Her devirde ihanetler, gizli plân ve dehşetli tuzaklara sahne olmuştur dünyamız…
Bunların tarzı, metod ve uygulama alanları, teşebbüs kanalları farklı olmakla birlikte, hepsinin amacı; sindirmek, yok etmek ve tahrip araçlarıyla göz dağı verip önlerine set çekmek, dâvalarını akamete uğratmak …
Uhud savaşında bazı yakınlarının kaybını içlerine sindiremeyen müşrikler, alçakça bir plân hazırlayarak hemen uygulamaya koydular.
Bir heyet gönderip Allah Resûlünden (asm), kendilerine Kur’ân öğretecek kişilere ihtiyaçları olduğu gerekçesiyle Medine’den öğretmen talebinde bulundular.
Kur’ânı tebliğ ve öğretmekle görevli Yüce Peygamber, başlarında Âsım bin Sabit Hazretlerinin (r.a) bulunduğu on kişilik bir öğretmen gurubunu yola çıkardılar.
Huzeyl kabilesi topraklarında Reci’ suyu başında seher vakti konakladılar.
Çok geçmeden Lihyanoğullarından 200’den fazla silahlı bir eşkiya gurubu tarafından kuşatıldılar.
Bize öğretmen lazım diyenler, o güzide Müslümanları eşkıya ile karşı karşıya bırakarak çekip gittiler. Eşkiyanın niyeti onları esir alıp Mekke’de köle olarak satmaktı.
Bir imtihanla muhatap kılınmışlardı. İstişare sonucunda çarpışmaya karar veren sahâbîler, sonuna kadar çarpıştılar, bir kısım düşman güruhunu da öldürdüler. Ancak bu büyük kalleşlik sonunda yedisi orada okla vurularak şehid edildiler.
Sadece Hubeyb bin Adiy, Zeyd bin Desine ve Abdullah bin Târık Kur’ân aşkına ve Resûlullah uğruna çarpışmaya devam ediyorlardı.
Çok geçmeden müşrikler onları sağ olarak yakalamışlardı.
Gözü para hırsıyla dönmüş bu cânilerin şehit ettiklerinin başında, Bedir’de savaşmış, Uhut’da Peygamber (s.av)’in yanından ayrılmayarak O’nu korumuş olan kutlu sahâbî Âsım bin Sabit vardı. Öyle mübarek bir Peygamber âşığı idi ki, üzerine ödül konan cesedi müşriklere nasip olmamış, bir bulut kümesi tarafından cesedin etrafı sarılmış, müşriklerin yaklaşmalarına etrafa saldıran arılar tarafından izin verilmemiş ve mübarek ruhu a’la-yı illiyyîne çıkarılmıştı. Allah’a tam abd olan Âsım’ın cesedi yağmur suları arasında bir tek müşrk’in bile cansız bedenine el sürmesine izin verilmeden hakiki sahibi tarafından koruma altına alınmıştı.
“Allah’ım ! Ben günün başında senin dinini korudum, sen de günün sonunda benim vücudumu koru ! Cesedime müşrikleri dokundurma ! duası gerçekleşmişti mümtaz sahâbenin…
Savaşta bile nöbetleşe namaz kılan bu kutlu kafilenin asırlar arakasında tıpkı onlar gibi Hakk’ın yücelmesi ve yer yüzünün cemaatsiz kalmaması adına, “ izzetle mevti zilletle hayata tercih” eden nurânî silsilenin çok muhkem halkalarından birisi ve sonuncusu olan Bedizzaman Said Nursî Üstadımızın ahir zamandaki sahâbevârî görüntüsü ve duruşu takdir ve minnetle yâd edilmeye değmez mi?
Savaş meydanlarında, at sırtında, düşman karşısındaki siperlerde Kur’ânın i’cazını nakşederek O’nun hakkaniyetini bütün dünyaya haykıran bu ses, nasıl da o nurlu kafilenin iman ve sadâkatının bir iz düşümü olduğunu ispat etmektedir !
İslâm’ın izzet ve şerefi o denli büyüktür ki, bu günün cihad-ı mânevisiyle kökü saâdet asrına dayanan destansı yürüyüşün ruh ve mâna köklerini aynı havuzda birleştiren, gönüllerde sönmeyen ve solmayan derin muhabbeti yerleştiren sırrın arşa yükselen semâîliğini görmemezlikten gelmek hiç mümkün mü?...
İşte Bediüzzaman’ın Kur’âna hizmetkârlık, Resûle ve güzîde arkadaşlarına merbûtiyet ve sadâkatta ne denli bir dâva savunucusu olduğu açıkça orta yerdedir.
O’na bu korkusuzluk ve cihad ruhunun nereden geldiği sorulacak olsa; cevabı gayet açık ve nettir: İmandan gelen şecâat, izzet-i İslâmiye ve Kur’ân hizmetkârlığı adına yola koyulmak olarak özetlenebilir. İşte ilginç bir kişilik portresi !...
Tarihte namazlarıyla ünlü maneviyat büyüklerinden zor şartlarda kılınan namazların sayısız örneklerini Bediüzzaman’ın hayatında görmek mümkündür.
Bu ruh profili içinde hayatını inandığı doğrultuda şekillendirmiş, hiçbir şart ve mekânda haksızlığa ve haksızlara karşı Hakkı haykırmaktan asla geri durmamıştır.
Bu asil duruş; Mecliste pervasızca Mustafa Kemal’e, şark vilayetlerinde görev başındaki valilere asıl vazifelerini, aşiret reislerine konumlarına uygun davranış sergilemelerini hatırlatmaktan korkmayan Üstad Nursi’nin cesaret ve cihadının en üst mertebeye ulaştığının, küfre ve zulme karşı iman gücünün, bâtıla karşı hak nefesin, hurafelere karşı ilim ikliminin, ölüme ve tehditlere karşı pervasızlığın canlı, yaşanmış bir kanıtıdır.
Darağacı altında ilk namazı kılan Hubeyb (r.a) gibi; nice darağaçları görmüş, gösterilmiş, yüreğinin köşesinde zerrece bir korku, kafasında en ufak bir şüphe ve tereddüt duymamıştır.
Ne mutlu o korkusuz kahramanlara !..
Selâm hidâyet ve hüdaya tabi olanlara !...