Rüyamda bir yerlerde Sayın Denktaş’ın sorgulandığını görüyorum. Büyük bir meydandı. Bir yığın davacı da var.
Kendilerine hikmet ilmi verilmiş çok az bir gurup dışında, esbap ve takdir ilişkisini hakkıyla anlayan insan çok azdır. İnsanlık tarihi boyunca tartışılıp durmuştur: ‘La mevcude illa hu’ diyenler güya Rabbin eşya üzerindeki kâhir kudreti adına, eşyadaki esbabın hikmetini görmezlikten gelmişler. Aklın analitik seçiciliğini önceleyenler ise, sonuçları izahta, sebeplere o kadar önem atfetmişler ki, Rabbin hatırını rencide etmişler.
Evet, “İzzet ve azamet ister ki esbap, perdedar-ı dest-i kudret olsun aklın nazarında” denmiş. Yani aslında her bir şey doğrudan Cenab-ı Hakkın eseridir amma aklın, onu farklı görmesi sağlanmış…
Peki neden? Yani niçin, her şey doğrudan İlahi kudretin eseri olduğu halde, aklın bunu farklı algılaması yolu tercih edilmiş? Hikmet-i İlahiye neden bunu gerekli görmüş. Bu hikmetin dahi bir hikmeti ve hatırı yok mu?
Bu soruya verilmiş ve ekseriyet için de ikna edici olmuş gayet basit izahlar ve cevaplar var elbet. Mesela denilmiş ki, “Her şeyin ilahi kudretten doğduğu apaçık olsaydı, imtihan sırrı bozulurdu. Aklını kullananlar ile kullanmayanlar arasında bir fark olmayacaktı. O yüzden de Kudret, kendisini sebepler muamması altında gizledi ki ancak hak edenler onu bulsun; Ebubekir gibi yüksek ruhlar ile Ebucehil gibi süfli ruhlar birbirinden ayrılsınlar”
Bu izah birçok insanı ikan eder, edebilir. Hem de etmiş! Fakat yine de, aklın kullanımı ve esbabın gerekliliğini ortadan kaldırmamıştır. Bir ayet-i kerimede, “Allahın izni olmadan hiçbir nefs için iman edebilmek yoktur (çünkü) Allah aklını kullanmayanları pislik içinde bırakır” (Yunus, 100) buyrulmuş.
Düz bir mantıkla bu ayete baktığımızda, (yani parantez içindeki ‘çünkü’yü kullanmazsak) pekâlâ denilebilir ki Allah’ın izin verdiklerinden başka kimse iman bile edemez. Oysa ayete bütüncül baktığında, Cenab-ı Hakk’ın iman edebilme şartını bile aklını kullanmaya bağladığı hemen fark edilir. Çünkü ayetin sonunda ‘aklını kullanmayan pislik içinde kalır’ denilerek, aklın vasıtalığına ve rehberliğine iltifat ediliyor.
İslam tarihi boyunca şu inceliği göremeyenlerin bir kısmı, eşyanın hakikatini hafife alarak Cebriyede karar kılmıştır, bir kısmı da esbaba, hak ettiğinden ziyade ehemmiyet yükleyerek Mutezile mesleğini yol edinmiştir. Oysa ikisi de bir tür istibdattır ki biri aklın varlığını tahfif eder, diğeri kudreti tezyif eder. Halbuki hak olan şudur; bu mülk İlahi Kudret’in eseridir, akıl da bunu bilip ondan kendisine Allah’a varacak bir yol bulmasıdır. İçinde aklın mükellefiyeti bulunmayan bir din ve hayat algısı Murad-ı İlahi değildir. Aksi takdirde hikmetin bir ayağı hep topal kalacaktır.
Mesela hepimiz, biliriz ki Firavun’u ve ordularını yerle bir eden ve sonunda Hz. Musa (AS) karşısında pes ettirip, “halkını al ve git” dedirten güç, kudret-i İlahiyedir. Yani hiç kimse, denizi yaranın Hz. Musa’nın elindeki asa olduğunu düşünmez. Ama nedense kimse ‘denizin yarılması için neden illa da Musa’nın o asa ile dokunması gerektiği’ üzerinde de durmaz. Halbuki, ‘asa ile denize dokun’ diyen de Allah’tır.
Niçin?
Çünkü ilahi usulde sonuç ile mukaddemelere birlikte hükmedilir. Yani silah ile öldürülen adam için, tek başına “silah sıkılmasaydı ölmeyecekti” veya “mademki ölmüştür silah sıkılmasaydı da o adam ölecekti” demek doğru değildir. Çünkü adamın öldürülmesi ‘kader’i, diğerinin silah sıkmasını da içerir. Yani sonuç ile onu doğuran sebep aynı hükmün içindedir.
Dolayısıyla diyemeyiz ki ‘Musa olmasaydı da İsrail oğulları kurtulurdu’. Bir rivayete göre, Hz. Musa gelinceye kadar, Firavun, en az 70 bin beni İsrail çocuğunu katletti. Bazı rivayetlerde bu sayı 900 bine kadar ulaşıyor. Tabii ki rakam önemli değil. Burada sorulması gereken suru şu:
-Firavun’u helak eden Cenab-ı Hak’tır. Musa’ya ve Asa’ya o kudretleri yükleyen de O’dur. O zaman o ilahi Kudretin kendini açığa çıkması için neden Musa’nın gelmesi beklendi?
Bu sorunun cevabını veremeyenler, aşağıda girişeceğim meselede bana itiraz edecekler, biliyorum. Ama olsun. Çünkü hakkı teslim etmek, yani ‘husnayı tasdik etmek’ (Leyl Suresi, 5-7) fıtri bir vecibedir mümin insan için. Düşmanın elinde de olsa ‘hüsna’yı tasdik ve takdir vaciptir. Bunun yapmayanın iki yakası bir araya gelmez.
* * *
İmdiii bu girizgâhtan sonra desem ki, “Sayın başbakanımız olmasaydı, şu demokratik açılımlar, olmayacak, siyaset ve sosyal hayat üzerindeki askeri ve bürokratik vesayet devam edecekti”
İtiraz eder miydiniz?
Yahut desem ki, “Bediuzzaman, Süleyman Hilmi Tunahan, Muhammed Raşid, Fethullah Hoca efendi gibi zatlar olmasaydı şu dinî ihya hareketi gerçekleşmezdi” yine bir itiraz gelmezdi.
Ama desem ki “Mustafa Kemal olmasaydı, Türkiye Cumhuriyeti kurulamazdı” yahut “Fazıl Küçük ve Denktaş olmasaydı, Kıbrıs’ta bir direniş gerçekleşmezdi”, hemen karından homurdanmalar, itirazlar ve kudret-i ilahiyeyi hatırlatmalar başlar.
Öyle değil mi? Peki neden?
Çünkü olayları ve insanları kendi ekseninde tartma kültürü bizde hiç gelişmemiştir. Kur’an’ın “Vela teziru vazireten vizre uhra” (-İnançsızlık hariç -Hiç kimsenin kötü bir sıfatı iyi sıfatlarını yok saymaya gerekçe edilemez) hükmüne rağmen çoğumuz, bir huyunu veya sıfatını beğenmediğimiz bir insanın, diğer tüm iyiliklerini yok saymaktan kendimizi alamıyoruz. İnsanları, tüm sıfatları ile ayrı ayrı tartıp değerlendirmeyi uzun zamandan beri yitirmişiz. Meselelere ya hep ya hiç noktasından bakıyoruz. Mesela Fatih Sultan Mehmet Han, Peygamberî (asv) övgüye mazhar olmuş bir zattır. Peki, bu onun insani kusurlarını yok saydırır mı?
Hayır! Ama adalet-i ilahiye açısından bakıldığında sevapları hatalarından çoksa o insan iyidir denilir. Mesela Fatih döneminde 22 bin insanın öldürüldüğü söylenir. Ama o zat aynı zamanda İstanbul’u fethederek, tam 550 yıldır –inşallah kıyamete kadar da sürer- şu topraklar üzerinde Ezan-ı Muhammedi’nin yükselmesine hizmet etmiştir. İstanbul onun çabaları sayesinde İslam ile şereflenmiştir. Acaba, Fatih’in hangi bireysel günahı şu azametli hayrına mukabele edebilir yahut onu hiçe indirebilir?
Hiçbir şahsi günah ‘cihad’ın kıymetini hafifletemez. Esasında iman etmiş bir insan için cihad amelinden daha üstün yaratılmış bir ibadet yoktur. “Alimlerin mürekkebe şehitlerin kanından üstündür” buyrulmuş amma unutmayın ki, o alimler dahi o cihad sayesinde o ilimleri tahsil edebilmişler, rahat ve huzur içinde tahsil yapabilmişler. Dolayısıyla ‘bir mümin için cihad en büyük ameldir’ denilebilir.
Bu konuyu bu kadar uzatmamın en temel sebebi, içimdeki bir itirazı susturmaktır. O itiraz, rahmetli Denktaş ile ilgilidir. Merhum Denktaş da tıpkı Mustafa Kamal gibi, halkının, işgalden ve zulümden kurtulmasına ön ayak olmuştu ama daha sonra da halkın İslam ile yeniden buluşmasına yer yer köstek olmuşlardı. En azından zahirde görünen budur!
“KKTC, Artık Arafta Bir Ülke” başlıklı yazımda da temas ettiğim gibi evet Rahmetli Denktaş, gerçekten de KKTC’deki dini uyanışın önündeki mani gibi duruyordu. İşte onun bu duruşundan dolayı günlerdir içim içimi yiyordu. Ona hangi yönüyle bakmak gerektiği noktasında tereddütlerim vardı.
Nihayet dün bir rüya gördüm. Tabii rüya ile amel olunmaz ama benim meseleye hangi zaviyeden bakmama gerektiği noktasında yol gösterdi diyebilirim.
Rüyamda bir yerlerde Sayın Denktaş’ın sorgulandığını görüyorum. Büyük bir meydandı. Bir yığın davacı da var. Sonra onun berat ettiğini söylüyorlar. Birisi yüksek sesle diyor ki, “O bir mücahittir. Onun cihadı sayesinde yeniden İslam yurdu haline gelen şu topraklarda işlenen ve işlenecek her hayırda onun da payı olduğu için…. “ uyandım.
Sabah yazıyı yazmak için bilgisayarın başına geçtiğimde Hasenat programını –Onu hazırlayıp bedava hizmete sunanlardan Allah razı olsun- açıp cihad ayetlerine baktım. Karşıma çıkan ilk ayet Nisa Suresi 94. ayet oldu ve bir de baktım akabinde şu ayet geliyor:
"Mü'minlerden özürsüz olarak yerlerinde oturanlar ile malları ve canları ile Allah yolunda cihad edenler bir değildir. Allah malları ve canları ile cihad edenleri derece bakımından oturanlardan üstün kıldı. Gerçi Allah her ikisine de Cenneti vaad etmiştir, ama malları ve canları ile cihad edenleri, oturanlara karşı büyük bir mükâfatla üstün tutmuştur." (Nisa, 95)
Elbette birilerinin onu eski şaman ve pagan kültürlerinden kalma eğilimlerle ‘ataları’ ilan etmesi onun kusuru değildir. İnşallah onu da bir tür mabut ittihaz etmezler. Biz birilerini mabut edinmenin ceremesini çektik. Umarım Kıbrıs Türkleri de o hataya düşmezler. Her fani gibi o da ölümlüydü ve Rabbisinin huzuruna gitti.
Biz onu iyi amelleriyle anıyoruz. Çünkü o bir mücahitti. Onu İslam mücahidi olarak alkışlıyor ve Türk tarihi içindeki yerini hakkıyla alacağını umuyoruz.
Vesselam!