Hristiyanlığın Üç Handikabı ve İslâm’ın Beş Artısı

Prof. Dr. Şadi EREN

Bediüzzaman, Hristiyanların ve emsalinin şu üç engele takılıp dalalet derelerine düştüğünü söyler:

1- Aklı azl,

2- Bürhanı tard,

3- Ruhbanı taklit.[1]

Akıl devre dışı bırakılırsa, insan en saçma fikirleri de kabul eder.

Delillere itibar etmemek, delil yerine hüsn-ü zan ettikleri kimselerin yalan yanlış kanaatlerine tabi olmak insanları çokça yanıltır.

Ruhbanları taklit ise, büyük ölçüde teslimiyetçi bir zihniyetin tezahürüdür. Aslında taraf-ı İlahiden öyle bir yetki verilmediği halde, Hıristiyanlardaki ruhban sınıfı aşırı yetkilerle kendilerini donatmışlar, kendilerine karşı çıkanları aforoz ile dinden çıkarabilmişlerdir. Para karşılığı günahları bağışlamışlar, yine para karşılığı cenneti parsellemişlerdir. Böyle durumlar, onlara bağlı kimselerde tam bir itaat hali meydana getirmiş, onların sözlerini akıl terazisine vurmadan tenkitsiz kabul etmişler, hatta onları bir nevi Rab edinmişlerdir. "Onlar ahbar ve ruhbanlarını Allah’tan başka rabler edindiler…"[2] âyeti bunu bildirir. Hazreti Peygamberin yorumuyla, onların helâl kıldığını helâl, haram kıldığını haram kabul etmişlerdir.[3] Ehl-i Kitab, ahbar ve ruhbana ibadet etmediler. Lakin Allah’ın dinini bırakıp onların koydukları esaslara uydular.

Kur’ân-ı Kerim, bu noktada ehl-i Kitaba şu çağrıda bulunur:

"Ey ehl-i Kitab! Bizimle sizin aranızda ortak bir kelimeye gelin: Sadece Allah’a ibadet edelim. Hiçbir şeyi O’na ortak yapmayalım. Bazımız bazımızı Allah’tan başka rabler edinmesin."[4]

Bu âyet, insanların efendi ve önderlerine bila kayd u şart itaatlerini de reddeder.[5] Ağasına taparcasına itaat eden, patronunun meşru olmayan emirlerini yerine getiren, amirinin gözüne girmeyi hayatının en yüce gayesi bilen… kimseler, bilerek veya bilmeyerek o kimseleri rab edinmiş olurlar.

Seyyid Kutub, âyetin yorumunda şöyle der:

"Bütün arzî (beşerî) sistemlerde insanların bir kısmı bir kısmını Allah yerine rab edinir. Bu durumu hem en ileri demokrasilerde hem de en ilkel diktatörlüklerde görmek mümkündür. Çünkü rububiyetin ilk vasfı, insanların ona ibadet etmesi (boyun eğmesi) hakkıdır... Başkalarını kendi kanunları, değer ölçüleri ve tasavvurlarına boyun eğdirenler, muhatapları her ne kadar onlara rükû ve secde etmeseler de onların ‘min dunillah/ Allah’ın dununda’ rableri olurlar.[6]

Hıristiyanlıkta ve emsali dinlerde durum böyle iken, İslâmiyet’i daima taze tutan ve fikirlerin gelişmesi nisbetinde hakikatlerini geliştiren bir kısım değerler vardır. Mesela:

1- İslâmiyet, hakikat üzerine kurulmuştur.

2- Delil kılıcını kuşanmıştır.

3- Aklı reddetmez, onunla meşvereti emreder.

4- Vehim ve hayal üzere değil, hakikat tahtı üzerinde durur.

5- Ezelden ebede uzanmış olan hikmetin düsturlarına uyum sağlar, onlarla paralel gider.[7]

Mesela âlemde nizam, mizan, iktisat, temizlik, çalışma… gibi esaslar hükmeder. Bunları hemen her yerde görmek mümkündür. Bütün bunlar İslâm’ın da en temel esaslarıdır. Bu din, mensuplarının nizama uymalarını ister. Onları hep ölçüye çağırır. Onlara iktisadı emreder. Yeme içmelerinden başlayıp hemen her işte muktesit olmalarını ister. Ayrıca hem bedenen hem de ruhen tertemiz olmalarını ister. Hayatın bir faaliyet ve hareket olduğunu gösterip her daim çalışmalar yapmalarını talep eder. Bu meyanda “cihadı” emreder. Hem nefisle hem de düşmanla yapılacak mücadeleye teşvikte bulunur.

Bediüzzaman Said Nursi burada İslâm Dininin önemli bir özelliğine de dikkat çeker: Bu son ilahi din fikirlerin gelişmesi nisbetinde hakikatlerini geliştirir.

Bunun bir yönü içtihad müessesesidir. Nasslar sınırlı olmakla beraber olaylar sınırsızdır. Bu sınırlı nasslarla sınırsız olaylara çözüm üretebilmek içtihadla yapılır. Mesela içkinin haramlığından hareketle aklı uyuşturan eroin ve kokain gibi uyuşturucular da haram sayılır.

Öte yandan, evrenin sırlarından bahseden âyetler ilimler geliştikçe daha iyi anlaşılmaktadır. Mesela şu âyetin bazı sırları, fen alanındaki gelişmeler sayesinde 19. yy’da anlaşılabilmiştir:

“İnsan, kemiklerini bir araya getiremeyeceğimizi mi sanıyor? Doğrusu biz, onu parmak uçlarına kadar düzeltmeye kâdiriz.”[8]

Âyetin asıl olarak anlattığı, öldükten sonra dirilme olayıdır. “Parmak uçlarına kadar” denilmesi, insanın en ince ayrıntılarıyla tekrar yaratılacağından kinâyedir. Öyle ki, parmak uçları bile zayi olmayacak, ne kadar küçük ve dakik de olsa, hiçbir uzuv ve o uzvun şekli değişmeyecektir.”[9]

Bu mana ile beraber, âyette “parmak uçlarına” dikkat çekilmesi, oralarda mühim sırlar olduğuna da işaret etmektedir. Bu sırlardan biri, her insanın parmak izinin kendine has olması, başka hiçbir kimseninkine benzememesidir. Her insana ayrı bir sîma veren ilâhî kudret, her insanın parmak uçlarına da o şahsa has bir mühür vurmuştur. Bu öyle bir mühürdür ki, bir başkasıyla karışması mümkün değildir. Nitekim günümüzde kimlik tesbiti parmak iziyle de yapılmaktadır. Kur’ân böyle bir şeye dikkat çekerken, beşerî bilgi düzeyinde parmak izi ilk defa Sir Edward Henry tarafından 1875 yılında bulunmuş ve kısa süren bir tecrübe devresinden sonra, birçok polis teşkilatı tarafından kullanılmaya başlamıştır.[10]

[1] Bkz. Nursi, Muhakemat, s. 39

[2] Tevbe, 31

[3] Tirmizi, Tefsir, 9/10

[4] Âl-i İmrân, 64

[5] Süyûti, Dürrü'l-Mensur, II, 71; Muhammed Şevkânî, Fethu'l-Kadir, Daru İhyai't- Türasi'l- Arabi, Beyrut, ts., I, 349

[6] Kutub, fi Zılâli'l-Kur’ân, I, 407

[7] Bkz. Nursi, Muhakemat, s. 39

[8] Kıyame, 3-4

[9] Kutub, fî Zılâlil- Kur’ân, VI, 3768

[10] Kırca, Kur’ân-ı Kerim ve Modern İlimler, İst. Marifet Yayınları 1981. s. 198; Sâbunî, Safvetu't-Tefasir, III, 484

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (1)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.