Elmira Akhmetova'nın yazısı: (Malezya İslam Üniversitesi öğrencisi Tatar asıllı Rus)
Said Nursi Özgürlük ve Meşrutiyeti Alkışlıyor
Said Nursi’yi 1907 yılının Kasım ayında İstanbul’a getiren sebep, Doğu Anadolu’da acilen bir reform yapılması gerektiğinin farkındalığıydı. Ancak, ‘halifelik makamıyla’ direk karşılaşmanın ardından, Nursi anladı ki; sadece kendi bölgesi değil, bütün imparatorluk ciddi bir tehlikenin eşiğindeydi ve ancak radikal bazı değişikliklerle kurtarılabilirdi. O daha sonra buna dayanarak: “Vaktâ ki, hasta olan İstanbul'u gördüm, nabzını tuttum, teşrih ettim. Anladım ki, kalbindeki hastalıktır, her tarafa sirayet eder. Tedavisine çalıştım; bir divanelikle taltif edildim. Hem de gördüm ki, medeniyet-i hakikiyeyi teşkil eyleyen İslâmiyet, maddî cihetinde medeniyet-i hâzıradan geri kalmış; güya İslâmiyet su-i ahlâkımızdan darılmış, mazî tarafına dönüp gidiyor.”
Böylece, 3 Temmuz 1908’de Jön Türk devriminin başarıya ulaşmasıyla, Nursi istibdattan hürriyete giden yolda ve İslam’ın gerçek ilkelerine geri dönüş yapılması yolunda umutlanmıştır.. O bütün çaba ve gayretini yeni hükümet için harcamış ve 1876’da ilan edilen Meşrutiyet’in yeniden hayata geçirilmesi için çalışmıştır, bu çabasını Divan-I Harbi Örfi adlı eserinde şu ifadelerle dile getirir: “Bütün gücümle hürriyet ve meşrutiyeti Şeriat’e hadim etmek için çalıştım”.
İsyanın üçüncü gününde, Nursi “Hürriyete Hitap” namında o meşhur konuşmasını yaptı ve bu konuşma daha sonra yapacağı meşrutiyetin ne olduğu ve kabul edilmesi gerektiği ile ilgili bir çok konuşmanın birincisi oldu. Nursi Selanik’teki Hürriyet Meydanı’nda ikinci bir defa bu konuşmayı yaptı. Burası müstebid Sultan Abdülhamit’e darbe hazırlığı yapılan bir merkezdi ve oldukça hassas olan bu ortamda hitabetini İttihad ve Terakki Cemiyeti’ne mensup ve taraftar bir çok kişinin huzurunda gerçekleştirdi.
Nursi’nin bu konuşması, yeni fikirlere bir takdim ve İslam ve onun ilkelerini imparatorluğun yeni çağına adapte etme çabasıydı. İslam medeniyetini yeniden inşa etmede meşrutiyetin hayati önemini vurgulayarak, şu ifadelerle insanlara seslendi Nursi:
“Hâkimiyet-i milliyenin beraat-i istihlâli olan kanun-u şer'î hâzin-i cennet gibi bizi duhule davet ediyor. Ey mazlum ihvan-ı vatan! Gidelim, dahil olalım.!”
Nursi devrimi ve reformları, yıllarca istibdat ve geri kalmışlık altında ezilen milletin saadeti için yeni bir talih ve dönüm noktası olarak görmekteydi.
Bu sebeple, yeni meşrutiyeti ve demokrasiyi “mazlum ihvan-ı vatan”a eski zamanın bin katı kadar bir terakkiyi sağlayacak iksir gözüyle bakıyordu. Buna rağmen, Nursi bir şeyin altını ısrarla çiziyordu. Osmanlı milletine önderlik edecek yeni hükümet ve meşrutiyet ancak ve ancak Şeriat’ı ana kaynak olarak kabul eder ve ondan ilham alırsa muvaffak olabilirdi. Nursi bu durumu şöyle açıkladı: “şeriat-ı garra, kelam-ı ezeliden geldiğinden, ebede gidecektir.”
Onun için bu bir dinamikti. Şeriat insanın gelişimiyle doğrudan alakalı olarak gelişen ve büyüyen bir dinamikti. O eşitlik, adalet ve hakiki hürriyeti bütün gerekleri ve ögeleriyle ihtiva ediyordu. İslamiyetin Asrı Saadet denilen ilk dönemleri buna olağanüstü bir kanıttır. Bu nedenle, Nursi İslam medeniyetinin son dönemlerdeki üzücü durumunu dört sebebe bağlıyordu:
1. Şeriat-ı garrânın adem-i mürâât-ı ahkâmından,
2. Bazı müdâhinlerin keyfemâyeşâ su-i tefsirinden,
3. Zâhirperest âlim-i câhilin veyahut câhil-i âlimin taassubat-ı nâ-bemahallinden
4. Su-i talih cihetiyle ve su-i intihap tarikiyle müşkilü't-tahsil olan Avrupa mehasinini terk ederek, çocuk gibi hevâ ve hevese muvafık zünub ve mesâvî-i medeniyeti tuti gibi taklittendir ki, bu netice-i seyyie zuhur ediyor..”
Bu hitap, Nursi’nin aktif bir şekilde demokrasi ve meşrutiyet konusundaki fikirlerini anlattığı ve halk içinde geçirdiği dokuz aylık döneme damgasını vurmuştur. Şunu vurgulamakta yarar var ki; Nursi yeni meşrutiyet hükümetinin başarısını muhafaza etmekte eşsiz katkılar sunmuştur. Meşrutiyetin imparatorluk ve bütün İslam alemi için hayati önemini açıklamakla, Nursi, çok farklı sosyal grupların meşrutiyete ve yeni hükümete desteğini sağlamaya çalışıyordu. Bu grupların arasına karışıyor, toplantılarda geniş halk kitlelerine konuşmalar yapıyor ve bir yandan da makaleler neşrediyordu.
Meşrutiyetin ilk günlerinde, Nursi doğu illerindeki aşiretlerin liderlerine sadaretin ofisinden elli altmış telgraf yollamış ve onları yeni meşruti hükümete destek vermeye davet etmiştir. Nursi onlara şu şekilde hitap etmişti: "Meşrutiyet ve kanun-u esasî işittiğiniz mesele ise, hakikî adalet ve meşveret-i şer'iyeden ibarettir; hüsn-ü telâkki ediniz. Muhafazasına çalışınız. Zira dünyevî saadetimiz Meşrutiyettedir. Ve istibdattan herkesten ziyade biz zarardîdeyiz."
Eğer o dönemdeki Doğu Anadolu’da aşiretlerin gücünü göz önünde bulunduracak olursak, bu telgrafların bütün ülkeyi yeni hükümet altında birleştirmek açısından ne kadar önemli bir rolü olduğu anlaşılabilir.
Nursi Osmanlı milletini yeni hükümet altında birleştirme çabalarına bir kez daha Sabahaddin Bey’e yolladığı mektupla devam etmiştir. Sabahaddin bey, sultan Abdulhamid’in yeğeni ve Osmanlı Ahrar Fırkası’nın lideriydi. Sabahaddin bey, yeni hükümetin merkezi güçlendirme siyaseti güttüğü bir zamanda, imparatorluğun saadeti için ‘ademi merkeziyet’ politikasının çözüm olacağını düşünüyordu. Nursi, Sabahaddin Bey’e hitaben bir mektup yayınladı ve başlığına “Prens Sabahaddin Bey’in su-i telakki olunan güzel fikrine cevap” yazdı.
Bu mektubunda Nursi, imparatorluk için federal sistemin teorik olarak doğru olmasına rağmen, farklı etnik ve dinsel grupların varlığı sebebiyle, şu an için pratikte mümkün olmadığını ifade etmekteydi. Bu mektupta “Hayat ittihattadır” diye yazan Nursi, imparatorluk sınırları içinde yaşayan bütün grupları “sıhhatli bir rekabet” ile aynı derecede gelişime katılmaya ve bu uğurda bir tek merkezi hükümetin gücü altında birleşmeye davet ediyordu.
Buna ek olarak, Nursi halkın çoğunluğunun meşrutiyet hakkında cahil ve bilgisiz olduğunun da farkındaydı. Bu sebeple Nursi bu harekete sıradan halkın nasıl dahil edileceği konusunda endişeye kapılmış ve bu sebeple karmaşık fikirleri basit bir dille halka anlatma yolunu tercih etmişti. Nursi aynı zamanda meşrutiyet fikrini ve bunun önemini “halka rehber” olacak en önemli zümre olan alimler ve medrese öğrencileri arasında da hararetle anlatmıştır.
Sonraları, hürriyetin gelişiyle ortaya çıkan ümit halinin yerini hayal kırıklığı alıp, partiler ve görüşler oldukça kutuplaşmaya başlayınca, Nursi yine de halkın düzenini ve uyumunu sağlamak adına elinden geleni sarfetmeye devam etti. Hatta meşrutiyet hükümeti aleyinde patlak veren o meşhur 31 Mart Vakası sırasında bile, Nursi etkisini ve gücünü isyan eden askerleri sakinleştirmede ve komutanlarına itaat etmelerini sağlamada ve kışlalarına dönmeleri konusunda kullanmayı sürdürdü. Nursi bu vakayı “büyük felaket” olarak nitelemiştir.
Bütün bunlar ışığında rahatlıkla diyebiliriz ki; Said Nursi 1908 devrimini hürriyet ve meşrutiyetin inşasında umut verici bir başlangıç olarak görüyordu. Nursi kuvvetli bir şekilde inanıyordu ki; Meşrutiyet eğer Şeriat’ı kendisine ana kaynak ve ilham olarak telakki ederse, Osmanlı milletini ve bütün İslam alemini terakki ettirecekti. Nitekim Nursi bunun sağlanması için de elinden geleni bütün kuvvetiyle yapmaya çalışmıştır.
Tercüme: Umut Yavuz