutu gibi okul duruyordu. Hayalinde allayıp pullayarak avuttuğu özlemi, somutlaşmış çamur yığını okul gerçeğinin karşısında sönüp gidiyordu. Özlemleri ile yaşadıkları arasında büyük bir uçurum vardı. Kendisinin çok hoşlandığı çay boyunca Muhtarın gezinme teklifini, görkemli okul özleminin belki milyonda birini gidereceği ve mutlu olacağı odunluğu tamamlamakla o hazza erişmek için geri çevirmişti. Bu nedenle, tozlar içinde çapa vurup kürek sallamak, çay boyunca gezinmekten şimdi daha çekici geliyordu ona.
- Bu güzel önerin bir başka zamana kalsın, olmaz mı? diyerek de, izin isteyip kalkmakta olan Muhtarın gönlünü alıyordu.
O gün akşama kadar çalışan Bahri Öğretmen bir hayli yorulmuştu. Ağzı kurumuş, dudakları çatlar hale gelmişti; tozdan ateş koru gibi olmuş gözleri acıyordu. Lojmana gidip aynaya baktığında kendini tanıyamamıştı. Üstü başı toz içindeydi. Banyoya girip soğuk suyla yıkanmıştı. Sedirin üstünde, yorgunluğuna rağmen, tazeliğini içinde hiçbir zaman yitirmeyen özlemi, kuşe kâğıt ve baştan sona renkli okul mimarisiyle ilgili kitabı yeniden incelemek için gereken enerjiyi toplamasına yetmişti.
Vakit bir hayli geçmişti, göz kapakları ağırlaşmıştı. Gözlerinden uyku akıyordu. Fizyolojik gereksinim olan uyku, özlemlerine, beklentilerine ve hayallerine baskın çıkmıştı. Sedir üstünde uzandı, birkaç saniye ya geçti ya geçmedi, derin bir uykuya daldı. Deliksiz uykusunda bir rüya gördü. Rüyasında özlemleri, hayalleri gerçekleşiyordu: Batıya hareket etmek üzere bir uçak onun için hazırlanmıştı. İlk bakışta kar gibi beyazdı. Biraz dikkat edilince, tüm renkleri gösteren bir boya ile boyanmış gibiydi. Bir renk cümbüşü, bir ebemkuşağı gibiydi sanki. Bir an önce uçağa binmek, uzaklara, Batıya, Batının daha batısına gitmek için can atıyordu. Beyazlara bürünmüş bir peri güzeli, güzel mi güzel bir Hostes, altın tepsi içinde, "İşte seni yeni tayin olduğun okula götürecek biletin, al!" dedi. Yüreği hoplamıştı yerinden. Kalbinden yayılan sevinç dalgası saç ve tırnak uçlarına varıncaya kadar tüm hücrelerine büyük bir haz vererek ulaştığını hissediyordu. Bileti büyük bir heyecan içinde aldı. Hostes, "Beni takip et!" diyordu. Uçağın merdivenlerinden uçar gibi çıktı. İhtişamlı kapılardan, her kapıda duran peri güzeli hosteslerin "Hoş geldiniz'" sesleri arasından geçti. Ama heyecandan kaç kapı geçtiğini hatırlamıyordu. Derken, bir bakıma hiç tanımadığı ve bir bakıma da çok tanıdık olan beyefendi ve hanım efendilerin bir düzen içinde oturduğu uçağın içine girdi. Herkes ona bakıyor, gülümseyişleriyle ona "Hoş geldin!" diyordu. İçerisi apaydınlıktı. Güzel kokular buram buram tütüyordu. Uçak havalandı. Yükseldikçe yükseldi. Dünya bir nokta gibi gözüktü. Kısa zaman sonra, uçak yemyeşil ve ucu bucağı olmayan bir düzlüğün tam ortasına bir kuş gibi konmuştu. Hostes onun yol göstericisiydi. Uçaktan aşağı inince yeşil çimenlerin üstünde büyük bir kalabalık onu bekliyordu. Uçağa benzeyen acayip bir arabaya binmişti. Yanında kimseler yoktu. İçinde küçük bir korku hissetti. Birden genç bir beyefendi, telaş etmemesini, kendisine tayin olduğu okuluna kadar eşlik edeceğini söylemişti. Sırtından büyük bir yük inmiş gibi hafiflemiş ve sevinmişti. "İşte okulun!" diyordu genç. Arabadan nasıl indiğini hatırlamıyordu. Muhteşem bir bahçe kapısından sanki cennete giriyordu. Sağlı sollu renk renk çiçeklerin arasından masallardaki prensler gibi yürüyordu. Altın ve gümüşten motiflerle süslenmiş okulunu görünce gözleri kamaştı. Heyecandan nerdeyse oracıkta yığılıp kalıyordu. Utanarak, çekine çekine girdiği okulun antresinde, duvardan duvara uzanan aynaların tam ortasında bir hayli şaşırmıştı. Her aynada apayrı bir Bahri Öğretmen vardı. Aynalardan öğrencileri de görüyordu. Ona el sallıyorlardı. Yüzleri parlak ve sevecendi; ona gülücükler gönderiyorlardı. O da gülümsüyordu. İçi bir acayip olmuştu. Ne kadar hazlar, ne kadar sevinçler, ne kadar mutluluklar varsa, o anda içini doldurmuştu. Neşeden uçuyordu. Altın işlemeli kapı açılınca bir beyefendi, müdür tahmin ettiği bir candan insan, "Okuluna Hoş Geldin!" yazılı acayip bir levha ile onu karşılamış, ona "Buyurun!" diyordu. Çok heyecanlanmıştı, kalbi yerinden fırlayacak gibi olmuştu. Kapıdan adımını içeri atar atmaz, her nasılsa öğretmenler odasına girdi. Öğretmenlerin muhteşem sürpriziyle karşılaştı. Her taraf çiçeklerle süslüydü. Hiç tanımadığı halde, öğretmenlerin siması ona çok tanıdık gelmişti. Kendisine verilmek üzere, ellerinde rengârenk hediyeler vardı. Çok heyecanlanmıştı; ama üzerinde bir şaşkınlık ve bir telaş belirtisi yoktu; çok rahattı. Onun için hazırlanmış bir koltuk vardı. Oturmadan bir şeyler söylemesi gerektiğini, sevginin denizinde yıkanmış oradakilerin yüzlerinden anlamıştı. Çok yavaş, ama çok içten konuşmaya başladı. O kadar güzel konuşuyordu ki, bu acayip odada sanki nefes bile alınmıyordu. Kendini bu okul için, onlar için gökten indirilmiş biri gibi sanmıştı. Konuştukça açılıyor, açıldıkça da dilinden inciler dökülüyordu; acayip bir şeyler duyuyor; sevinçten kalbi duracak gibi oluyor; ama konuşmasının akıcılığından hiçbir şey eksilmiyordu. Oda da sessizleştikçe sessizleşiyordu. Konuşması bitince, bir alkış tufanıyla karşılaştı. Sevecen ve sıcakkanlı müdürün yanı başında olduğunu, konuşmasını bitirince fark etmişti. Kulağına yaklaşmış bir şeyler söylemek istiyordu. Okulu, kendi okulunu gezdirmek istiyordu. Siyah, ama dışarısını çok net gösteren kendiliğinden açılan kapıya yöneldiklerinde, öğretmenler hep birlikte ayağa kalktılar. Birbiriyle uyumlu olan bir ekibin kendisiyle tamamlandığına tam inanmıştı. Koridor alabildiğince geniş ve aydınlıktı; her tarafta rengârenk çiçeklerin doldurduğu saksılar bulunuyordu. Kusursuz bir temizlik vardı. Biraz yürüyünce öğrencilerin teneffüste dinlenecekleri salona girdi. Antrede gördüğü aynaların daha değişiğini burada gördü. Öğrencilerin çaylarını içecekleri, pastalarını yiyecekleri, dinlenecekleri masalar ve sandalyeler çok değişikti, tertemizdi. Hayretler içinde kâh tavana, kâh duvara, kâh döşemeye bakıyordu. Nereye bakarsa ona bir hayranlık veriyordu. Değişik yollardan dinlenme salonuna giren birbirinden güzel, bir o kadar güzel davranışlar sergileyen ve sanki büyümüş çocuklardan, ne bir gürültü ve ne bir dalaşma görülmüyordu. Bütün yüzler gülümsüyor ve ay gibi parlıyordu. Başı döndü. Sanki düşecek gibi oldu. Birden yanında müdürü fark etti. "Haydi!" dedi müdür. Yine tuhaf kapıdan bir sınıfa girdiler. Masalar kümelenmişti. Bilgisayar, tepegöz, projeksiyon makinesi, koca beyaz perde ve kameraya kadar her şey vardı. Sınıf değil de bir laboratuar gibiydi. Son derece ışıklanmış bir sınıftı. Sınıfın mevcudu yirmiden fazla olmadığı sıralardan belliydi. Öğrenciler için sınıfta yok yoktu. Anladı ki, öğretmenler bu okulda yalnızca empatik duygularla dolu bir rehberdiler. Sevinçten uçacak gibiydi. Kendini bahçede buldu aniden. Ihlamur kokularıyla akasya kokuları birbirine karışıp genzinde hiç gitmeyecek şekilde iz bırakmıştı. Sanki gezmekle bitmeyecek geniş bir alanı vardı okul bahçesinin. Bir doğa harikasıydı. Çevrede kimseler yoktu. Kollarını doğanın bin bir çeşit güzelliklerine uzatarak içinden haykırası geldi. "Hey Allah!" diye bağırarak sevinçten sıçradı. Kendini sedirin altında buldu. Uyandı ama, sevinci üzerinden gitmiş değildi. Ayağa kalktı. Sahiden rüyada mıydı? Yoksa gerçek miydi? Özlemlerini rüyasında yaşamış olmasından çok sevinmişti. Gördüğü bir rüyaydı gerçi. Ama ne olursa olsun, rüyasında gördüğü her şey ona bir müjde gibi gelmişti. Dar olan odasında biraz dolaştı; rüyadaki haz, hiçbir şey eksilmeksizin devam ediyordu.
Rüyadan sonra hiç uyumadı. Üzerinde yorgunluk belirtisi kalmamıştı. Pazar gününü hep evde geçirmişti. Okul mimarisi kitaplarından, dergilerden ne bulmuşsa, kimini okudu ve kimini gözden geçirdi. Rüyasındaki haz devam ediyordu hâlâ. On beş yıldır, özlemlerine, hayallerine kavuşacağı anın yaklaştığını seziyordu sanki, ama somut bir belge de gösteremiyordu. O ümit ışığının tüm zerrelerinde dolaştığını hissediyordu. Belge mi? Belge, tüm vücudu ve varlığıydı, sayısız hücrelerinin her biriydi.
Pazartesi sabahı erkenden kalktı. İçinde garip bir heyecan vardı. Sanki o çamur renkli, odunluğunu daha bir gün önce bizzat kendisinin yaptığı kutu gibi okula değil de, rüyasında gördüğü okula gidecekmiş, beş sınıfı bir arada okuttuğu kırk iki öğrencinin huzuruna değil de, rüyasındaki öğrencilerin derslerine girecekmiş gibi bir duygu, tüm vücudunu kaplamıştı. Rüyasındaki konuşmayı bir daha yapabilecek miydi? O uyum içinde olan öğretmen grubunu bir daha görebilecek miydi?
O gün öğrencileriyle çok güzel bir gün geçirmişti. Onlara büyük insan gözüyle ilk kez bakıyordu. Ders sırasında, örnek verirken ve canlı hatıralar anlatırken hep gelecekteki kişiliklerini karşısında görüyordu. Kâh acıyor, kâh saygı duyuyor ve kâh bu iki şey arasında acayip duygularla doluyordu. Teneffüslerde beraberdiler; sorularını büyük bir istek ve candan cevaplıyordu. Öğle yemeğini onlarla birlikte yemekten ne kadar çok hoşlanmıştı. Bir an büyüdüklerini, ona akran olduklarını sanmıştı. Rüyasında gördüğü öğrencilerde duyduğu tüm duyguları şimdi onlarda görüyordu. O gün bir başkaydı. Rüyada mıydı neydi? O günün geçmesini istemiyordu. Belki de içinde bulunduğu hazzın uçup gitmesinden korkuyordu.
Öğrenciler dağılıp yalnız kalınca, odunluğa indi. Özleminin belki milyonda birini karşılayacak bu mütevazı yapıtın verdiği hazzı tüm zerrelerinde hissetti. Okul bahçesinde hiçbir şey düşünmeden dolaştı. Muhtarın uzaktan okul tarafına geldiğini fark etti. Yalnız kalmayı çok istiyordu; ama Muhtarın gelmesine de sevinmemiş değildi. Bahçeyi iki kez turladığında, okulun tam karşısında, kendi eliyle yaptığı oturağın yanında Muhtar’la karşılaştı. Muhtar gülümsüyordu. İlkin gülmesine pek anlam verememişti. Yine de gülümseme ile karşılık verdi. Muhtar ona bir zarf uzattı:
- Müjdemi isterim, dedi.
Aslında bu sözü bir şey bildiğinden değil, gelenek yerine gelsin diye söylemişti. Bahri Öğretmen gülümseyerek,
- İstediğin müjde olsun, dedi ve teşekkür ederek zarfı elinden aldı. Açtı. "Kuşkonmaz Köyü Müdürlüğüne" ile başlayan bir yazı gözüne ilişti. Sıradan yazı sanarak, arkasını okumak gereğini duymadı ve tekrar zarfa koyarak cebine koymak istedi. Muhtarın ısrarı üzerine, tekrar açıp okuyunca, yazının kendisiyle ilgili olduğunu gördü. Tayini çıkmıştı. Sevinmedi. Sevinemezdi. Bu güne dek yedi kez tayini çıkmıştı. Bir köyden diğer bir köye gittiği her okulda, inşaatçılıktan, soba yakmaktan, tuvalet temizlemesine varıncaya kadar yapmadık iş kalmamıştı. Ama bunları yaparken de en küçük bir komplekse kapılmıyordu. Hepsini kutsal bir görev bilerek yapıyordu. Görev yaptığı her köyün sevgi ve saygısını kazanmıştı. Tayinlerde müdahale etmemeyi bir ilke haline getirmişti. Aldığı takdirnamelerin sayısını unutmuştu. Ama hiçbiri ilgisini çekmiş değildi. O, özlemleriyle yaşıyordu. Özlemlerine bir gün kavuşacağına, bir delili yoktu belki, ama nedense inanıyordu. Hisleri hayallerinin gerçekleşeceğini söylüyordu. Sevinemediği, iki eşit şeyin karşısında bulunmasındandı. Bir duygu, yazıyı dikkatlice okumasını söylüyordu. Sonuna kadar okudu bu kez. İçinde bir şeyin şiddetli çarptığını hissetti. Yüreği değildi yalnızca, belki tüm vücuduydu; dışarı vurmamaya çalıştı. Bir şeyler sezinleyerek,
- Yoksa! dedi Muhtar.
- Ayrılık zamanı geldi galiba, hem batının daha batısına, dedi Bahri Öğretmen.
Muhtar pek sevinemedi, olduğu yerde donakaldı. Öğretmeni gerçekten seviyordu; köylüler de seviyor ve sayıyordu. Öylesine ki, onun gibi birinin bu köylerde harcanmamasını bile açık açık söyleyebiliyorlardı. Muhtar, yine de dostundan ayrılmak istemiyordu.
Doğunun köylerine, öğretmenliğine, yalnızlığına, özlemleriyle baş başa kalışına, kurduğu hayal dünyasında duyduğu hazlara alışmıştı sanki. Ama şimdi apayrı bir hayatın eşiğindeydi. Gerçi bir süre sonra bizzat yaşayacağı gerçek, hayalinde canlandırıp kendini avuttuğu hülyalara daha yakın geliyordu. Edindiği bilgiye göre, Batının Kuş Cennetine, "uygulama okulu" olarak eğitim-öğretim sürdürülecek ve bir bakıma okul binasından öğretim sistemlerine kadar her şey özel dizayn edilmiş okula tayin edilmişti. Rüyada gördüğü gibi, batının daha batısına gidiyordu.
Kuşkonmaz Köyünden ayrılacağı gün, köylüler yediden yetmişe ona büyük bir uğurlama merasimi düzenlemişti. İlgilerinden çok duygulandı Bahri Öğretmen. Onlardan ayrılırken kalbinin yarısını bırakmıştı onlara; diğer yarısını da, özlemleri, hayalleri, heyecanları ve on beş yılda benliğinin derinliklerinde adeta bir kanaviçe gibi ördüğü kişiliğiyle birlikte beraberinde götürüyordu. Uzun süren otobüs yolculuğunda yalnızca kitapları ona eşlik etmişti. Karşılaşacağı atmosferin hiç de yabancısı değildi. Önce hayallerinde yaşamıştı; son olarak da rüyasında görmüştü.
Kuş Cennetine inince, yeni tayin olmuş olduğu okulunu sormuştu sokaktaki sıradan birisine:
- Acaba, Kuş Cenneti Uygulama Okulu'nun nerde olduğunu bilebilir miydiniz?
Adam, Bahri Öğretmeni baştan aşağı şöyle bir süzdü. Yabancı biri olduğunu anladı. Çünkü oralı olup da bu dilden dile dolaşan okulun yerini bilmeyen olamazdı.
- Yabancısınız? dedi.
- Öyle, bu okula yeni tayin oldum, demesi üzerine bu şanslı kişinin basit biri olmadığını anlamıştı. Bu okula sıradan birinin tayin edilmediğini ve edilemeyeceğini herkesçe biliniyordu.
Bahri Öğretmen şehirden hayli uzakta olan okuluna bir taksi tutarak gitmişti. Okul doğa harikasının tam ortasındaydı. Rüyasında gördüğü okul muydu yoksa? Muhteşem bir kapıdan içeri girecekti. Çevre o kadar temizdi ki, üstünü başını şöyle bir gözden geçirdi. Giysileri birbirlerine uyumlu olduğu gibi, tüm fiziksel görünümü de ruhunun derinliği ve hayallerinin zenginliğiyle tam anlamıyla uyum içindeydi. İlk kez hayallerindeki okul imajının böylesi somut örneğiyle karşılaşınca heyecanlanmıştı. İçinde acayip şeyler oldu. Rüyasındakine benzer bir hazzı şimdi uyanıkken tadıyordu. O rüya ile bu gerçeğin örtüşmesi ne müthiş bir duyguydu! Kapı kendiliğinden açılmıştı. Sağlı sollu her çeşit çiçeklerin sıraladığı uzun bir yola girdi. Okulu, sanki çok uzakta, doğanın rengine uyum sağlayarak çimen renginde bir nokta gibi gözüküyordu. Büyük bir hayranlık içinde ilerledikçe, merceğe tutulmuş gibi aniden büyümüştü okul.
İnsanı büyüleyen çimen yeşili okulun, ilk bakışta iki, dikkat edilince üç katlı göründüğü noktadan, biri okulun ana girişine, diğer ikisi sağa sola ayrılan yollar, renkli taşlarla döşeliydi; o kadar genişti ki yalnız öğrenciler için yapılmadığı anlaşılıyordu. Ön cephe, boydan boya dışarısını gösteren siyah camla kaplıydı. Geniş bir antreye girdi. Bir görevli, yalnızca "Hoş geldiniz!" dedi. Başka bir soruya muhatap olmayınca, özgürce içeriyi gezip merakını giderebileceğini anlamıştı. Okulun iç dizaynını o kadar gezip incelemişti ki yorulduğunu hissetti.
Okul kocaman kare temeli üzerine oturtulmuştu. Ortasında geniş bir bahçesi vardı, Bahçe renkli taşların döşediği, dış bahçeye oranla dar olan yollar, ağaçlar, çiçekliklere ayrılan bölümlerle dizayn edilmiş ve insanın içini alacak bir güzelliğe sahipti. Koridorlar o kadar genişti ki, her koridor bir spor salonu ya da bir toplanma yeri sanılırdı. Yalnızca bir dersliği açıp baktı. Rüyasında gördüğü demirbaşların daha fazlası buradaydı. Dersliğin penceresinden, bahçe bir manzara resmi gibi görünüyordu. Spor salonları, toplanma yerleri, yemekhane, alışveriş merkezleri, revir, sergi alanları ve değişik dinlenme yerleri ile adeta küçük bir kent görünümündeydi okul. Okulda öğrencilerin sosyal gelişimleri için ne gerekiyorsa hepsi yerli yerindeydi. Yolu öğrenci buluşçuluklarının somut örneklerinin sergilendiği salona çıktı; bu kocaman salonda yüzlerce, belki binlerce resimler, yapıtlar, aygıtlar ve öğrencilerin yeteneklerini gösteren çok değişik eserler vardı; kimisi çerçevelenmiş ve kimisi de koruma altına alınmış, uygun yerlerinde ürün sahiplerinin isimleri yazılıydı. Gördüğü şeylerin hepsi Bahri Öğretmeni büyülemişti; bir taraftan seviniyordu ve diğer taraftan heyecanlanıyordu.
Girdiği batı kapısının simetriği olan doğu kapısından dışarı çıktı. Bu kapı da ihtişamlıkta ana giriş kapısından aşağı değildi. Karşısına ucu bucağı olmayan bir orman çıkmıştı sanki. Ama ara ara yine renkli taşlarla döşeli yollar görmüştü. Son derece bakımlı ve korunmuş gözüküyordu; ışıklanmasının da son derece mükemmel olduğu projektörlü direklerden anlaşılıyordu.
Okulun doğu kapısında, bu muhteşem manzara karşısında, gördüklerinin ve göreceklerinin büyüsünü, daha da dolaşarak bozmak düşüncesinde değildi. Olduğu yerde durdu. Bahçenin filtreden süzülmüş temiz havasını ciğerlerine doya doya çekti. On beş yıllık hayatının bütününü bir çırpıda görmüş gibi, çok anlamlı bir yüz ifadesiyle kendi kendine, "Bahri Öğretmen! İşte özlemlerinin başladığı nokta!"dedi.