Kastamonu Lahikası’nda Hilmi, Emin, Tahsin imzalı, bir kaç “Kur’an Şakirdi”nin yedikleri şefkat tokatlarının hikâye edildiği mektubu çok insan görmüştür; ama benim atladığım gibi, oradaki bir tâbirin sizin de dikkatlerinizden kaçmayacağına eminim.
Mektubun son kısmını iktibas edelim:
“..................Üçüncüsü: Bir memur, Risale-i Nur'u kemal-i iştiyakla okurdu. Üstad ile görüşmeye ve tam ders almağa çok çalışıyordu. Birden bir komiser tarafından ona evham verildi. O da görüşmeyi ve okumayı bırakıp başka bir şehre giderken, birden sebebsiz bir tarzda bir ayağı kırıldı, bir ay çekti. Yine şefkat yâr oldu ki, şimdi tekrar okumaya şevk ile başladı.
Dördüncüsü: Ehemmiyetli bir zât Risale-i Nur'u kemal-i takdir ile hem okur, hem yazardı. Birden sebatsızlık gösterdi, şefkatsiz bir tokat yedi. Gayet meftun olduğu refikası vefat eyledi. İki oğlu da başka yere gitmesiyle acınacak bir hale girdi.
Beşincisi: Dört senedir Üstadın çarşı işinde hizmet eden bir zât, birden sadakatı bırakıp mesleğini değiştirdi. Birden şefkatsiz bir tokat yedi. Bir senedir daha çekiyor.” Kastamonu Lahikası, s;52)
Bize nedense hep Lem’alardaki Şefkat Tokatları mevzuu gösterilir de, bu nevi meseleler, bir- iki ağabeyin hatırası diye dikkatlere verilir. “Seçkinci” diye târif edilen “sadakatsiz” tavra bundan daha iyi bir misal bulunamaz.
Hani körlerin hikâyesi anlatılır. Fili tarif etmeleri istenen körlerin vakıası... Kimi zavallı hayvanın kulağını yakalar, “ Fil şal gibi bir şeydir.” der; diğeri filin kuyruğunu tutar; “ Fil ipe benzer bir nesnedir.” diye söyler... Öbürü acayip böbürlenir; hah, işte “rakip”leri fili tarif edememişlerdir; demek ki kendinin düşünce ve anlayışı “hak”, diğerlerininki “batıl”dır! Elini üzerinde tuttuğu dört ayaktan –sadece- biri üzerine “şap şap” diye vurarak – işi telâşeye boğma isteğiyle belki- üst perdeden haykırır- adam ya da bina çokluğuyla övünen bid’a ehli gibi. “Fil, işte ‘görüyorsunuz kör kardeşlerim’, yumuşacık bir sütundur!”
Sonra söylenmesi gerekeni önce söylemek ne belağatın şiarı, ne de mantığın. O sebepten bir şahit olduğum bir muhavereyi hikaye etmek, belki de en iyisi.
Bir dost meclisindeyiz. Her on beş günde “la’akal” bir defa okunması ( ama harflerine bakıp seslendirilmesi değil, kıraat edilmesi) tavsiye edilen İhlas lem’ası seslendiriliyor ve dinleyenlerimizi değişik ufuklara kanat açtırıyor. Mezkur Lem’a’nın:
“Bu hılletin üss-ül esası, samimî ihlastır. Samimî ihlası kıran adam, bu hılletin gayet yüksek kulesinin başından sukut eder. Gayet derin bir çukura düşmek ihtimali var. Ortada tutunacak yer bulamaz.” ( Lemalar, 162) ifadelerine gelince arkadaş, meseleyi siyasi ve sosyal hadiselere bağlayınca, referans olarak bir sonraki satırları da okumasını “rica” ettim.
Sağolsun, kırmadı beni; orayı okuma lütfunda da bulundu:
“Evet yol iki görünüyor. Cadde-i Kübra-yı Kur'aniye olan şu mesleğimizden şimdi ayrılanlar, bize düşman olan dinsizlik kuvvetine bilmeyerek yardım etmek ihtimali var. İnşâallah Risale-i Nur yoluyla Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın daire-i kudsiyesine girenler; daima nura, ihlasa, imana kuvvet verecekler ve öyle çukurlara sukut etmeyeceklerdir.” ( Lemalar, 163)
Herhalde bakışlardaki manayı “o engin” ferasetiyle sezmiş olacak ki arkadaş, meseleyi “toparladı.”
“Mesele sadece siyaset ve içtimaiyyatan ibaret değilmiş demek ki? Denildiği gibi, ‘Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın daire-i kudsiyesi’nde kalıp kalmamakla da alâkalıymış. O dairenin de ne olduğu da çok ifadelerle dile getirilmiş. “Cadde-i Kübra-yı Kur’aniye.”
“O nedir; pek anlayamadım da birader.”
“ Kur’an’ın geniş dairesi...”
“Dini ıstılah bakımından, demek ki bu daire bütün Kur’an müminlerini barındırıyor, ya da öyle olması gerekir. Bunun tahsisini yapan da Resulullah (sav)dir. Mübarek günün birinde elinde bir dal parçası, Hz. Ebubekir (ranh)a bir hususu tarif ediyorlar. Doğudan kuzeyden güneye – ya da doğudan batıya- doğru bir çizgi çekiyor. “ Hayretli” bakışlar altında, bu çizginin yan taraflarına örümcek ayaklarına benzer hatlar çiziyorlar. Sonra da o büyük Sahabi’nin merakını gideriyor. ‘ Bu müstakim çizgi” ehl-i Necatın yoludur; diğerleri de o çizgiden ayrılan dalalet fırkalarıdır.” Buyuruyorlar. Soruluyor; “ O yol nedir, ya Resullalah? Cevap veriyorlar büyük bir emniyetle: “ Bana ve sünnetime temessük edenlerdir.” Yani beyan-ı Üstadaneleri ile “ Ehl-i hak olan ehl-i sünnet ve’l-cemaat.” O en geniş yol, ehl-i sünnettir.”
Baştaki metnin de işte bununla alâkalı olduğunu anlamayan insan için, sadece “anlamayan” denir; o da dini gidip Mızraklı İlmihal’den öğrenmeli ki amelinde yanlış gitmesin; takdir edilecek bir misal olur en azından.
Başa aldığımız metnin anahtar kelimesi neydi sahiden? “Mesleğini değiştirmek”. Nedir meslek?.. Ehl-i sünnet ve’l-cemaat mesleği; “ Cadde-i Kübra-yı Kur’aniye.”
Öyle bir vüs’atte ki bu meslek, “İslam dahilinde” müsbet iman hizmetini cihat görüyor? Ülkenin istilası ya da “ mevakib-i mübareke”lerin işgali dışında elbet. “Büyük cihad” tabir edilen nefisle mücadele ise her şart altında berdevam.
Müsbet iman hizmetinin tarifi ise 20.Lem’anın 2. meselesinde verilmiş. (En umumisi.)
“ Müsbet hareket etmektir ki; yani kendi mesleğinin muhabbetiyle hareket etmek. Başka mesleklerin adaveti ve başkalarının tenkisi, onun fikrine ve ilmine müdahale etmesin; onlarla meşgul olmasın.” ( Lemalar, 151)