Bir metni sadeleştirme çabası, o metni bir dilden başka bir dile aktarmaktan, tercüme etmekten başka bir şey değildir. Artık o metin orijinal metinden tamamen başkadır ve yabancıdır. Ses olarak, lafız olarak, kelime dizimi olarak, üslub olarak ve mana olarak bir önceki metinle kimlik ve kişilik açısından tamamen farklıdır.
Bir metni sadeleştirirken veya tercüme ederken asıl metnin kelime dizimi, cümle yapısı, zaman kipliği, vurgu varsa kafiye, harf seçimi asonans-aliterasyon ve üsluba en yakın şekli bulunarak tercüme yapılmaya gayret edilir. Başarılı tercümelerde bu esaslara dikkat edilir.
Herhangi bir şairin şiirini, yazarın romanını, düşünürün makalesini sadece lafız/kelime tercümesiyle bir dilden diğer dile aktardığımızı sanmak veya kelimelerin eş anlamlısını bularak sadeleştiğimizi zannetmek yanlış olur. Yazarın kendi söz dağarcığı (vocabulary) cümlelerinin kuruluş biçimi (söz dizini), kelimelerin cümle içindeki sıralanışı (bağlaşıklık), bir metnin anlamsal ilişkileri (bağdaşıklık yönü) gibi faktörler metni değerlendirmede kelimelerden çok daha önceliklidir ve anlam konusunda hayatî derecede önemlidir.
Dil, anlatım, kelime, söylem, üslup açılarından orijinal bir metin olan Risale-i Nurların sadeleştirilmesinin zorluğu nesir şöyle dursun şiirin başka dile tercümesi gibi güç bir iştir. Edebiyat, belağat, dil/anlatım, yapısöküm, semantik vb. gibi kavramlara yabancı olamayanlar “Kamus, namustur” sözünün hangi gerekçelerden kaynaklandığını bilirler. Bunların dikkate alınmaması ancak cahillerin cesaretli oluşlarıyla ilgilidir.
Lema’ların sadeleştirildiğini/sade/leş/tittirildiğini (!) duyduğumda hayıflandım. Çünkü Risale-i Nur Külliyatı gibi sadece mana açısından değil lafız açısından da özgün olan metinlerin/kelimelerin üzerinde tasarrufta bulunmak harcıâlem bir iş değildir. Onu sadeleştirmek, eserin mahiyetini de kendini de bilmemenin bir göstergesidir. Bu sadeleştirme çalışmasının züccaciye dükkanına giren bir filin tahribatından daha feci dil ve anlatım yanlışlıklarının ve Bediüzzaman Said Nursî’ye karşı saygısızlıktan öte suikast yapmaya eşdeğer anlam sapmalarının ortaya çıkacağını düşündüm. Elime geçiremediğim için ilk günlerde her hangi bir değerlendirmede bulunamadım. Sağolsun muhterem ağabeyim Hüseyin Yılmaz, 1. Lem’anın orijinali ile sadeleşmiş halini karşılaştıran bir yazı yazarak sadeleşmişinin bir nümûnesini bizlere sunmuş oldu. Hemen belirteyim ki Hüseyin Yılmaz ağabeyimin sadeleşmiş haline dair yaptığı değerlendirmeleri tek kelimeyle muhteşemdi. Tesbitleri sadeleştirme çalışmasının başarılı bir çalışma olmadığını, kendi içinde çelişkiler taşıdığını ve çalışmayı yapanın/yapanların hem Risale diline, hem Edebiyat diline hem de Türkçe’ye gâbî kaldıklarını gösteriyordu.Yani bu işin bir uzmanlık işi değil acemilik işi olduğunu çok net şekilde gösteriyordu.
Hüseyin Yılmaz ağabeyim 1.Lem’ayı esas alarak sadeleşmiş metnin tutarsızlıklarını lafız babında tahlil etmişti. Acizane ben de biraz mana yönüne kısa, ama çok kısa şekilde temas etmeyi uygun gördüm.
Sadeleşmiş metinde Münacaat, musahhar, gibi kelimelerin sade halini yazmaya gerek yoktu. Zira 1.Lem’ayı oluşturan metin içinde dua, hizmetkar, yardımcı gibi eş anlamlı kelimeler zaten geçiyor. Bir satırda “her taraftan” diyor, başka bir satırda “her cihetten” diyor. Üstad bize edebiyat dersi verme veya edebi eser yazma iddiasıyla risaleleri te’lif etmemiştir ama metin olarak değerlendirirsek Risale metinleri zaten okuyucularına fark ettirmeden eş anlamlı kelimeleri öğretmiş ve okuyucularının kelime hazinesini de genişletiyor. Bunlarla kalmayarak öyle bir kaygısı olmadığı halde siyak ve sibak olarak denizin dalgaları’nın Arapça’sını da öğretiyor. Emvac ile dalgaların çoğulunu vermesinin yanında her mevcinde diyerek tekilini de öğretiyor.
Münacaat kelimesinin daha doğrusu teriminin yakarış şeklinde sadeleştirilmesi hakikaten bir fecaattır. Zira münacat, literatürümüzde mazmun/simge olmuş bir kelimedir. Aynı zamanda Divan Edebiyatında Tevhid, Na’t, Kaside, Mevlüt, Mersiye gibi terimlerden biridir. Terimler ve Terimoloji değiştirilemez. Ayrıca Münacaat kelimesi, tarihsel ve dinî süreçteki meşhur olaylara telmih yapabilen bir özelliğe sahiptir. Okuyucunun çağrışımlar yoluyla daha başka alanlara hayalen gitmesini de sağlar. Dahası necat, münci, naci gibi kurtuluş /kurtulma kökünden müştak bir kelimedir ki yan anlam olarak münacaat bir beladan, cezadan, tehlikeden kurtuluş için, Allah’a sığınarak yalvarmayı ifade eder. Sadece Allah’a sığınmaya ve kurtuluşu O’ndan beklemeye, O’na dua etmeye tahsis edilmiş bir anlam taşır. Yakarış veya yalvarma ise Allah’a yönelik olmayla beraber kulun kula sığınmasını, kulun kuldan ısrarla bir şey talep etmesi için de kullanılır. Yakarış ve yalvarma’da bir beladan kurtuluş söz konusu olmayabilir. Hatta başkası adına, birisinden bir şey isteme yalvarma, rica etme anlamlarını da içine alır. Bundan dolayı metin içinde en uygun kelimenin Münacaat olduğu açıktır çünkü Yunus A.S. her taraftan kendisi aleyhine ittifak edilmiş bir ortamda balığın karnından kurtulmak için Allah’a dua etmektedir.
Sadeleştirirken lüzumsuz bir şekilde cümle kuruluşuyla oynamak, sadeleştirmeyi aşan daha doğrusu haddini aşan bir suikasttır. ”Hazret-i Yunus İbn-i Metta....ın münacatı, en azim bir münacaattır ve en mühim bir vesile-i icabe-i duadır.” cümlesi “…çok büyük bir yakarış ve duaların kabülüne çok mühim bir vesiledir.” şeklinde sadeleştirilirken yani münacaat kelimesi yakarış olarak değiştirilirken sonundaki dır/tır eki kaldırılmıştır. Buna gerek yok. Üstelik sadeleştirmeye her hangi bir katkısı olmayan bir tasarruf durumuna düşmüş. Sözgelimi ”çok büyük bir yakarıştır ve duaların kabülüne çok mühim bir vesiledir” şeklinde yazılsaydı kelime ile beraber anlam ve cümle yanlışlığı da yapılmazdı. Sadeleştirirken en azından cümlenin kuruluşuyla oynanmadan bir işlem yapılmalıydı. Ayrıca ”Ve “ile ayrılmış bu iki cümle arasında simetri mevcuttur. “En azim bir münacattır-en mühim bir …..duadır” cümlelerinde simetrik dizin vardır. Tıpkı ileriki satırlarda orijinal metindeki “Dehşet ve vahşet” ile “Ünsiyet ve tenezzüh” ikilisinin simetrisi gibi. Ayrıca”r” sesi üzerinde aliterasyon inceliği kaybedilmiştir. ”Dır” eki ses olarak kapalı hece oluşturur ki şiirde makbul bir tercihtir. Mesela N.Fazıl Kısakürek’in şiirlerinde olduğu gibi. Ayrıca“Dır” eki mana olarak bir hüküm ve inşa cümlesi olduğunu belirtir. ”Ve”nin bağlaç mı yoksa Arapça gramerindeki Atf-ı Nesak kuralına göre “Atıf harfi olan “ve” mi olduğunu da gözden uzak tutmamalıyız. Nitekim “Deniz fırtınalı VE gece dağdağalı ve karanlık VE her taraftan ümit kesik…” cümlesindeki ve’ler içinde bağlaç olan küçük harfle gösterdiğiz ve’dir diğer ve’lerle aynı değildir. Ama sadeleştirici şahıs bu ve’leri atlamış.”Deniz fırtınalı, gece dehşet verici ve karanlık, her şeyden ümit kesilmiş” şeklinde sadeleştirmenin yanında kendi aklınca ve zu’munca kısaltma da yapmış ama edebî açıdan bir cinayet işlemiştir.
Sadece sanat ve estetik olarak bu ve‘lerin ayrı ayrı birer sinema sahnesi gibi sunulduğunu, Yunus A.S. başına gelen bu maceranın filmi çekilseydi tam bu esnada kameraların nasıl denize, geceye, semaya çevrilerek sinema diliyle sunulacağını düşünememiştir. Risalelerde sinema dilinin olduğu da ayrı bir mesele.. Dolayısıyla orijinal metindeki bir “Ve, dır/tır” öyle basit görülemez. ”İki tane fazla, birini hazfedelim“ diye geçiştirilecek kadar zaid kelime veya harf saymak cehaletin daniskasıdır. Ayrıca orijinal metinde “En azim”, ”en mühim” sıfat tamlamalarındaki “en”ler, zarfların derece bakımından en üstünlük, Arapçadaki deyimle İsm-i Tafdil, İngilizceki deyişle “Süperlatif/The best/most kalıbında kullanılmıştır. Sadeleşmiş metinde “çok büyük bir yakarış” biçimine indirilmiştir. Ki bu dil bilgisi zafiyetinin bir alametidir. Azim ile büyük -Arapçası kebir- kelimelerinin anlam farklarını da erbabına havale ediyorum.
Sadeleşmiş metne başta Senai Demirci, Metin Karabaşoğlu, Yusuf Kaplan gibi bir çok değerli yazarlarımız tepkilerini tutarlı ve gerekçeli bir şekilde dile getirdiler. Ama özellikle A.Turan Alkan gibi usta yazarların destekleri ise beni şaşırttı. Yazılarının müdavimi olduğum sayın Alkan, Türkçeye hakim bir yazardır, bilhassa ironik yazılarında kıvrak bir dil kullanmasıyla tanınır. Kurduğu cümlelerle Türkçe’ya dans ettirir adeta. Fakat Alkan onca birikimine rağmen ya sadeleşmiş metni üstünkörü okuduğundan ya da Risaleleri bir roman veya gazete yazısı zannettiğinden olacak ki tolerans göstermiş. Oysa kazın ayağının öyle olmadığını haddim olmadan hem kendilerine hem de kamuoyuna hatırlatan bir iki örnek sunmayı münasip gördüm şöyle ki:
“Anlamca çok değerliliği yalnızca sözcük-kelime düzeyinde aramak yanlıştır. Bir metnin yalnız sözcük düzeyinde değil, ses, tümce, tümceler bütünü düzeyinde de, bir dilsel birim, doğrudan doğruya belirttiği anlamın yanı sıra bir çok başka anlamı da sezdirebilir” realitesini göz önünde bulunduran şairler ve münekkitler kelimelerle birlikte metni oluşturan tüm bağlantılara dikkat ederler. Mesela Necip Fazıl’ın bir şiirinde; “Kendime ben bile lânet ederim” cümlesini, “Kendime ben bile hayret ederim” şeklinde değiştirmiştir. Yetmemiş bir süre sonra “Halime ben bile hayret ederim” biçimine dönüştürmüştür.
Buradaki şair hassasiyeti gayet yerindedir. N.Fazıl, ”lanet” kelimesinin rahmetle uyuşmadığından ve sadece şeytana lanet caiz olduğundan dolayı “hayret” ile değiştirdiğini ifade etmiştir ki yerden göğe kadar haklıdır, isabet etmiştir. İkinci değişikliğinde “kendime” yerine ”halime” demekle hem anlam olarak hem de ses olarak daha mükemmeli bulmuştur. Cümlede iki tane “h” harfiyle ritim de kazandırmıştır üstelik.
Nazım Hikmet’in “Orkestra” şiirinde geçen, “Dağlarla, dalgalarla, dağ gibi dalgalarla Dalga gibi dağ-lar-la“ söyleyişi biçimi bir orkestra gibi musiki sesleri vermektedir. Şairin bu cümle ve kelime dizimi değiştirilirse şiiriyet kaybolur.
Cemal Süreyya’nın “Onlar İçin Minibüs Şarkısı” adlı şiirinde geçen, “Kadındırlar nişanlıları kendilerine ada falan armağan ederler” dizesini “Nişanlıları kendilerine kadındırlar armağan ederler ada falan” şeklinde değiştirdiğimiz zaman “Bağlaşıklık” açısından şiirsel söylem kusurları oluşacaktır.
Şimdi gelelim manayı leşleşmiş hale getiren sadeleşmiş metnin marifetine: Orijinal Lem’alarda geçen “Deniz fırtınalı ve gece dağdağalı ve karanlık ve her taraftan ümid kesik bir vaziyette..” cümlesinin sadeleştirilmiş hali içler acısıdır. ”Deniz fırtınalı, gece dehşet verici ve karanlık, her şeyden ümit kesilmiş bir haldeyken.” Uyduruk metinde dağdağalı kelimesinin olmayışı cümleyi ses olarak öldürmüştür. Çağrışım olarak, dağları ve dağ gibi dalgaları da öldürmüştür. Dağ gibi bir belagat unsuru kaybedilmiştir. Dehşet vericiliğinin kaynağı olan simsiyah bulutlar da yoktur. Fırtına, haşin rüzgar da zihne gelmez olmuştur. Uzatmayalım dağ gibi anlamlar kaybolmuştur, sadeleştirme fare doğurmuştur.
Yetmedi “Ümit kesik vaziyette” kesik cümlesinin anlamı vurgu olarak daha estetik iken “ümit kesilmiş bir haldeyken” cümlesi nefes kesen bir tasviratı yok etmiştir. Yetmemiş müellifin orijinal metnine saygısızlık sayılacak kadar gereksiz ve anlamsız bir değişiklik yapılmıştır. ”Ümit kesik vaziyette..” Nereden icab ettiyse “ümit kesilmiş bir haldeyken” olmuş. Burada “Bağlaşıklık” kuralı ihlâl edilmiştir. Ayrıca cümle çatısıyla oynanarak özne imha edilmiştir. ”Ümit kesik”te özne öncelikle Yunus (A.S.)’ı akla getirirken “Ümit kesilmiş bir haldeyken”de cümle meçhul yani edilgen çatıya kaydırılarak cümlenin öznesiyle beraber bir çok estetik unsur meçhul hale getirilmiştir.. Aynı cinayet “Demek esbabın te’siri yok” ifadesinde de yapılmıştır. ”Demek ki sebeplerin hakiki tesiri yok” biçiminde tahrifata gidilmiştir. ”Demek sebeplerin etkisi yok” biçimi yeterliyken, mübarek çevirmen/ evirmen kardeşimiz hızını alamamış gereksiz yere lafı uzatan “ki”yi eklemiş ”hakiki”yi eklemiş, tesir kelimesini sadeleştirmeyi -çok hızlı gittiğinden olacak ki- atlamış veya unutmuştur. Böylece feci bir sadeleştirme örneğine daha imza atmıştır. Sebeplerin hakikî mi, mecazî mi, surî mi olduğuna dair bir anlam kargaşasına yol açması da çabası. Söz dizimiyle oynamak başka, sadeleştirmek başkadır oysa. Sadeleştirirken yeni kelimeler katmanın mantığını anlamak mümkün ama gerekmediği halde cümleyi uzatan, veciz olmaktan çıkaran ve laf kalabalığı haline getiren bu tür manevralar, sadeleştirmekten öte ya koyu bir cehalet ya da gri bir ihanetle nitelendirilir kanaatindeyim. Bu tabirimi Said Nursi/Risale/Nurculuk gibi bir aidiyet gayretinden değil ”Kamus, namustur” düşüncesinden hareketle kullanıyorum. Hani İstiklal Marşı’mızdaki “Korkma, sönmez bu şafaklarda…”yı “Ürkme, sönmez”e çevirmek gibi bir fecaat karşısında feveran etmenin bir benzeri yani.
(Devam edecek)