Kastamonu Lahika düsturları-3
Sadakat deyince şüphesiz ilk akla gelen isim sadakatin sembolü olan Hz. Ebu Bekir-i Sıddık Radiyallahüanhtır. Efendimiz Aleyhissalatü Vesselam’ın mağara arkadaşı, yolda yoldaşı, kimseye diyemediklerini dediği yâreni. Bu vasıfla tavsif edilmesinin sebebi ise bir değil iki değil. Sahabe efendilerimiz için büyük bir imtihan olan Miraç mucizesi karşısında bulunduğu bir anda “eğer O’nun (asm) iki dudağı arasından siz bunun çıktığını işitmiş iseniz doğrudur” manasındaki cümleyi, düşünüp taşınmadan deyivermesi, hiç tereddütsüz her zamanda ve her zeminde ve koşullar ne olursa olsun Efendimizin yanında bulunması elbette emsalsiz.
Sahabe mesleği olan Risale-i Nur’un mesleğinde de en çok öne çıkan ve has talebelerinin mümeyyiz bir vasfı “sadakat”. Vefalı sıddık bu zamanda bulunmaz diyenlere Bediüzzaman’ın gösterdiği talebeler; her zamanda her koşulda ve her şartta, kendi aleyhlerine bile olsa Risale-i Nur’un mesleğine sadakattan ayrılmamışlar. Kendilerini Allah ve Peygamber ve Kur’ana bağlayan Risale-i Nur’a canları pahasına ve canlarından daha ziyade sahip çıkmış ve sadık kalmışlar.
Hafız Ali’nin, hayatını üstadına vermesi, üstadının vazifesine olan şuurunun da bir gösteresi değil mi? Hayatta kalmak konusunda Üstadını kendisine tercih ediyor. Zira Üstadının vazifesi ne olduğunun ve bu vazife ifa edilmezse olabileceklerin bilincindedir.
Elbette her şey gibi, sadakat da Allah için olursa, Allah namına ve Allah’ın emri dairesinde olursa anlamlıdır. İnsan için bir ihtiyaçtır belki de sadakat. Dünya üzerinde hangi insan olursa olsun bir şeylere sadıktır. Mesela, günümüz dünyasında pek çok insan dünyevî veya siyasî menfaatine sadıktır. Asla o menfaati incitecek bir şey yapmaz. Kimi,nefs-i emaresine kimi de şeytanına sadıktır. İşarat-ülİ’caz’da münafıkların kendi reisleri ile bir araya geldiklerinde nasıl da aralarında iken mü’min gibi davrandıkları halis mü’minleri alaya aldıklarından bahs edilir. Yani münafık da nifakına sadıktır. Demek insan doğru ve hak olana sadık olmazsa, yanlışa ve hakkın muhalifine sadık olma tehlikesi ile karşı karşıyadır. Bediüzzaman’ın hayatta olduğu yıllar bunu öyle net göstermiş ki. Adeta Asr-ı Saadette nasıl iman ile küfrün arası ayrılmış ise o dönemde de imanın taraftarları ile küfrün taraftarları amansız bir mücadeleye girişmişler. Daha doğrusu din düşmanları korkunç planlar ve ciddi bir güç ile saldırmışlar. Dini yok etmek adına planlı ve acımasız bir taarruz başlatmışlar.
İşte o yılların bu ayırt edici özelliği sebebiyledir ki “Allah için, Allah’ın dinine hizmet edene sadakat” çok daha büyük önem kazanmış. Zira tüm halis mü’minleri yok etmek gibi acib bir iş ile karşı karşıya kalmışlar. Ve bu yüzden o dönemin sıddıkları “kahraman” ünvanı almışlar. Başta “Isparta Kahramanları” olarak, onların takipçileri ve veraset-i nübüvvet mesleğinin sadık takipçileri kıyamete kadar devam edecek bir zincirin ilk halkaları olmuşlar.
Zahiren günümüzde şartlar o kadar zor olmadığı için artık sadakat da eski önemini yitirmiş midir? “hayır” zira “sonra gelecek zât” geldiğinde yine Risale-i Nur’u kendine program yapacaktır. Risale-i Nur’u kendisine program yapmak ise onun düsturlarını bir kenara koymak ile elbette olamaz. Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şualar gibi eserlerdeki iman hakikatleri ne kadar mühim, muhkem ve Kur’anî ise, Barla, Kasamonu ve Emirdağ Lahikalarındaki düsturlar da o kadar muhkem ve Kuranî’dir. Yani bu asırda ve kıyamete kadar bu tarzda hizmet edilmesi gerekliliği Risale-i Nur’un vazifesini bilenler için vaz geçilmez bir gerekliliktir.
Bu durum, çeşitliliği ortadan kaldırmaz. Zira fıtratlar bir değil. Aynı düsturlara uymak kaydı ile pek çok farklı tarzlarda hizmet edilebilir. Fakat bu düsturlardan ayrı düşüldüğü noktada artık ne sadık talebelikten ne de Risale-i Nur’a sadakatten söz etmemiz mümkün değil.
Risaleleri okuyanlar bilir ki; Bediüzzaman Hazretleri hiçbir zaman kendini merci olarak göstermeyip, ziyaretine gelenleri bile çoğu kez kabul etmemiş ve kendisi ile görüşmektense Risale-i Nur’u okumalarını tavsiye etmiştir. Zira kendine değil Allah’a, Kur’an’a ve Peygambere insanları bağlamak için ömrünü vakfetmiştir.Mü’minlerin imanla bağlarını kesmeye uğraşan, görünen ve görülmeyen habis ruhlar ile mücadele emiştir.
Yaşadığı dönemde öyle bir hal olmuş ki, kendisinin yanında bulunanlar halis Müslümanlar, kendisine karşı mücadele edenler ise kafir olmasa da küfre hizmet edenlerdir. Kendisinin de dediği gibi şeytan-ı racimden başka kimse bu mesleğime karşı olamaz ve Risale-i Nur’un karşısında yer almaz, aleyhinde bulunamaz. Zira Risalelerdeki halis imandan başkası değildir. Ve o dönemde Risalelere hizmet edenler de, halis mü’minlerden başkası değildir. Zira hayatî tehlike göze alınmadan Risale-i Nur’a hizmet etmek imkanı yoktur. Ne maddi ne manevi hiçbir kazanç yoktur ve her şeyini kaybetmek bahasına hizmet edilebilmektedir. Manevi hiçbir kazanç yok derken elbet de toplumda saygınlık gibi şeyleri kast ediyoruz. Yoksa hem imanını kurtarmak, hem Hz. Ali ve Gavs-ı Geylanî gibi zâtları arkasında destekçi bulmak, Hz. Hasan ve Hüseyin’in kutsî dairesinde hizmet etmek gibi daha sayamayacağımız türlü türlü manevi kazançlar ve hepsinden önemlisi Allah yolunda canını feda etmek gibi kolay ulaşılmayacak bir manevi mertebe kazanmışlardır. İşte bunu kazandıracak en öne çıkan meziyetleri de sadakattır. Zira sadakat fedakarlığın da adıdır. Ancak ciddi bir sadakat ile fedakarlık edilebilir.
Sadakatin dereceleri olduğu gibi sadık olan kişinin özelikleri de önem arz eder. Sadakat konusunda kendisine benzetilmesi gerekenler “Isparta Kahramanları”dır. Onlara arkadaş olmak isteyen sadakatte önde olmalı. Onlara benzer bir sadakata sahip olduğu ölçüde onlara arkadaş olabilir. Bu kahramanların nasıl sadık olduklarını ise Bediüzzaman, Mehmet Feyzi’ye ve onun şahsında tüm talebelere hitaben yazdığı mektubunda şöyle bir olay ile dile getiriyor. Hapiste iken kırk elli Nur Şakirdi içinde, Nakşibendî tarikatine mensub mühim bir evliya, dört ay sürekli celbkarane bir tarzda sohbet ettiği halde sadece bir şakirdi geçici olarak kendine çekebilmiş, sairleri müstağni kalmışlar. Bu olay üzerinden Bediüzzaman diyor ki; eğer bir kutup gelse ve seni on günde velayet makamlarına çıkaracağını dese ve sen de gitsen Isparta Kahramanlarına arkadaş olamazsın. Elbette bu, kıyamete kadarki tüm şakirtlere bir ihtardır. İmanını kurtarmak ve insanların imanına hizmet etmekten daha yüksek bir makam olamaz mesajını bize veriyor.
Sadakati olan kişinin özelliğine göre sadakatin farklılık arz etmesine gelince; akıllı bir adam sadık olsa nurun ala nur. Akıllı bir sadık olur. Fakat bir de “sadık ahmak” var ki kendisinin de sadıkı olduğunun da vay haline! Zira akıllı sadık ne kadar bulunmaz bir nimet ise sadık ahmak da bulunmaz bir beladır. Evet sadıktır ama ahmaklığından, düşman kadar zararlıdır. Hem kendi zarar eder hem sadık olduğunu zarara uğratır. Zira sadık olduğuna, iyilik zannı ile fenalık eder. Mesela, kendisine sadık olduğu bir kişiyi öyle mübalağalar ile anlatır ki, övmek ister iken, muhatabı abarttığını ve anlattığı kişinin de muhtemelen hiç de övgüye değer olmadığını düşünür ya da kalbi o kişiden daha da soğur. Zaten mübalağa bir yalandır. Yalan ise sıdkın zıddıdır. Yani ahmak olan mübalağa gibi yalan sözü güya sadakatinin sembolü yapar. Oysa mübalağanın kendisi, sıdkın zıddıdır. Kendi içinde çelişkiye düşer.
Bu cihetten Barla Lahikası’na bakacak olursak ve Risaleler ve Üstadları hakkında saff-ı evvel talebelerin samimi mektuplarını nazardan geçirsek diyebiliriz ki; dünyada ne kadar övgü var ise Risale-i Nur bihakkın onları hak eder. Bir ahmak değil isem, bunu ispat etmem gerekir. Evet, Risale-i Nur Kur’an’ın mucizevi bir lem’ası olması ve ona bakan Kur’anın üslubunu, izah ve isbat metodunu görmesi. İçinde Peygamberin İmanının nasıl bir iman olduğunu görmesi, kendisini sahabelere arkadaş edebilecek bir imanı elde etmesi. Allah ve Kur’an ve peygamber uğruna canını feda eder dereceye çıkması ve yaşadığı tefanî ile de bunu ispat etmesi, bu eserleri okumak ile kendini vakfedecek bir fedakarlığa ulaşması katî delilimdir ki, ve bu insanlar da gizli değil göz önündedirler, Risaleler ve Aziz müellifi ve Risaleleri telife mazhariyet ile Aziz olan ve Allah’ın sadıkı olduğunu hayatı ile isbat eden Bediüzzaman her türlü övgüye layıktır fakat Allah’ın rızası ve kabul-ü Nebevî bana ve Risale-i Nur’a ebediyyen kafidir demiştir. Eserler zaten ortadadır ve öven övmüş, beğenen beğenmiştir. Kur’an ona otuz üç ayeti ile işaret etmiş. Hz.AliRadiyallahüanh ilminin keskinliği ile asırlar ardındaki müellifine hitap etmiş. Abdülkadir-i Geylani (ks) hem müellifinden hem HulusîYahyagil gibi talebelerinden haber vermiştir.
Şimdi Risaleleri okumak ve okumakla beraber sıddıkı olmamak ne büyük tehlike arz ettiği ve onun sıddıkı olmak demek Allah ve Peygamber ve Kur’ana sadakat olduğu bu gün tebarüz etmiştir. Yaşananların kaydı Tarihçe-i Hayat gibi eserlerde mahfuzdur. Risalenin sadıklarının ve sadakatsizlerinin başına gelenler de kayıtlara geçmiş ve her gün geçmektedir.
Bu kadar genel geçer cümleler bir okuyanı incitmiş ise ondan ricam şudur ki; aynanın karşısına geçsin ve “neden Risalelerin hakikati ve bu kutsî düsturlardan rencide olan bir adam olmuşum. Bana ne olmuş” desin, cevabı da vicdanından beklesin. Her ne ise…Bu da elbet vicdanına sadık olanın yapabileceği olabilir.
Bu noktada ben de “okuyucu yorulur bu kadar uzun okumaktan” hitabına sadakat gösterip, bu konuda güzel ve kısa bir toplama okumak isteyenlere nurcuların baş ucu kitaplarından olan “Esasat-ı Nuriye” (İttihad Yayıncılık) kitabının ikinci maddesini okumalarını tavsiye ediyorum. Allah cümlemizi “Akıllı Sadık”lardan eyleye…