Bir arkadaşımın çoklar namına sorduğu şu soru nazarıma çok mühim göründü: ”Neden son zamanlarda Ortadoğu’da yaşanan devrimler ve halk hareketleri bundan 30 yıl hatta 100 yıl önce başlamadı da bugün birden bire başladı. Toplumların talepleri mi değişti, yoksa dış güçler bu bölgede yeni bir model mi denemeye karar verdiler ya da toplum mu değişti?”
Bu soru son zamanlardaki halk hareketlerinin kendi kendilerine başlamadıkları, birileri tarafından harekete yöneltildiğine dair önemli bir şüpheyi içinde barındırıyor olsa da üzerinde uzun uzun durmaya ihtiyaç var.
Öncelikle şu belirtmekte fayda var; zaman bir mahluktur, yani her eşya gibi belli bir başlangıcı olan ve halk edilmiş bir mahluktur. Bu mahlukun bir ruhu var, her ne kadar bu ruh diğer mahluklarda olan ruh gibi olmasa da. Bu ruh, belli bir zamandaki insanlar arasında baskın olan renge bürünür.
Zamanın kötülüğü ya da iyiliği göreceli olarak bir mana ifade eder. Bu mana zamanın içinde barındırdığı zahir akımların galebesi ile hükümferma olan iyilik ya da kötülüktür. Çok kötü bir zaman deriz bazen, bundan kastettiğimiz belli kötülüklerin bir zaman dilinde toplanmasıdır. Esasen zamanın bir suçu yok bunda.
Bazen zaman kaydını izhar eder. Belli kişilerin bildiği olayların ve hakikatlerin geniş kitleler nezdinde tebarüz etmesini sağlar bu kaydını izhar etme olgusu. Adeta, alem-i gaybta kayıtlı olan hakikatler alem-i şehadete zaman perdesini geçerek ortaya çıkarlar. Zaman perdesine sarılarak kaldırılmış hakikatler, insanların talepleri üzerine o perdelerden sıyrılarak ortaya çıkarlar. Burdan kilit nokta, taleptir. Talep etmek yani istemektir.
Zaman kaydını izhar ettiğinde namahrem olanlar bu izhara çeşitli kılıf uydurmaya başlarlar.
Bariz bir örnektir; ay apaçık bir biçimde bölünmüştür, güneş vazifesini herkesin gözü önünde O’nun yüzü suyu hürmetine geciktirmiştir, aç kurt, sahiplerine hayretini sarih bir biçimde bildirmiştir, ağaçlar yarılarak O’na koşmuştur, kuru ağaç bir anlık hasretinden feryadlara gark olmuştur, bulutlar O’na hizmet etme şerefine nail olduklarından mutluluktan yere inme ihtiyacı hissetmiştir.
Gelin görün ki bu kadar kaydını izhar eden olaylar ve eşyalar namahrem olanların gözündeki perdeyi kaldıramamış ve hakikatlere vasıl olmalarını sağlayamamış ve sihir isnadı gibi komedilere sığınmalarını salık vermiştir.
Ama aradan kısa bir süre geçer, bu hakikate vasıl olmak isteyenler Veda Hutbesinde yüzbini geçerler. Kaderi nazarda belli bir sürenin geçmesi gerekmiştir bu hakikatlerin tebarüz etmesi için. Hicret yaşanmalı, Uhud Harbi olmalı, Hudeybiye imzalanmalıdır. Ancak ondan sonra sıra fethe gelir.
Bu Asr-ı Saadette yaşanan olay ve buna benzer milyonlarca olayla dolu binlerce yıllık geçmiş aslında geçmemiştir, insanlığın hafızasında apaçık bir biçimde saklıdır. Sadece o hafızada bu ibretlik olayları ön sıralara çekebilmektir mesele.
En önemlisi zaman, geçmiş ve geleceğin kaydını tutmaktadır. Bu kayıt, hakikatlerin tezahürünü belli bir kronolojiye bağlar.
Hakikat, gerçekten farklıdır. Hakikat Hak’tan gelir ve ebedi olduğundan kaybolması yada değerini yitirmesi sözkonusu değildir. Sadece hakikat zaman çizgisine takılmıştır. Belli şartlara tabidir. Zaman ipine dolanmıştır. Puslu havalarda gizlenir, kirli beyinlere karşı setr eder.
İslamiyet hakikati beşeriyete verilmiş en önemli hakikattir. Bu hakikatin ayan beyan ortada olmasına rağmen ruhların bu hakikate meyilde gevşeklik göstermesinin bazı nedenleri vardır.
Bu nedenleri Üstad Bediüzzaman, şu paragrafta çok güzel izah eder;
“Bundan sonra, mâlumdur ki, insanda müdebbir-i galip, ya akıl veya basardır. Tâbir-i diğerle, ya efkâr veya hissiyattır. Veyahut ya haktır veya kuvvettir. Veyahut ya hikmet veya hükûmettir. Veyahut ya müyûlât-ı kalbiyedir veya temayülât-ı akliyedir. Veyahut ya hevâ veya hüdâdır. Buna binaen görüyoruz ki: Ebnâ-yı mazinin bir derece safî olan ahlâk ve halis olan hissiyatları galebe çalarak gayr-ı münevver olan efkârlarını istihdam ederek şahsiyat ve ihtilâfat meydanı aldı. Fakat ebnâ-yı müstakbelin bir derece münevver olan efkârları, heves ve şehvetle muzlim olan hissiyatlarına galebe ederek emrine musahhar eylediğinden, hukuk-u umumiyenin hükümferma olacağı muhakkak oldu. İnsaniyet bir derece tecellî etti. Beşaret veriyor ki: Asıl insaniyet-i kübrâ olan İslâmiyet, sema-i müstakbelde ve Asya’nın cinanı üzerinde bulutsuz güneş gibi pertev-efşan olacaktır.” (Muhakemat, 8.Mukaddime)
İslamiyetin güneşinin parlak bir biçimde tezahür etmesi için insaniyetin bir derece tecelli etmesi gerekiyor. İnsaniyetin tecellisi ise, fikirlerin aydınlanmasını ve bu fikirlerin hissiyatlara galebe çalmasını zorunlu kılar. Aydınlanan fikirler kendini, kavmini, aşiretini düşünmek yerine yani ben merkeziyetçi, sadece milletinin çıkarını düşünen ırkçı olmak yerine umumun hukukunu gözetmeye yani insaniyet hakikatini fark etmeye başlar.
Umumun hakkını düşünmek insaniyet-i kübra olan İslamiyetin parlamasına hizmet etmek demektir. Eskiden karanlık fikirler bazı sebeblerden dolayı hem milletine hem de dinlerine büyük zarar vermekteydiler.
Birincisi, İslamiyeti temsil eden müslümanların hali ve etvarı bu hakikatin ışıltısına gölge düşürmüştür.
İkincisi, bu güneşten rahatsızlık duyanlar zihinlerin bu güneşe yönelmemesi için müthiş etkili bir savaşım vermişlerdir.
Üçüncüsü, müminleri cüzi iradesinin toplamından ibaret olan “mümin iradesinin” meyli ve tasarrufu, şer cephesinin meyli ve tasarrufunu yenememiştir uzun zaman.
Şimdi bir çatırtı görülüyor. Hüşyar beyinler bu yeni halin bir işareti midir diye ümitle yerlerinden kalkıyorlar.
Bence bu kesinlikle bir yeni haldir ve kesinlikle izmihlalden çok uzaktır.
Bu çatırtı, gümbür gümbür gelen Hakikat-i İslamiyenin ayak sesleri olabilir. Lakin bu sesi diğer dünyaya hasretmek azminde olanlar gelen seslerin etkisine zarar vermektedirler.
Müteharrik-i bizzat meselesine gelince, bu bölgede ve genelde tüm dünyada olan olayları sadece şer cephesi cihetinde açıklamak yerine tüm cepheler açısından ama vahdet çerçevesinde değerlendirmek gerekir. Eğer Ortadoğuda olan her olayda Amerika’nın, İsrail’in ve diğer güçlerin parmağını arayacaksak bu bölgede yaşayanları bir “nesne” olarak değerlendiren oryantalizmin etkisi altındayız demektir. Sadece etkisi değil aynı zamanda boyunduruğu altındayız demektir.
Çünkü Edward Said’in apaçık bir biçimde ortaya koyduğu gibi oryantalizm, doğuda yaşayanları kendince resmederek kendi zihninde doğulaştırır. Oryantalizm rüzgarına kapılan doğulular bile tüm çözümleri batıdan beklerler veya meydana gelen tüm gelişmeleri batının yaptığına inanırlar.
Bu tuzağa düşmemek gerekir.
Ortadoğu’da yaşayanlar birer “özne”dirler. Kendi gelecekleri üzerinde en azında diğer devletlerin etkisi kadar etkiye sahiptirler ve olmalıdırlar. Elbette kendini güçlü hisseden her devlet bu bölgede yaşananlara müdahil olmak isteyecektir. Gayet tabiidir ki bu müdahale için çeşitli planlar yapacaklar ve bunları gerçekleştirmeye gayret edeceklerdir.
Bunların plan yapmaları, Ortadoğuda yaşayan halkların bu planlara boyun eğeceklerini farz etmeyi gerektirmez. Kendi geleceği üstünde etkili olabileceğini düşünen ve bunun için her tür donanıma sahip olan halklar kaderleri üstünde “özne” olurlar.
Bu “özne” olgusu toplumların kendi gelecekleri üstünde etkin olmalarını sağlayan bir tür cesaret menbaı özelliğini gösterir.
Hindistan’da Gandhi’nin yaptığı bu değilmiydi? Ya da Üstad’ın Anadolu’daki müsbet hareket çerçevesindeki çabaları bu algıyı yerleştirmeye dönük hamleler değilmiydi?
Dolayısıyla baş kısımdaki soruya dönersek bu bölgede yani “eski topraklarda” yaşayan insanlar ve toplumlar değiştiler, istibdat altında inleye inleye Allah tarafından olgunlaştırıldılar, tahsilleri tamamladılar ve kendi gelecek tasavvurlarını kendileri şekillendirmek isteyen birer “özne” haline geldiler.
Bu öznelleşmiş toplumlar, İzn-i İlahi çerçevesinde kendi yönetimleri kuracaklar, umumun hukukunu gözetecekler ve tüm dünyanın gözü önünde insaniyeti yücelterek diğer insanlar için de örnek olacaklar inşallah.
Bu Hak’ta, hukukta sabır gösterme sayesinde kazanılmış ve zamanın bir güzelliğine dönüşmüş bir zaferdir.